Kategori arşivi: Güncel Haber

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-6

İlâhî Hürriyet ve Esma-yı Hüsna

Hz. Peygamber Cevşen’de bir bölümü Allah’ın en baş sıfatı olan iradeye, bu iradenin kökü olan, Onun Zâtının taayyünü manasında olan ve hiçbir kayıd altına girmeyen “ meşiet ” sıfatına ayırır. Bu sıfatın kâinatın her karesinde tecellisini gösterir. Tâ ki, doğru bir Ulûhiyet marifeti ve telakkisi hasıl olsun. Cevşen’deki 82. Bab meşiet hakikatine tahsis edilmiştir. Orada şöyle der: “ Yâ men yahluku men yeşâu * Yâ men yef’alu men yeşâu * Yâ men yehdî men yeşâu * Yâ men yudıllu men yeşâu… ” ( Ey dilediğini maddi vücuda getiren ve yaratan * Ey dilediği şeyi yapabilen ve yapan * Ey dilediğine hidayet veren ve bahşeden * Ey dilediğini hakikat yolundan saptıran ve dalalete atan… )

Kur’an Hud Suresi 105-108. âyetlerde meşietin mutlaklığını vurgular. “ Allah dilerse, ehl-i cenneti cennetten çıkartabilir. Ehl-i cehennemi de cehennemden çıkartabilir. Hiçbir şey ve hiçbir irade Onu sınırlayamaz ” der. Meşietin, kayıtsızlığını vurgular. Fakat “ Cennet, ehl-i cennet için kesintisiz bir nimettir ” diyerek, böyle bir dilemede bulunmayacağını bildirir. Buna mukabil Cehennem noktasında “ Dilerse, ehl-i cehennemi cehennemden çıkartabilir. Allah, dilediğini yapar ” diyerek, Cehennem’den çıkış mümkündür müjdesini de veriyor. Cennetten çıkabilme ihtimalini ve endişesini ise kapatıyor. Tâ ki cennette, saadet olabilsin. Bir gün biten bir cennet, insanı mes’ud ve mesrur değil, mahzun eder. Zâten Hud suresi, “ saadet ehli ” nden bahsederken “ Cennet’ten çıkışın olmayacağını ” söylüyor. Bu çok mühim bir nükte!

Tefekkür Usulü ve Esma-yı Hüsna

Cevşen, âfâkî tefekkürün usulünü öğretip âfâkta kudret-i İlahiyeyi temaşa etmek gerektiğini vurguluyor. Bunu 2 temel babda işliyor: 42. Bab ve 56. Bab…

  1. Bâb mâziden bu mevcud hale kadarki süreci ve mevcud halde kudret eserlerini okumayı öğretiyor. Mesela şöyle diyor:       “ Yâ men hüve fi’s-semâi azametuh * Yâ men hüve fi’l-ardi âyâtuh * Yâ men hüve fî külli şey’in delâiluh * Yâ men hüve fi’l-bihâri acâibuh * Yâ men yebdeu’l-halka sümme yuîduh * Yâ men hüve fi’l-cibâli hazâinuh… Yâ men yuarrifu’l-halâika kudreteh ” ( Ey semâda azamet-i kudreti görünen * Ey arzda kudretinin âyet ve mu’cizeleri bulunan * Ey her şeyde kudretinin ve Kendisinin delilleri olan * Ey denizler içinde acâib, çok güzel ve beğenilen yaratıkları olan * Ey her şeyi belli bir model ve kalıpla yaratmaya başlayan ve sonra o kalıba göre onu tekrarlayan ve devam ettiren * Ey dağların içinde hazineleri bulunan… Ey yarattıklarına kudretini tanıtan )
  2. Bab ise bu kudretin farklı fiillerde farklı surette görünüşünden hareketle mevcud hali okumadan tâ kabir-mahşer-hesap-mizan-cennet ve cehenneme kadar ebedî süreçteki kudret tecellilerini gösteriyor. Bu babda şöyle der: “ Yâ men hüve fi’l-berri ve’l-bahri sebîluh * Yâ men hüve fi’l-âfâki âyâtuh * Yâ men hüve fi’l-âyâti burhânuh * Yâ men hüve fi’l-memâti kudretuh * Yâ men hüve fi’l-kubûri izzetuh * Yâ men hüve fi’l-kıyâmeti milketuh * Yâ men hüve fi’l-hisâbi heybetuh * Yâ men hüve fi’l-mîzâni kadâuh * Yâ men hüve fi’l-cenneti rahmetuh * Yâ men hüve fi’n-nâri azâbuh ” ( Ey arzın kara ve denizden oluşan kısımlarında Kendisine giden birer yol olan * Ey arz ve semâdan müteşekkil âfâkta âyet ve mucizeleri bulunan * Ey âyet ve mucizeleri içinde kudretini ve varlığı gösteren burhanlar olan * Ey ölümlerde fânilerin aczi içinde doğrudan kudreti, tesir ediciliği ve her şeyi teslim alıcılığı gözüken * Ey kabirlerde ve berzah âleminde bütün benlik sahiplerinin alçalmasında izzeti gözüken * Ey kıyâmette bütün benlikleri kelepçelemesinde melikiyeti gözüken * Ey mahşerdeki hesapta herkesin boyun bükmesinde heybeti gözüken * Ey mizanda iradesinin tecellisi ve kazâsı gözüken * Ey cennette rahmeti gözüken * Ey cehennem ve ateşte azâbı gözüken )

