Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Kahramanlar Peygamber | Thomas Carlyle

Kahramanlar, Thomas Carlyle

   

THOMAS CARLYLE: Bu yazı Thomas Carlyle “D. 1795 – Ö. 1881” tarafından Mayıs 1840 tarihinde verilmiş olan altı konferanstan meydana gelmiş­ eserinden alınmıştır. Thomas Carlyle, eserlerinde, genellikle dünya insanlığına yön vermiş, kitleleri peşinden sürüklemiş, insanlığın ve dünya­nın gelişmesinde önemli işler üstlenen karizmatik liderlerin, oy­nadıkları büyük roller üzerinde durarak, bu tür konulara temas eder. “Kahramanlar” Thomas Carlyle’ın en önemli eseridir. Carlyle bu kitabında, Napolyon, Cromwell, Jean Jacques Rous­seau, Johnson, Burns, Dante, Shakespeare, Hz. Muhammed, Noks, Luther, Odin hakkında bilgiler verip, onların toplumlar üzerinde meydana getirdikleri etkileri açıklamaktadır.

“Biz Hz. Muhammed’i peygamberlerin en önde geleni olduğu için değil, kendisinden en serbestçe söz edebileceğimiz peygamber olduğu için seçtik. O hiçbir surette peygamberle­rin en hakikisi değildir, ama bence hakiki bir peygamber­dir. Ayrıca, aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir tehlike bulunmadığından onun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. Onun sırrına varmanın yolu budur: Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım. Böylece dünyanın ondan ne anladığı ve ne anlamakta olduğu daha kolay cevaplandırılabilir bir soru halini alacaktır.”

“Bu adamın (Hz. Muhammed’in) söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon in­sana hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da, tıpkı bizim gibi, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın yaratıkları, başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten Tanrı’nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam. Eğer düzenbazlık böylesine gelişmiş ve kabul görmüş olsaydı bu dünya hakkında ne düşüneceğimizi hiç bilemezdik.”

“Bu gibi düşünceler çok acınacak şeylerdir. Eğer Tanrı’nın gerçek eseri hakkında biraz bilgi edineceksek bu düşünce tarzlarını tamamen reddetmeliyiz. Onlar bir şüphecilik çağının ürünleridirler, çok talihsiz bir manevi kötürümlüğe ve insan ruhunun ölümüne delalet ederler. Bu dünyada şimdiye kadar böylesine tanrısız bir düşünce tarzının ortaya atılmış olduğunu sanmıyorum. Bir düzenbaz nasıl böyle bir düşünce tarzını kurabilir? Bir düzenbazın tuğladan bir ev kurması bile mümkün değildir! Eğer harcın, pişmiş tuğlanın ve kullandığı diğer malzemenin özelliklerini doğru bir şekilde bilmez ve inceleyemezsek yaptığı şey bir ev değil, ancak bir moloz yığını olacaktır. Böyle bir yapı yüz seksen milyon kişiyi barındırmak üzere on iki asır ayakta duramaz, hemen yıkılır. Bir insanın kendini tabiat yasalarına uydurması, tabiat ve eşya ile gerçekten bütünleşmesi gerekir. Aksi halde tabiat ona, “Hayır, asla!” diye karşılık verecektir.”

 ‘Yüce Tanrı’nın ilhamı ona zekâ bahset­miştir.’ Öyleyse her şeyden önce onu dinlemeliyiz.”

“Dolayısıyla, biz Hz. Muhammed’i asla bir batıl, bir göster­melik, zavallı ve haris bir entrikacı olarak görmek istemiyo­ruz. Onu bu şekilde düşünmemiz imkânsızdır. Getirdiği mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri, ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Kainatın o geniş göğsünden fış­kırmış ateşten bir hayat külçesi! Dünyanın yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. Hz. Muhammed’e yüklenen kusurlar, noksanlar, samimiyetsizlikler gerçekten ispatlana­bilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıka­mazlardı.”