Böylece Resulullah (ASM) Kudretin ezelî ve ebedî tecellilerini okutturuyor ve diyor ki: “ Yer ve gökleri böyle âyetleriyle doldurmuş ve her şeyi kudretinin bir mucizesi kılarak sana hizmetkâr kılmış O Zât-ı Mutlak’ı, bu akılla tanımazsan ve şu kalple sevmezsen elbetteki Cehennemi hak edersin… Ya bu mevcud hali ve içindeki azamet-heybet-izzeti reddet veyahut madem edemiyorsun senin kemalini isteyen ve her şeyi sana boyun eğdiren bu kudrete teslim ol, itaat et! Bu mevcud hal, öncesi ve sonrası o kudretin ezelî ve ebedî oluşunu sana bildirir. Ölüme kadar ki istikbalin ve içindeki kudretin tecellisi; hem geçmiş ecdadının ölümüne rağmen kudretin tecellideki devamı ve asırlardır istimrarı; kudret-i İlâhiyenin kabir ve kıyamet şeklinde de varlığına, devamına ve farklı tecelliler sergilemesine delildir, alamettir, işarettir.

Bu şekilde Hz. Peygamber (ASM) bütün zamanın, kudretin tecellisi ve faaliyetinden ibâret olduğunu bildiriyor. Hem farklı fiillerde bu kudretin farklı yüzünü gösteriyor. Böylece Tevhid şemsiyesi altında âfâkî tefekkürden Âhirete imana geçiyor. Bu geçişte, kâinattaki azamet-i kudrete rağmen şu küçücük insana kâinatın hizmetkâr olmasındaki dehşet verici sırrı kullanıyor. “ Eğer, Âhiret yoksa, neden bu zavallı ve küçücük insana bu hizmetkârlık yapılsın ve koca kâinata boyun eğdirilsin? Yatırımın ve hizmetin büyüklüğü, çıkacak neticenin ve meyvenin büyüklüğünü gösteriyor. Madem kâinatın bu itaati ve hizmeti insanın kabul ve reddiyle değişmiyor; madem kâinat ile insanı böyle göbeğinden birbirine bağlayan muazzam bir kudret var. Elbette o kudret, ikinci hayatı yapacaktır. İkinci hayatın varlığının en büyük delili bu birinci hayatın inşası ve içindeki bu azametli teshir ve istihdamdadır. Katrilyonlarca yıldızdan müteşekkil bir âlem, küçücük bir insana neden boyun eğsin?! Eğer Âhiret gibi nâmütenâhi ve ebedî bir hayat yoksa bu dehşet verici boyun eğdirmeyi kim yapıyor? Niye yapıyor? Elbetteki, Âhiret vardır. Delili de, bu teshir-i kâinat ve istihdam-ı küll-ü eşyadır. İstihdam ve teshir, azametli olduğu için hesapta heybet-i İlâhîye gözükecek. Âmennâ ve saddaknâ!

Tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu vefat etti

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun: Yavuz Bahadıroğlu mahlasıyla bilinen tarihçi ve yazar Niyazi Birinci vefat etti.

Yazarın vefat haberini oğlu Mücahit Birinci sosyal medya hesabından duyurdu.

Birinci, ”Yolumu aydınlatan, mücadelesi ile bana ilham veren, bir neslin doğru yetişmesine vesile olan babamız Niyazi Birinci (Yavuz Bahadıroğlu), Allah’ın rahmetine yürüdü. Rahman ve Rahim olan Allah, ona şefkati ile muamele etsin. Başımız sağolsun” dedi.

Paylaşımın ardından Birinci’nin dostları ve sevenleri, sosyal medya hesaplarından üzüntülerini dile getirdi. Birinci, bir süredir hastanede tedavi görüyordu. 

YAVUZ BAHADIROĞLU KİMDİR?

Yavuz Bahadıroğlu, 1945 senesinde Rize’de dünyaya geldi.

Gazeteciliğe 1971 senesinde İstanbul’da başladı.

Yeni Asya-Yeni Nesil gazetesinde muhabirlik, araştırma-inceleme, röportaj ve fıkra yazarlığı yaptı.

Ayrıca gazete, dergi ve şirket yöneticiliği de yapan Bahadıroğlu, gazetecilik yaparken çocuklara yönelik eserler üretti. Yüzlerce çocuk romanı, hikaye yayınladı.

Asıl çıkışını ilk romanı “Sunguroğlu” ile yaptı. Ardından “Buhara Yanıyor” romanı, ülkenin en çok satan romanlarından oldu.

Genelde Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli dönemlerini ele alan otuzu aşkın romanı vardır.

Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli konularda binlerce konferans verdi ve çeşitli kurum ve kuruluşlardan ödüller aldı.

İki kitabı Kültür Bakanlığı tarafından yayımlandı.

Yavuz Bahadıroğlu son olarak Yeni Akit Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmıştı.

Evli ve üç çocuk babasıydı.

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-5

Vahdet-i Zât ve Kesret-i Esma Sırları

Bir zâtın, zâtı bir ve tek olsa da ünvanları, isimleri çok olabilir. Dünya milletlerinde tarih boyunca görünen şirklerin ana kaynağı bu meseledir. Allah’ın isimlerini kendisinden kopuk, bir birinden kopuk ve ayrı algılamalarıdır. Yunanlılar aşk ve sevgi tanrıçası, Afrodit; hikmet ve bilgi tanrısı, Hermes; güzellik tanrıçası, Venüs v.s. isimlerle Allah’ın Vedud-Hakîm-Cemil isimlerini, aşk-hikmet-cemal sıfatlarını Onun zatından ayrı, birbirlerinden kopuk olarak düşünmüş ve görüp şirke düşmüşler. Cevşenü’l-Kebir ile Hz. Peygamber (ASM) bu konuda tespit yapıyor: “ Zât, bir ve tektir. Fakat çeşitli bağlantı ve yönler itibariyle 1001 ismi-ünvanı-sıfatı vardır. ” Örnek: Padişah misali… Padişah 1 tanedir. Fakat mülkiye denilen idarecilikte onun adı “ Sultan ”; hukuk ve adalet işlerinde ismi, “ Hâkim-i Âdil ”; askeriyede   “ Kumandan-ı A’zam ”; ilim sınıfı ile irtibatında “ Halife… ” Padişahın isim ve sıfatlarının çokluğu zâtı itibariyle bir ve tek olmasına halel vermiyor. Bilakis onun zatının ihtişamını ve büyüklüğünü gösteriyor. Çünkü Padişahı tanımak isteyen kişi, isimler ve ünvanların, sıfatların ve şuunatın kaynağı olarak padişahın mükemmel zâtını bulacak ve görecektir.

İsimler, Zâta ait bir hakikati ve zâtî cepheyi gösterse ve ifade etse de tam manasıyla Zât-ı Akdes’i ifade edemezler. Özellikle celal ve cemal ayrımı taşıyan isimler. Mesela Zât, ihya fiiliyle hayat verir, diriltir; fakat Zât-ı Akdes’in imate fiiliyle öldürüşü, Mühlik ismiyle helak edişi var. Bu noktada kemalî isim ve sıfatlar Onu anlatmada biraz daha ileri bir boyut ifade ederler. Kudret sıfatı ve Kadîr ismi gibi… Fakat kudret sıfatı ilim, basar ( görme ) ve sem’ ( işitme ) gibi sıfatlardan mahiyet ve özellik olarak ayrı olduğu için Zât’ı tanıtma ve bildirmede kemal bir sıfat olsa da yetersiz kalmaktadır. Bu açıdan İslam kelam âlimleri kudret, ilim, irade gibi sıfatları Zât-ı Akdes’in ne aynı ne gayrı diye ifade ederler. Yani Onu tam ifade edemediği için aynı değildir; Onsuz olamadığı ve Onun bir sıfatı olduğu için gayrı da değildir, derler. Bu noktada zâtî ve selbî sıfatlar olan vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, kıyam binefsihi Zâtı tam ifade ettikleri ve anlattıkları için “ Onun aynıdır ” diye tasnif ederler.