“Hz. Muhammed’in zengin bir dul olan Hz. Hatice’nin hizmetine nasıl girdiği ve bu hizmet nedeniyle tekrar Suriye çarşıla­rına seyahat edişi, görevini nasıl bir bağlılık ve ustalıkla yap­tığı, Hz. Hatice’nin ona olan minnettarlık ve saygısının nasıl art­tığını ve nihayet evlenmelerinin hikâyesini Arap yazarları açık ve güzel bir üslûpla anlatırlar. Bu sırada Hz. Muhammed yirmi beş yaşındaydı. Hatice ise kırk. Buna rağmen hâlâ güzel bir kadındı. Hz. Muhammed bu nikâhlı velinimetiyle sevgi ve sü­kûnet dolu bir evlilik hayatı yaşamış ve sadece onu sevmiştir. Gençlik çağlarını böylesine özel, böylesine sakin ve alçak gö­nüllü bir şekilde geçirmiş oluşu, onun bir sahtekâr olduğu te­orisini büyük ölçüde baltalar. Kırk yaşına gelinceye kadar ilâhî bir görev aldığından hiç söz etmemiştir.

Kendisine yük­lenilen-gerçek veya gerçek dışı- bütün düşkünlükler, Hz. Muhammed elli yaşına geldikten ve Hatice öldükten sonra baş­lar. Buna göre, o zamana kadar Hz. Muhammed’in bütün “ihti­ras”ı dürüst bir hayat geçirmekten ibaretmiş. İyi bir şöhret ve onu tanıyanların kendisi hakkındaki iyi düşünceleri o ta­rihe kadar ona yetiyormuş. Yani, “dünya nimetlerinden ya­rarlanmak” için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini ve dünyanın kendisine bir iç huzurundan başka verecek bir şeyi kalmamasını beklemiş ve sonra da artık tadını çıkaramayaca­ğı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkâr edercesine sefil bir şarlatan olmuş!.. Ben kendi hesabı­ma böyle bir şeye kesinlikle inanamam.”

“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınamayan ender insanlardandı. O samimi ol­mak üzere yaratılmıştı. Diğer insanlar birtakım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, o ise kendini hazır reçetelere, birtakım kalıplara uyduramazdı. O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir in­sandı. Daha önce de söylediğim gibi, o büyük varoluş bilin­mezi bütün dehşet ve gösterisiyle parıldıyordu. Hiçbir söy­lenti bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: “İşte ben buradayım!” Böylesi bir samimilik -biz buna samimilik adını veriyoruz- gerçekten ilâhî bir şeye sahipti.”

“Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya yaratılışın özvarlığının sesiydi, insanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Başka hiçbir şeyi dinle­medikleri gibi… Çünkü bundan başka her şey, bununla kı­yaslandığında boş lâftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kut­sal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce ya­şamıştır: “Ben neyim? İnsanların evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir?” Hıra Dağı’nın, Sina Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi ıs­sız çöller bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak Tanrı ilhamıyla dolu olan insanın kendi ruhu cevap verebilirdi.”

“Bu devirde Hz. Muhammed’i art niyetle, şuurlu bir samimiyetsizlikle ve sırf düzenbazlıkla suçlayan bir tenkitçiyi anlamak katiyen mümkün değildir. Onu tam ve şuurlu bir düzenbazlık ortamı içinde yaşamak ve Kur’an’ı bir sahtekârın ve düzenbazın yapabileceği bir şe­kilde yazmakla suçlamak benim aklımın almayacağı bir dav­ranıştır.”

“Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta herhangi bir hazzın tatmi­nini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak gö­rürsek büyük bir hataya düşmüş oluruz. Son derece sade bir ev hayatı vardı Hz. Muhammed’in! Bütün yiyip içtiği arpa ekme­ğinden ve sudan ibaretti. Bazen aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazdı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir.