Hz. Peygamber (ASM) her ne kadar bütün isimler zâtî olmasa da hepsinin temelinde Zât’a dayandığını, Ondan feyiz, nur ve kuvvet aldığını Cevşenü’l-Kebir’de işler. Bu şekilde her isimden Zât-ı Akdes’e giden bir yol açar. Bu yönü 2 babda görüyoruz: 31. Bab ve 73. Bab…

Cevşen, İlâhî sıfat, isim ve fiilin zâtiliğini öğretecek şekilde bâb tasnif eder. Bu zâtiyet vasfı, en derin bir sır olduğu ve misli olmadığı için, kâinatta ve kullardaki sıfatların izâfîliğini ve cüz’îliğini nazara sunup Allah’ın sıfatları ve fiilleri böyle değildir, der. Bunu yapmaya mecburdur. Çünkü zâtiyet gerçek manasıyla sadece ve sadece Allah’a mahsustur. Kullardaki zâtiyet, izâfîdir. Yukarıdaki bölümlerde görüldüğü gibi, kul hem fâil hem mef’ûl iken Allah, sadece ve sadece Fâil’dir. Fiili Külli ve Kendisi Fail-i Mutlak olan tek bir zât var. Misli yok ki, başkası Ona misal olsun. Bu noktada 31. Bâb ve 73. Bâb, bu zâtiyet sırrını açıyorlar. Âfâki meşreb birisi için 31. Bâb “ izzet, latîfiyet, rakîbiyet, kaimiyet, hayat, melikiyet, beka, âlimiyet, samediyet ve kuvvet ” sıfatlarıyla zâtiyet dersi verilirken; enfüsî meşreb birisi için 73. Bab “ ehadiyet, ferdiyet, samediyet, vitriyet, rububiyet, ğınâ, sultâniyet, melikiyet, mevcûdiyet ” şeklinde zâtiyet daha derinden ders veriliyor.

İsimlerin İç İçe Tecellisi, Ehadiyet Goncası-Ferdiyet Gülü

Hakiki manada Zâtî isimlerden ve tecellisi de zâtî tecelli olan Ehadiyet, hilkatin zaruri bir gereği olarak her nesnede, fakat canlılar dünyasında ve her bir canlıda bilfiil olarak kendini gösterir. Bu ciheti Hz. Peygamber (ASM) keşfettiği için Cevşen’de 3 bâbda bu meseleyi işler: 35. Bab, 11. Bab ve 65. Bab… İlk bab insanlar arası bağları inşa eden Ahde Vefa meselesinde; ikinci ve üçüncü bablar ise Kişisel Ömür’de…

Cevşen’deki bu bölümlerde bir faaliyet veya varlık için gerekli diğer fiiller, isimler ve sıfatlar zikrediliyor. Tâ ki bir fiil, diğer fiillerle örülmüş bir gonca gibidir bilinsin diye. Bu bakış aynı zamanda Ehadiyet dersidir de… Çünkü Ehadiyet tecellisi, bütün fiil ve sıfatları da içinde barındırır. Cevşen’in 35. Bâbı böyle bir derstir. Şöyle der: “ Yâ men hüve fî ahdihî vefiyy * Yâ men hüve fî vefâihî kaviyy * Yâ men hüve fî kuvvetihî aliyy * Yâ men hüve fî uluvvihî karîb… ” ( Ey ahdinde, vefalı olan * Ey vefâsı içinde kuvvetli olan * Ey kuvveti içinde yücelik taşıyan, ulvî olan * Ey ulviyet ve yüceliği içinde yakın olan… ) Bu şekilde 35. Bâb 10 hakikati bir tek  “ ahde vefâ ” nın içinde okutur ve hakikatler arasındaki telâzumu ders verir. Bu 35. Bâb şu 11 hakikati iç içe sunar: “ Taahhüd, vefâ, kuvvet, ulviyet, kurbiyet, latîfiyet, şeref, izzet, azamet, mecd ve hamd.

Cevşen’deki diğer bölümde Hz. Peygamber (ASM) kendi geçmişini ve hayatını okur. Bu enfüsî okumayla, Ehadiyet-i İlahiyenin tecellisini kendi dünyasında katmer katmer keşf eder. 11 ve 65. Bâblar bu şekildedir.

  1. Bab’da der ki: “ Yâ men halakanî ve sevvânî * Yâ men rezakanî ve rabbânî * Yâ men et’amenî ve sekanî * Yâ men karrabenî ve ednânî * Yâ men asamenî ve kefânî … ” ( Ey benim cismimi yaratan ve güzelce düzenleyen * Ey beni rızıkla yaşatan, terbiye edip büyüten * Ey beni yedirip içiren ve güzelce yaşatan * Ey beni Kendisine yakınlaştıran ve Kendisi de bana yakınlığını hissettiren * Ey beni koruyan ve bana kâfi gelen… )
  2. Bâb ise, Ehadiyetteki teselliyi ve Allah’ın kuluna kifâyetini ders veriyor: “ Yâ ıddetî ınde şiddetî * Yâ recâî ınde musîbetî * Yâ mûnisî inde vahşetî * Yâ sâhibî ınde ğurbetî * Yâ veliyyî ınde ni’metî… ” ( Ey şiddet ve zorluk anında hazırlığım * Ey musibet zamanında ümidim * Ey yalnızlık zamanımda sıcacık gönüldaşım * Ey gariplik ve gurbet anımda sâhibim ve * Ey nimetler içinde dostum… )

İlahiyat Câmiasında Neler Oluyor?-6 ( Prof. Dr. Mustafa Öztürk’e Cevap )

Mustafa Hocamız, “ Allah aşkına ya, ipek elbise giy bir de altın bilezik tak sonra dışarı çık bakalım, sana ne diyecekler? ‘’Gay’’ derler ” diyerek Cennette insanlara ipek elbise giydirilmesini ve altın bilezik takılmasını eleştiriyor.

Hocamız hakikati araştıran birisi ve hakkı bulunca teslim olan bir fıtratta olduğundan Kur’anın Cennet hayatı hakkındaki hakikat tasvirlerine dair anlayamayıp itiraz ettiği yerleri izah etmek, konu topluma da yayıldığı için, Ehl-i Sünnet açısından bir zaruret haline geldi.

Kur’anın tamamına konu okuması şeklinden bakıldığında cennet bileziklerinin sadece altından değil, gümüşten de olduğu görünüyor. Fâtır suresi, 33. Âyet “ altın bilezik ” derken, İnsan suresi ise 19-22. Âyetlerde ise “ gümüş bilezik ” diyor. İnsan suresi Ulûhiyet hakikatinin kulu ve askeri makamında, rıza-yı İlâhî için yaşamış ve onu elde etmiş, sevdiği şeyleri Allah rızası için infak etmiş “ Ebrâr ” kulların bulunduğu Naîm Cennetini tasvir ediyor. Fâtır suresi ise, Rahmâniyetin kulu ve askeri makamında, Rahman’ın sevgisini kazanmak için yaşamış ve elde etmiş, Onun sevgisini kaybetmekten korkan takvalı, hayırlarda ileri gitmiş “ Ahyâr ” kulların bulunduğu Adn Cenneti’ni tasvir ediyor.

Altın gümüşten üstün olduğu gibi, Adn Cenneti de Naîm Cennet’inden üstündür. Bu açıdan en zahir manasıyla âyet Cennet ehlinin arasında bir hiyerarşi, kalite ve ulviyet farkı olduğunu bildiriyor. Bu manada Cennet’in lüks ve şatafatını bildirme sadedinde “ Altın bilezik ve yeşil ipek elbise ” giyilmesi eleştiri konusu olamaz. Şu an kullandığımız kravat ve gömlek gibi birçok kıyafette ipek kullanılması, onu kullanan kişiyi karaktersiz yapamaz. Karakteri belirleyici unsur, ahlaktır; hilkat ve onun süsü olan elbise değil… Bilakis fıtrata uygun, en kaliteli ve rahatlık verici elbise ipekten olduğu için Kur’an her iki Cennet tasvirinde de ipek kıyafeti ortak tutuyor. Tâ ki, Cennet’in kalitesini, konforunu ve cismen rahatlık verici olduğunu bildirmek için… Hz. Peygamber (ASM), cilt hastalığı yaşayan Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman bin Avf ile Zübeyr bin. Avvam’a ( R. Anhuma) ipek gömlek ve kıyafet konusunda izin vermiştir.[1] Bu durum da göster ki, ipek elbise cilt için şifa ve huzur vesilesidir. Bu izahımız, işin zahir ve suret yönü itibariyledir. Ki bu yönüyle dahi itiraza mahal olmadığı görünüyor.