Hz. Muhammed hep çalışıp çabalayan yoksul bir adamdı, aşağılık insan­ların amaçları onu hiç ilgilendirmezdi. Bence o hiç de fena bir adam değildi! Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şeyler vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onun­la omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar ona böylesine saygı gösterirler miydi! Bunlar sık sık birbirleriyle çatışan, yırtıcı bir coşkunlukla birbirlerine düşen vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönete­mezdi. Ona peygamber mi diyorlardı?

Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bu­lunan bu adama peygamber diyorlardı. Kendisine ne isim verilirse verilsin, onun nasıl bir adam olduğunu elbette ki görmüşlerdi. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış bir hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir. Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir kahraman başarıyla çıkabilir.”

“Çünkü o son bir iki yüzyıl içinde insan soyu­nun beşte birinin dini ve yol göstericisi olmuştur. Hepsinden önemlisi, İslâm, yürekten bağlanılan bir din olmuştur. Müslümanlar dinlerine gerçekten bağlıdırlar ve ona göre yaşamaya çalı­şırlar. İlk çağlardan beri hiçbir Hristiyan -belki modern çağ­lardaki İngiliz Püritenleri hariç- Müslümanlar kadar kuvvet­li bir inanca sahip olmamışlardır. Müslümanlar dinlerine yü­rekten bağlanmışlar ve onunla zamana ve sonsuzluğa mey­dan okumuşlardır. Bu gece Kahire sokaklarında bekçi, “Kim­dir o?” diye bağırdığında, yolcunun ağzından gerekli yanıtla birlikte şu sözler de çıkacaktır: “Allah’tan başka Tanrı yok­tur.” “Allah-u Ekber” ve “İslam” kelimeleri bu milyonlarca Müslümanın ruhunda ve günlük hayatında derin yankılar uyandırmaktadır. Gayretli din görevlileri İslam’ı Malezyalı­lar, zenci Papualılar, vahşi putperestler arasında yayıyorlar. İyi, kötüyü yeniyor, onun yerini alıyor.”

“İslam, Arap kavmi için karanlıktan aydınlığa doğuştur. Arabistan onun sayesinde ilk defa canlılık kazanmıştır. Dün­ya yaratıldığından beri çöllerde başıboş dolaşan, kimsenin ta­nımadığı, çobanlıkla uğraşan zavallı bir kavim, inanılır bir sözle birlikte gökten gönderilen bir peygamber – kahramana kavuşuyor. Kimsenin tanımadığı kavim, bütün dünyaya ün salıyor, dünya çapında büyüyor ve Arabistan bir yandan Granada’ya, öte yandan Delhi’ye kadar uzanıyor. Çevresine cesaret, ihtişam ve deha ışıkları saçarak yüzyıllar boyu dünyanın büyük bir kesimi üzerinde bir güneş gibi parıldıyor. Çünkü inanç, büyük, hayat veren bir şeydir.

Bir kavim, inanç sahibi olursa verimli, yüceltici bir tarihe kavuşur. Bu Araplar, bu Hz. Muhammed denen insan ve o bir tek asır; değer­siz, kara bir kum yığınından ibaret görünen bir ülkeye düşen bir kıvılcımdan, bir tek kıvılcımdan başka ne olabilir bu? Ama hayır! Bu kum yığınının gerçekte bir barut yığını oldu­ğu anlaşılmıştır. Delhi’den ta Granada’ya kadar gökleri tu­tuşturan bir patlayıcı madde yığını!”

“Daha önce de söylemiştim: Büyük Adam, daima gökten inen bir şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şey­ler gibi bekler ve o gelince de hep birden tutuşmuşlardır.” [1]

Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur’da şu şekilde ele almıştır.