Hakikat boyutuyla konuyu ele alırsak, madem Âhiret hayatı hiç görülmemiş ve bilinmedik bir dünya ve hayattır. Ölümsüzlüğü, yaşlılığın olmaması, yorgunluk ve hastalık bulunmaması gibi sayısız ayırıcı özelliğiyle dünyadan bambaşka bir yerdir. İçinde bulunanların güzellik, kemal ve özellikleri ile de bu dünyadan kıyas kabul etmez derecede yüksektir. Hem madem Âhirete tahkîkan iman edilmesi dinin en büyük bir temelidir. Madem din, kendisini Allah’ın varlığı ve birliği ile Âhirete iman hakikatleri üzerine kuruyor. O halde din, Âhiret ve hayatını dünyadakilere anlatmak ve bildirmek zorundadır. Madem bildirecektir, fakat bildireceği şeyler dünyada emsali olmayan şeylerdir. O halde bu emsali olmayan şeyleri temsil, mecaz, teşbih ve saire yollarla ifade etmeye mecburdur. Bu manada Kur’anın Cennet’e ait ifadeleri hakkında farklı görüşler olsa da Hz. Peygamber’in (ASM) duasını alan ve sahabeler arasında Kur’anın tercümanı sayılan Abdullah ibn-i Abbas, “Muhkem âyetler, nâsih, helâl, haram, hudud, ferâiz ve iman edilip amel edilen hususlardır. Müteşâbih âyetler ise, mensuh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler, iman edilip, amel edilmeyen    hususlardır[2] hükmünü vermiştir. Yani “ Muhkem olmayan bütün âyetler müteşabihtir. ” İbn-i Abbas (R.Anhuma), Hz. Ali’nin (KV); Hz. Ali ise, bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) talebesidir. Yani bu söz bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) sözüdür, diye alınabilir. Çünkü Peygamber olmayan birisi, âhiret hakkındaki âyetler hakkında bu kadar kesin konuşamaz. Bu noktadan bakılınca, Âhiret âyetleri hakkında içlerindeki katmerli teşbihler göz önüne alınmadan tefsir yapılamaz ve Kur’anın kasdettiği mana anlaşılamaz, rahatlıkla diyebiliriz.

Müteşâbih âyetleri ele almada rehberimiz yine Hz. Peygamber’dir (ASM). Âhiret âlemleri berzah âlemi, rüya âlemi ve misal âlemi gibi bir yaratma sistematiğine sahiptir. Kanunları bir birine benziyor. Bu âlem ile, bağını kuramadan da anlaşılamazlar. Hemen herkesin temasta olduğu rüya âlemi ve misal âlemi bu manada dünya insanlarının Âhirete açılan ve orayı tanıtan penceresidir. Rüyaların dili, mantığı ve öğrettiği sistematik anlaşılırsa, Âhiret âyetleri de anlaşılabilir. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) rüyalar konusuna çok önem vermiş; her gün sahabelerine rüya gören olup olmadığını sormuştur. Görülen her türlü rüyayı dinlemiş; sâdık olanları genelde kendisi te’vil etmiş; bazen de Hz. Ebu Bekir (RA) gibi bu konuda ehil kişilere te’vil ettirmiş; rüya sâdık değilse, bunu belirtmiştir. Eğer kimse rüya görmemişse kendi gördüğü rüya varsa bunu haber verip te’vilini yapmıştır. Bu şekilde sahabelerde Âhiret âyetlerinin te’vili ve anlaşılabilmesine bir zemin hazırlamıştır. Kur’andaki gıybetin mahiyetini tasvir eden âyet, gıybetin rüya ve âhiret âlemindeki yansıyan ve kaydedilen suretini[3] bildirmekte; bize âhirette karşılaşacağımız manzarayı ders vermektedir.

Hz. Peygamber (ASM) rüyaların nasıl anlaşılması gerektiğine dair kuralları şöyle ifade eder: ” Rüyada gördüğünüz şeylerin isimlerini, o rüyayı yormada esas alın. Keza gördüklerinizin künyelerini veya kinaye mânalarını da dikkate alın. [4]

Bu konuyu Onun tabir ettiği şu rüyadaki tatbikatında görebiliriz: “ Ben bu gece, rü’yamda, kendimi Ukbe İbnu Râfi’in evinde imişim gördüm. Orada bana İbnu Tâb denen cinsten taze hurma getirildi.

Ben bu rüyayı şöyle te’vil ettim: ” Yükselme ( rif’at ) dünyada bizimdir, Âhirette ( ukbâ ) de hayırlı âkıbet bizimdir, dinimiz de tayyib ( hoş ) olmuştur.

Hz. Peygamber (ASM) buradaki Râfi ismini, yükselen ve yükselici manasıyla ele alarak, “ Yükselme dünyada bizimdir. Biz yükselişin çocuğuyuz ve yükseliş evindeyiz ” diye te’vil ediyor. Ukbe ismini ise, sonra gelen ve peşinden takip eden manasıyla ele alarak “ Âhirette de hayırlı âkıbet bizimdir ” diye te’vil ediyor. Ki Kur’anda Âhiretin ve Âhiretten sayılan berzah ve mahşerin de bir adı “ ukbâ ” dır. İbnu Tâb cinsten taze hurma, kısmını ise “ İslam dini, hakikat denilen hurma ağacının Asr-ı Saadet’te insanlığa verdiği taze ve hoş meyvedir ” diye te’vil ediyor. Meyve vermesi ile kemale erdiğini, meyvesinin ise olgunlaşmaya başlayan hoş ve tatlı bir kıvamda olduğunu ifade ediyor.