“Kur’an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur
Carlyle (Karlayl) şöyle diyor: Kur’anı bir kerre dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre, Kur’an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.”    Carlyle [2]

“Carlyle “Kur’anın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatındadır” [3]

“Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen- Kur’anın hakaikına dikkat ettikten sonra, “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: “Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.” Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-i Kur’aniye, tulû’ ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zâten bu onun hakkı idi. Çünki Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı.” İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.
{(Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.} [4]
Bu açıklamalar Risale-i Nur Külliyatı’ndan NUR ÇEŞMESİ isimli eserde neşredilmiştir.
Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlayl, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: “O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi? Kendisi kendine “Evet” ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz, ilââhirihî..” [5]
[1] Kahramanlar, Thomas Carlyle, Beyaz Balina, 2000
[2] İşarat-ül İ’caz ( 216 )
[3] İşarat-ül İ’caz ( 219 )
[4] İşarat-ül İ’caz ( 112 )
[5] Muhakemat ( 155 )

Hayatım Hayatınla Devam Edecek

Hayatım Hayatınla Devam Edecek

Üstad’ımız elini önce kendi kalbine koydu, sonra benim kalbime koyarak dedi ki; “Sungur, vefatımdan sonra hayatım hayatınla devam edecek.”

Bediüzzaman Said Nursî (ra) [1]

Bu hatıraya değinmek istiyorum biraz.

Bu söz, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin en yakın talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeye söylediği, derin manevi anlamlar ihtiva eden önemli bir vasiyet niteliğindedir.

Şimdi bu ifadeyi adım adım şerh edelim:

1. “Üstad’ımız elini önce kendi kalbine koydu”

Bediüzzaman burada elini kalbine koyarak hem duygusal hem de manevi bir mana vermektedir. Kalp, insanın manevi merkezidir; iman, sevgi ve Allah’a yakınlık buradan kaynaklanır.

Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir.

Ancak bir latîfe-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.[2]

“Kalb, bedenin aktarına, neşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni’dir ki, istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder.”[3]

Üstad Bediüzzaman hazretleri bu hareketle, kalbinin taşıdığı iman ve Risale-i Nur hizmetinin ve ifade ettiği manalara işaret etmektedir. Bu aynı zamanda kendi kalbinin manevî bir emanet taşıdığını işaret eder. Kalbin insan maddi ve manevi hayatında ifade etmiş olduğu manalara bakar nazar eder.

2. “Sonra benim kalbime koyarak”

Üstad Bediüzzaman hazretleri, elini Sungur ağabeyin kalbine koyarak, yukarda ifade ettiğim bu manevi mirası ona devrettiğini sembolik bir hareketle göstermiştir.

Bu, sadece bir el teması değil; bir “emanetin” devridir. Bu emanet, Risale-i Nur hizmetinin devam ettirilmesidir.

Kalpten kalbe yapılan bu temas, bir nevi “iman ve hizmet bayrağının” devredilmesi anlamına gelir.

3. “Sungur, vefatımdan sonra hayatınla hayatım devam edecek.”

Bu cümle, birkaç farklı yönüyle değerlendirilebilir:

a. Hizmetin Devamlılığı

Üstadın buradaki kastı, Risale-i Nur hizmetinin ve davasının Sungur ağabey üzerinden devam edeceğidir. Bir nevi mihmandarlık vazifesinin, hizmetin sevk u idaresinin vefatından sonra, onun hayatını temsil edecek kişi ve hizmetlerin başında Mustafa Sungur gelir. Yani, Bediüzzaman’ın fikirleri ve hizmet anlayışı Sungur ağabeyin şahsında yaşamaya devam edecektir.

Bu mesele “sarıklı Genç” hatırasında olduğu gibi bir heyete de teşmil edilebilir tabiki. Mesela o anda Zübeyir, Ceylan, Bayram, Said, Mustafa, Atıf, Abdullah.. ağabeyler de olsaydı onlara da aynı tarzın yapılacağına kâniyim, eminim.

b. Manevî Bağ

Bu cümle, bir “manevî vekâlet” anlamı da taşır. Bediüzzaman, Sungur ağabeyin hem ahlakında hem de hizmet anlayışında kendi izlerini göreceğini ifade etmektedir. Bu, bir “kalp kalbe bağlılık” mesajıdır ve Sungur ağabeyin, Üstad’ın fikirlerini ve ahlaki çizgisini sürdüreceğini ifade eder. Hakikaten Sungur ağabey vefaat edene kadar üstadın bıraktığı bu mihmandarlık ve imamlık vazifesi manasını misyon ve vizyonunu ikame ettiğini hissettim.

c. Hayatın Anlamı

Bediüzzaman, “hayatınla hayatım devam edecek” derken, sadece biyolojik bir yaşamı veya uçuk akla hayale gelmeyen reanimasyonu kastetmemiştir. Burada “hayat“, Risale-i Nur hizmetinin yayılması, intişarı, iman hakikatlerinin anlatılması ve ümmetin manevi ihyasına vesile olunması, hizmetin tarzının devamı gibi manalardır. Sungur ağabeyin bu hizmetteki varlığı, Üstad’ın manevi hayatının bir yansıması, aksi, nazarı seklinde düşünülebilir.

4. Şahs-ı Manevî’ye İşaret

Bu söz, sadece Sungur ağabeyi değil, aynı zamanda Nur Talebelerinin şahs-ı manevisine de bir işarettir. Bediüzzaman, şahs-ı maneviye verdiği önemi sıkça dile getirmiştir külliyatta. Sungur ağabeyin şahsında, Risale-i Nur’a hizmet eden tüm talebelerine “bu hizmet devam edecek” mesajı vermiştir.

5. Manevî Miras ve Vekillik

Sungur ağabeye büyük bir sorumluluk yüklemiştir burada üstad Bediüzzaman hazretleri. Bu, maddi bir vekillikten ziyade, manevi bir liderlik ve hizmeti sahiplenme anlamı taşır. Sungur ağabey, Risale-i Nur’un gelecek nesillere aktarılmasında önemli bir rol üstlenmiştir. O da emaneti bihakkın ifâ etmiştir. Yaşamış olduğu ömrünün ahirinde yapılan itibar suikastıysa aslında hizmete yapılan bir suikasttı her ne kadar Sungur ağabey ön planda görünse de.

Netice itibariyle, göz önünde canlanan bu tablo görünüm itibariyle bir söz, bir vasiyet ve emanet olmasının yanında, Nurun talebelerine bakan büyük bir çağrıdır.

Risale-i Nur hizmeti, bir şahsa bağlı değil; bu hizmet, iman ve Kur’an davasının kıyamete kadar sürecek olan bir hareketidir.

Sungur ağabey, bu sözle bir temsilci, mihmandar olmuş, ancak bu hizmeti sürdürecek olan şahs-ı manevi, yani Risale-i Nur cemaatidir. Sungur ağabey ve emsali olan diğer ağabeylerimiz (Rh) ise birer alem gibi birer rolmodellik misyonunu üstlenen Bediüzzaman’ın vezirleri, komutanları gibidir.

Bu vesileyle ahirete irtihal eden aziz ağabeylerimizi rahmet, minnet ve şükranla yâd edip onların ifade etmiş oldukları manalara, hizmete, hizmetin tarz ve usulünün devamına dikkatleri çekmek istiyorum.

Bu kahramanlar kafilesinin aziz ruhlarına el Fatiha.

Buraya alakadar olan bir başka yazımın linkini bırakıyorum.

https://www.nurnet.org/risale-i-nur-talebelerinin-sahs-i-manevisi/

 

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Nakleden: Mustafa Sungur Ağabey

Nakli Aktaran: Abdulhamid Uyanık

Kaynak: https://www.nuranimudafa.com/post/mustafa-sungur-agabeyden-hatiralar-2

[2] İşarat-ül İ’caz (77)

[3] Mesnevi-i Nuriye (255)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Gençlere Risale-i Nur’u Daha Etkili Bir Şekilde Anlatmak İçin