Söz konusu âyetlere bu hakikat penceresinden bakarsak altın bilezik ve ipek elbise konusunu şöyle alabiliriz: İpek kelimesinin Arapçası, “ harîr ” dir. Bu kelime, hürriyet ile aynı köktendir. Burada Mutaffifin suresi 36. Âyet bize anahtar oluyor. Âyet: “ Hel süvvibe’l-küffârü mâ kânu yef’alûn ” ( Kâfirler, yaptıkları yanlış fiilleri giymiyorlar mı? ) Yani insan, yaptığı fiilleri birer elbise gibi giyecek… Eğer fiili haramsa, ateşten bir gömlek veya katrandan bir elbise olarak onu giyecek… Haram fiiller konusunda takvası ise, onun ipek elbisesi olacak. Yani nefsaniyet prangası ve enâniyet bukağısından hürriyetinin alameti manasında harîr’den olacak. Ki Kur’anda Cennet bu manada takvalı kişilere vaad edilmiştir. Hocamızın itirazcı olduğu Fâtır suresinde bahsedilen Adn Cennet’ine ise, özel takvalı kişiler girecekler.

Evet rızık, cismi ve hayatı beslemek içindir. Elbise ise, aslî manada hayatı korumak ve tâlî manada hayatı güzelleştirmek içindir. Bu açıdan maneviyatı koruma muamelesi olan takva hakkında Kur’an “ ve libasü’t-takva ” der.[5] O halde, kişinin takvalı bin bir çeşit ameli Cennette onun için ipek ve saire elbise olur. Kişi de nefsaniyet ve enâniyetten tamamen kurtulduğunu harîr ( ipek ) giyerek gösterir. Bu manada ipek, insanın iç dünyasındaki nefsâniyet-şahsiyyet-enâniyet[6] zulümatından nura çıkışının; dış dünyada bulunan madde-tabiat-tesadüf karanlıklarından tevhid nuruna yükselişinin alameti ve sembolüdür. Takva, insanın ebediyet ve hürriyet elbisesi olduğu gibi, sâlih ameller de onun ebedî rızık ve içecekleridir. Sâlih amellerden de insana çeşit çeşit rızıklar hazırlanır. Şükründen, üzümler; marifetinden, erikler, imanından ekmekler v.s. yiyecekler hazırlandığı gibi ilminden, sütler; zikrinden, ballar; aşkından şaraplar yaratılır.[7]

Altın ve gümüş ise, rüya ve sembol ilminde Allah’a yakınlığın 2 çeşidine işaret eder: Kurbiyet ve Akrebiyet…[8] Kurbiyet, fikir ve zikir ile Allah’a yakınlık kazanmaya çalışan, Hakikati arayan ve bu sayede Allah’a bir derece yakınlık elde eden kulların elde ettiği yakınlıktır. Buna “ kurb-u kalb ” de denilir. Ehl-i tasavvufun tespit ettiği üzere, zikirle Allah’a yaklaşmak “ velâyet-i suğra ”; fikirle Allah’a yaklaşmak “ velâyet-i vusta ” dır. Burada elde edilen gümüş bilezik ve manevi meslek ise, marifetullah ve muhabbetullahtır. Akrebiyet ise, Allah’ın huzurunda acz ve hiçliğini hissetme, Onun dergâhında bir ümmî olarak aklının ve kalbinin çaresizliğini yaşamakla hakikate ruhunda ayna olmaya erişen, iç dünyasındaki 3 karanlıktan nura çıkanların elde ettiği yakınlıktır. Buna “ kurb-u ruh ” da denilir. Ki bu yakınlık, “ Allah’ın kuluna her an var olan yakınlığının keşfedilmesi ve anlaşılmasına ” dayanır. “ And olsun ki insanı Biz halk ettik. Ona nefsinin verdiği vesveseleri biliriz. Biz insana şah damarında daha yakınız ” ( Kaf suresi, 16 ) âyeti ile “ Ölüm ânındaki kişiye Biz sizden daha yakınız ( ve nahnu akrabu ileyhi minküm ) fakat siz göremezsiniz ” ( Vakıa suresi, 85 ) âyeti bu yakınlığı ders verir. Burada elde edilen altın bilezik ve manevi meslek ve meşreb ise, Allah’a karşı haşyet ( edep ve korku dolu bir ruh hali ), huşu, ilim ve şevktir.