Gençlere Risale-i Nur’u Daha Etkili Bir Şekilde Anlatmak İçin

  1. Anlam Dilini Kullanın: Risale-i Nur’daki derin felsefi ve dini kavramları, gençlerin anlayabileceği basit ve sade bir dille açıklamak.
  2. Örneklerle Destekleyin: Günlük hayattan ve gündelik dünyadan örneklerle Risale-i Nur’daki kavramları somutlaştırın. Gençler, pratik ve gerçek hayatla bağlantılı örneklerle daha iyi anlarlar.
  3. Etkileşimli Öğrenme: Dersleri sadece anlatmak yerine, gençlerin aktif katılımını teşvik eden müzakere, grup çalışmaları ve proje tabanlı öğrenme teknikleri kullanın.
  4. Görsel ve İşitsel Materyaller: Risale-i Nur’daki konuları destekleyen videolar, grafikler ve sesli kitaplar gibi görsel ve işitsel materyaller kullanarak ilgilerini canlı tutun.
  5. Sosyal Medya ve Teknoloji: Gençlerin yoğun olarak kullandığı sosyal medya platformları ve mobil uygulamalar aracılığıyla Risale-i Nur dersleri ve içerikleri paylaşın.
  6. Kısa ve Öz Sunumlar: Uzun dersler yerine kısa, öz ve vurucu içeriklerle gençlerin dikkatini çekin. Her dersin sonunu, daha fazla bilgi edinmeye teşvik edecek şekilde bitirin.
  7. Rahat Ortamlar: Samimi ve rahat bir ortamda sohbetler şeklinde dersler düzenleyin. Bu, gençlerin daha rahat hissetmesini sağlar ve katılımlarını artırır.
  8. Soru-Cevap Oturumları: Gençlerin merak ettikleri konuları sorabilecekleri ve açık cevaplar alabilecekleri interaktif oturumlar düzenleyin.
  9. Manevi Deneyimler: Risale-i Nur’un manevi mesajlarını, gençlerin deneyimleyerek öğrenebileceği etkinlikler düzenleyin. Bu, anlamlarını daha derinden kavramalarına yardımcı olur.
  10. Örnek Şahsiyetler: Risale-i Nur’un öğretilerini hayata geçiren örnek şahsiyetler üzerinden dersler verin. Bu şahısların hayat hikâyeleri ve başarıları ve hatıraları gençlere ilham verebilir.
  11. Risalei Nur’un kutsiyetini anlamış kimselerle beraber verimli okuma programları düzenleyin.
  12. Gençleri anlamak ve okumak konularında cesaretlendiren, teşvik eden Allah’ın rahmet ve inayetini hissettirecek bir üslup tercih edin.
  13. Tavsiyelerinizi hayatınızla göstererek rol model olun. Dediğinizi yapın; ama her yaptığınız kemalat manasındaki şeyi söylemeyin ki eleştiriye kapı açmayın.
  14. Gündelik hayattan uzak, uçuk kaçık misaller vermekten ve konuşmalardan uzak durun kaçının.
  15. Risale-i Nur Külliyatı’nı müstakil bir eser değil asırlarca devam eden tefsir geleneğinin bir meyvesi olduğunu ve ayet hadis kaynaklı olduğunu izah edim.
  16. Ders ortamlarında ve birebir ilişkilerde soğuk, sert veya çok lakayt konuşma ve davranışlardan uzak duralım.
  17. Ders ortamlarında kendi reklamımızı yapmakta kaçınıp bakış açısını daima Risalelere yönlendirelim.
  18. İnsanların akıllarında olan soruları cevaplayacak tarzda kaliteli zaman geçirelim.
  19. Karşımızdaki insanla empati yapıp bir zamanlar bizlerin de o yollarda ve konumlarda olduğumuzu hatırlayalım.
  20. Gençlerle daha samimi olup kişisel sorunları varsa onlara da dokunarak Risalelere yönlendirme yapalım.

Bu yöntemler, gençlerin Risale-i Nur’u daha kolay anlamalarına ve benimsemelerine yardımcı olabilir.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Risale-i Nur Her Konuda Yeterli Midir?

Risale-i Nur Her Konuda Yeterli Midir?

Risale-i Nur ise, Kur’anın malıdır ve manasıdır.” (Şualar, 749)

“Bana risaleler yeter” ifadesi, Risale-i Nur’un içerdiği bilgi ve manevi öğretilerin yeterli olduğunu düşünen bir yaklaşımı yansıtır. Bu düşünceyi savunanlar, Risale-i Nur’u hem Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri hem de bireysel ve toplumsal hayat için rehber olarak kabul etmektedir. Bu yüzden, başka kaynaklardan bilgi edinme ihtiyacı duymadıklarını veya Risale-i Nur’un tüm ihtiyaçlarına cevap verdiğini düşünürler.

Bu mantığın doğru veya eksik olması, kişinin ihtiyaçlarına, arayışlarına ve İslami bilginin bütünlüğüne bakış açısına ve beklentilerine bağlı olarak değişebilir.

Risale-i Nur, özellikle iman, ahlak ve Kur’an tefsiri konusunda geniş bir rehberlik sunar.

Bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.

Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek… (yapmaktadır.)” (Şualar, 748)

Ancak, bazı durumlarda farklı kaynaklara yönelmenin faydaları olabilir. Çünkü;

“Risale-i Nur, hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.

Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır.” (Kastamonu, 77)

Risale-i Nur, İslam’ın temel itikadî inançlarını iman hakikatlerini detaylı bir şekilde izah eder. Bu sayede Müslümanlar, dinlerini daha iyi anlayabilir ve imanlarını güçlendirebilirler. İtikadlarını geliştirerek amentülerini sağlam tutabilirler.

Dikkat edilirse zaten Risale-i Nur sizin her ihtiyacınıza yeterlidir demiyor Zübeyir Gündüzalp burada. “Hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor” diyor.

Risale-i Nur bu kadar, geniş içerikli ve etkili olsa da İslamiyet’in fıkıh, tarih, siyer, hadis, ilm-i hâl gibi diğer alanlarını derinlemesine ele almaz. Bazı meselelerine değinse de bütün olarak bu alanlara bakmaz. Bu alanlarda bilgi sahibi olmak, İslamiyet’in tüm yönlerini anlamak için başka eserler de yararlı olabilir. Ama hiç bir kaynak tek başına tüm alanlarda yetmez.

Hatta Kur’an-ı Kerim’i tefsir edecek heyetin özelliklerini şu şekilde olması gerektiğini Bediüzzaman Said Nursi ifade etmektedir

Herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır.

Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin.” (İşarat-ül İ’caz, 8)

Çağdaş Meselelere Cevap

Günümüzde yaşanan yeni meseleler veya karşılaşılan yeni düşünceler hakkında bilgi sahibi olmak için farklı kaynaklardan yararlanmak gerekebilir.

Risale-i Nur, dönemin problemlerine ışık tutmakla birlikte, günümüzdeki bazı meseleler için ek kaynaklara ihtiyaç duyulabilir.

İlim ve Bilimsel Araştırma

İslami ilimlerde olduğu kadar fen bilimlerinde de araştırma yapmak, bir mümin için önemli olabilir.

Risale-i Nur’da fen ve bilim konularına yer verilse de, bunlar çok az miktarda olup tevhid açısından külliyatta geçmektedir. Bu alanların sürekli gelişmesi nedeniyle yeni kaynaklardan da yararlanmak gereklidir.

Netice itibariyle, “Bana risaleler yeter” yaklaşımı, şahsın dini ve manevi hayatında bir denge kurmasına ve sade bir inanç hayatı yaşamasına katkı sağlayabilir. Ancak, İslam’ın geniş yelpazesini ve farklı ihtiyaçları dikkate aldığımızda, gerektiğinde farklı kaynaklardan bilgi edinmek de zenginleştirici bir bakış sunabilir. Nitekim temel şeyleri bilmesi bir nur talebesinin itikad ve amel bakımından kalitesine kalite katacaktır. Şimdilerde ellerden düşmeyen ve farkında olmadan saatlerimizi alan telefonlardan bu ilimlere dair dokümanlara ulaşmak çok daha kolay. Bu sebeple elimizdeki cihazlarla kendimizi diğer alanlarla da tekmil edip techiz ederek kaliteli bir Müslüman olabiliriz.