Altın ve gümüşün sembolizminin diğer bir yönü ise, iletkenlik noktasında en ileri metaller olmalarıdır. Altın hem az bulunması hem en iyi iletken olması noktasından en kıymetli metaldir. Bu âyetteki teşbih yönü, iletkenliktir. Altın ve gümüş, elektrik ve ısıyı ilettikleri gibi, Allah’ın veli ve ihlaslı âlim kulları da elde ettikleri velayet mertebeleri ile, diğer insanlara karşı kalp aynalarında yansıyan Samediyet cilvesi içinde Allah’ın marifet nurunu ve muhabbet hararetini; ruh aynalarında yansıyan Ehadiyet cilvesi içinde Allah’ın ilim nurunu ve şevk ateşini diğer insanların akıl-kalp-ruhlarına iletmeleridir. Bu sayede Allah’a ayna olarak tevhidi yaşamaları, sözleri-halleri ve hayatları ile Allah’a diğer insanları yönlendirmeleri ve Onu sevdirmeleridir. Yani ihlaslı bir Rabbânî olmalarıdır.

Evet Allah, insanı kendine ayna olsun; kendi üzerinde görünen İlahî güzellikleri tevhid şuuru ile Ondan bilsin, teslim şuuru ile de Ona ait olduğunu dış dünyaya ilan etsin diye yaratmıştır. Bu açıdan insanın yaratılış sırrı olan “ halifelik ” tam manasıyla Allah’a aynalıktan ibarettir. Aksi takdirde Kendisine ortak koşuyorlar diye nice kavimleri helak eden, dünyayı onlara Cehennem’e çeviren Kahhar-ı Zü’l-Celal’in meleklerden Hz. Âdem’e (AS) secde etmesini istemesinde sonsuz bir çelişki olurdu.

Bu hakikatli yönlerden bakıldığında Cennet’e girip altın ve gümüş bilezik takarak ipek elbiseler giyerek yürümek:

  • nefsâniyet-şahsiyyet-enâniyet gibi enfüsî, madde-tabiat-tesadüf gibi âfâkî “ âlem-i halk ”ın zulümat zindanlarından kendi özündeki kalb, ruh ve sır gibi “ âlem-i emir ” donanımlarını kurtararak hakiki tevhid, hakiki teslimiyet ve hakiki tevekküle eren…
  • Allah’ın velayeti altına girip kendisine bakıldığında Allah’ı hatıra getiren şeffaf bir ayna seviyesine erişen…
  • Allah’tan başkasına karşı bir minnet-i kalbiye ve zillet-i ruhiye hissetmeyen hakiki hürriyet sahibi “ guy ” (adam)[9] olanların işidir. Nefsâniyetin dibine yuvarlanmış “ gay ” lerin değil… İsterse Mustafa hocamız giymesin…

[1] Buhârî, Cihâd, 91; Libâs, 29.

[2] es-Suyüti, a.g.e, 2,3; Abduilah b.Mahmud en-Nesefı, Tefsiru’n-Nesefi, Beyrut,146; ez-Zerkani, a.g.e, 2, 276.

[3] Hucurât suresi, 12.

[4] Kütüb-ü Sitte. Râvi Hz. Enes (RA).

[5] A’raf suresi, 26.

[6] Kur’anın geliş gayesi, “ İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp Allah’ın velayeti altına sokmaktır. ” ( Bakara suresi, 257; İbrahim suresi, 1 ) Âyetteki zulümât lafzı, “ en az 3 karanlık tabakası ” demektir. Nefsâniyetin derdi, madde ve menfaattir. Şahsiyetin derdi, meziyetleriyle toplumda imtiyaz kazanmaktır. Enâniyetin derdi ise, faziletleriyle diğer insanlardan üstün olmaktır. Bu 3 karanlık tabakasını aşabilenler, Kuddus ismini ve kudsiyet hakikatini; Ferd ismini ve ferdiyet nurunu; Hüve ismini ve hüviyet sırrını idrak edebilir; bu sayede enfüsî tevhid hakikatini bilir-hisseder-yaşayabilirler. Aksi takdirde, kendilerinde boğulup kalırlar. Firavun, Nemrud ve Şeddad gibi…

[7] Bu meseleye dair Zâriyat suresindeki Cehennem ehli için denilen “ Zûku fitnetekum ” ( Fitnenizi tadın ) âyeti delildir. Fâsid bir amel olan fitne, Cehennem zakkumu olur; onlara yedirilir. Mefhum-u muhalifiyle de sâlih ameller, Cennet’in rızıklarının kendisinde büyüdüğü ağaçlar olur.

[8] Rüya ve âhiret ilmine vâkıf Bediüzzaman Said Nursi, gümüş ve altın ile, kurbiyet-akrebiyet ilişkisini aynen bu şekilde ele alıp işlemiştir. Bakınız, Lem’alar, 4. Lem’a, 4. Nükte.

[9] Kudûs-u Selam olan Allahu Teala Tevbe suresi 108. âyette böyle kalb taharetiyle maneviyatını cilalayanları “ ricâl ”  ( adamlar ) diye isimlendirir.