Otuzüçüncü Söz’den başka Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı.

Hem şer’an çok mübarek bu otuzüç adedden bazı esbaba binaen geçmeyeceğim.

Hem de hakaik-i esasiye-i Kur’aniye ve imaniyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibariyle yazılmıştır. Ümid ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse tevfik verse, yazılanlar dalalet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler.

Her derdin devası içinde var demeyeceğim, fakat mühlik dertlerin ağleb devası yazılanlarda vardır.

Siz onların mütalaasını, kıymetdar bir ibadet olan tefekkür nev’inde telakki ediniz.

Ve onlardaki ilmi, envâr-ı imandan ve marifetullahtan tasavvur ediniz ki usanç vermesin.

Hem sizde ve müstemiînde iştiyak olduğu zaman okuyunuz. (Barla, 249)

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

 

Düşün, İnan, Başar

Düşün, İnan, Başar

Başarı inanmakla başlar. İnsanın hedeflerine ulaşabilmesi için öncelikle doğru bir inanç ve güven duygusuna sahip olması gerekir. Çünkü insan başarısının arka planında çok ciddi bir inanç ve azim vardır.

İnanç, insanı harekete geçiren, hedefe yönlendiren ve zorluklara karşı direnç sağlayan temel bir motivasyon kaynağıdır. Her işin başının motivasyon olduğunu unutmayalım.

Risale-i Nur’da, özellikle iman ve tevekkül konusu ciddi yer tutar. İnsanın manevi gücünü keşfetmesi ve güçlendirmesi açısından iman büyük önem taşır.

Risale-i Nur, insanın imanına dayalı bir başarı anlayışını savunur. Bediüzzaman Said Nursi, iman etmenin, insanın maneviyatı göstererek enfüsi gücünü ortaya çıkarmasına, hayatta karşılaştığı zorlukları aşmasına ve dünyadaki sorumluluklarını yerine getirmenin ihtiyacını hissettirir.

İnanç ve motivasyon, sadece bir düşünce değildir; aynı zamanda insanın hayatına yön veren bir kuvvet, bir pusuladır. Bunu Kudsi bir kuvvet olarak da adlandırabiliriz.

Risale-i Nur’da Allah’a teslimiyetle ve O’na güvenerek tevekkül etmek hayata yaklaşmanın temelidir.

İnsanın başarılı olabilmesi için önce kalpteki imanın sağlam olması gerekmektedir.

“İman nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor.” (Sözler, 312)

Bu cümleden öncelikle insan her şeyini kalbindeki iman nuru ile görebileceğini, aydınlatabileceğini ve doğru anlamlar yükleyebileceğini buradan anlıyoruz. Tam tersi manada ise inançsızlık veya yanlış inançlar, itikatlar insanı yolunu kaybetmeye ve hayatta başarısızlığa sürükler.

Risale-i Nur’dan aldığımız derse göre, inanç yalnızca teorik değil, pratikte de etkili olmalıdır. İnanan ve doğru bir itikada sahip olan insan, imanının gereği olarak yaptığı işlerde azim ve kararlılıkla ilerler, zorluklar karşısında yılmaz ve Allah’a güvenerek başarıya ulaşır.

“Çünkü imanı kuvvetli, salahati şiddetli”dir. (Siracünnur, 35)

Yani, gerçek başarı inanmaktan, şartlanmaktan ve sünnetullah dairesinde gayret gösterip çaba sarf etmekten gelir.

Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine musahhar görür, Rabbisine iltica eder.

Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder.

İmanı, ona bir emniyet-i tamme verir.

Evet, her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.

Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir.” (Sözler, 19)

İman, insanın hayatına yön verir, ona güç ve dayanıklılık kazandırır, zorlukları aşma yeteneği sağlar ve nihayetinde başarıyı mümkün kılar.

Selam ve selamet sünnetullah dairesinde hareket edenlere olsun.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org