Kategori arşivi: Haberler

İktisad, Hırs, Kanaat ve İhlas-2 (İktisad Risalesi 7. Nükte’nin Şerhi)

Üçüncü Netice: Hırs İhlâsı kırar… Amel-i Uhreviyeyi zedeler. Çünkü: Bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccühü nâsı ister. Teveccühü nâsı müraat eden, İhlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cây-ı dikkattir.

[ Hırsın, 3. Zararı ihlası kırmasıdır. İsraf, hırsa yol açar. Hırs ise, ihlası zedeler. Nasıl? Çünkü hır, Hücumat-ı Sitte’ye göre kişiyi tamahkârlıkla avlanacak bir konuma düşürür. İhlası ayakta tutan 2 unsur bulunuyor: Sırr-ı Ehadiyet ve Sırr-ı Samediyet

Sırr-ı Samediyet, istiğna ve itminandır. Sırr-ı Ehadiyet, rıza ve Hakkın teveccühüdür. Bu noktada hırs, sırr-ı ihlas olan kudsiyeti, menfaatsiz ve nefissiz iş yapmayı engeller. Maddi bir karşılık bekler hale getirir. Eğer kişi ehl-i takva ise, halkın teveccühünü arattırır. İltifat ve takdir bekletir. Halkın teveccühünün arkasında derinlerde şöhret ve hubb-u cah arzusu, neticede de dünyevi itibar, servet ve şeref bulunur. Bu manada hırs, maddiyata girerse orasını, maneviyata girerse orasını berbad eden bir beladır. İnsanın içine hırs girdi mi bir şeylerin vazgeçilmezleşmesi, olmazsa olmaz olması ve putlaştırılmaması kaçınılmazdır. Hakka sonsuz iştiyak için verilmiş olan hırs duygusu, insanı halkın esiri, azad kabul etmez kölesi haline getirir. İhlas ise insanı bütün maddi ve manevi bağ ve beklentilerden kurtaran iksir ve ilaç oluyor.

Üstad hırsın manevi neticesi için uyarıyor: Bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccühü nâsı ister. Teveccühü nâsı müraat eden, İhlâs-ı tâmmı bulamaz… Maddi beklentiyi aşmak kişiyi “halis”, manevi beklentiyi aşmak ise “muhlis” yapıyor. İlki sırr-ı Samediyete; ikincisi sırr-ı Ehadiyete aynalık kazandırıyor. Peygamberlerin halklarından bir ücret talep etmemelerine dair âyetler bu konuya vurgu yapıyor. ]

Elhâsıl: İsraf, kanaatsızlığı intac eder. Kanaatsızlık ise çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar; hayatından şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir.

(Hâşiye): Evet, hangi müsrif ile görüşsen şekvâlar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da, yine dili şekva edecektir. En fakîr, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen; şükür işiteceksin.

[ İsraf, şikâyetin ve söylenmenin de kaynağıdır. Çünkü israf eden kişi, elindeki imkânların ve meşru kazancın ona yetmediği algısına kapılır. Kanaatsizlik doğar. Bu ise o işi yapmaya dair şevki kırar. İnsana daha kazançlı ve kolay yollar aratır. Kumar gibi… Kişi kendini tembelliğe atar. Tembellik ise, kişiye işe yaramazlık hissi ve algısı verdiği, insan kendi özünde kendini değersiz hissettiği için hayatından şikâyet etmeye başlar. Faraza kazanç elde etse de bedava ve haksız şekilde elde ettiği için o kazancın kıymetini bilemez; bilemediği için de israf eder. Sonra elinden çıkan o bol ama gayr-ı meşru parayı da dikkatsiz kullandı diye kendi kendini yer bitirir. Bu manada israf, şikâyetin anasıdır. İsrafa yakasını kaptıran kişiler, ne kadar zengin de olsa “yetmiyor, yetmiyor” diye şikâyet ederler. Çünkü hırstan dolayı gözü daha yukarılarda olduğu için bütün dünya ona verilse o kişi şikâyetten vazgeçemez. Şikâyetten kurtulmanın tek çaresi hırs ateşini söndürmek ve kendinden kötü haldekileri ona gösterip haline şükrettirmektir. ]

Hem İhlâsı kırar, riya kapısını açar.

[Hırs, Hakkın rızasını aramayı bıraktırır; halkın rıza ve teveccühünü arattırır. Bu ise kendini halka sevdirmeye; bu ise onlara kendini sevdirecek şekilde görünmeye ve davranmaya yol açar. Bunun adı ise ‘riya’ dır (gösteriş). İhlas, sonsuz itibar ve ebedî şahsiyettir. Buna mukabil israf hırsa, hırs ise riyaya yol açıyor. Kişi riyakârlıkla maddi ve manevi itibarını, haysiyetini, şerefini, izzetini kaybediyor.]

Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

[Hırs, dilenciliktir. Maddi ve manevi açıdan… Maddisiyle insanların ekindeki meşru kazançlarına göz diker. Onlara ulaşmak için her türlü kılığa girer. Bir dilenci gibi… Manevi açıdan ise hırs takdir, iltifat ve yöneliş dilenciliğidir. İnsanların onu sevmesini ister. Bunun da temelinde şefkat arayışı… Onun da temelinde adını koyamadığı sayısız korku ve çaresizliği yatar. Hırs ve dilencilik arasında zaruri bir ilişki bulunuyor. Hırs ırmağı, dilencilik denizine dökülüyor.]

İktisad ise, kanaatı intac eder.

Hadîsin sırriyle; kanaat, izzeti intac eder.

[ İktisad, elindeki imkânları en zaruriden en gereksize doğru şuurluca kullanmaktır. En önce zaruri ihtiyaçlarına harcadığı için başka insanlara muhtaç duruma düşmez. Onu da karşılayacak durumu yoksa zaten Cenab-ı Hakk, zenginlerin malında ona bir hak tayin etmiş. Bu dilencilik değil, fakirliktir. İmkânları zaruri ihtiyaçlarına yeten kişi, sefalete düşmez. Yaşamak için başkasına muhtaç olmadığından dolayı bir izzeti ve sosyal hayatta bir itibarı oluşur. Zillete (gölge gibi silik bir şahsiyete) düşmez. İzzet, kudreti olanda olur. Kudret ise, zaruri ihtiyaçlarını gideren kişide görünür. Kendini ve aile efradını beslemek ve korumak gibi… Yani yaşamının devamında kimseye muhtaç olmamak bir kudret ve izzettir. Kanaat, elindeki imkânlarla susuzluğunu gidermektir. Susuzluğu giden başka suya ihtiyaç hissetmez. Bu manada iktisad kanaate yol açar. Kanaat ise, izzete yol açar. Tamahkârlık ise, zillete ve sefalete kapı aralar. Kanaat ve izzet arasında da bir geçiş var. Kanaatkâr olanın izzetsiz olması mümkün değil. En azından manevi izzet ve iktidarı oluşur. Fakat burada bir nokta var: İktisad lüks bir hayatın garantisi değildir. Şu anki medeniyet, insanlığı lüks hayata alıştırıyor. Onlara müptela ve tiryaki ediyor. Onlarsız yaşayamayacağı algısına onu kaptırıyor. Bu akıntıya kapılan kişi, ne kadar uğraşırsa uğraşsın lüks ihtiyaçlarını asla tatmin edemez. Çünkü lüksün ve kalitenin sınırı yoktur.]

Hem sa’ye ve çalışmaya teşci eder. Şevkini ziyâdeleştirir, çalıştırır. Çünkü: Meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırriyle, ikinci gün yine çalışır.

[ İktisad ve kanaatle, elde ettiği cüz’î ücretin ona kâfi geldiğini gören kişi, işine devam etmek ve onu kaybetmemek ister. Mühim olan hayatını devam ettirmektir, mantığına erdiği için keyfini erteleyip şevk ile zaruri ihtiyaçlarını temin için çabalar.]

Müsrif ise; kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

[ İsraf öyle bir ateştir ki hırsla her şeyi yer bitirir. Hazıra dağ dayanmaz meselesi… Bu çukura düşen kişinin akıbeti ya tembellik ya hırsızlık ya kumardır. ]

Hem iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında dâima şâkir olur.

[ İnsan elindeki imkânların zaruri ihtiyaçlarına yettiğini ve hayatını devama vesile olduğunu gördüğü an, mutlu olur. Haline şükreder. Aç değiliz, açıkta değiliz, kimseye muhtaç değiliz mantığıyla şükrü yaşar. Onun bu şükrü, onun daha ileri nimetlere mazhar olmasına vesile olur. “Le in şekertüm le ezîdenneküm[1] ( Eğer verdiğim nimetlere şükrerdeseniz elbette nimetimi artırırım) âyetinin bildirdiği üzere… Şükür bir kapı, şekva bir kapı… Şükür kapısının anahtarı, kanaat; şekva kapısının anahtarı, tama’dır. ]

Hem kanaat vâsıtasiyle insanlardan istiğna etmek cihetinde teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riya kapısı kapanır.

[ Kanaat doyma, susuzluğunu giderme olduğu için insan diğer insanlara ve ellerindeki mala gözünü dikmez. Elindekiyle mutmain olur. Bu ise, halka karşı istiğna hissine yol açar. Halka muhtaç olmayan, elindeki imkânlara da muhtaç olmaz. Bu ise, onun halkla ilişkilerinde daha dik durmasına, ihlasına yol açar. Nefsi ve arzuları amelini, hizmetini bulandırmaz. Bu manada her peygamberin bir meslek ve gelir sahibi olması önemli bir hakikattır. Halka muhtaç değil ki peygamberliği bir gelir kapısı yapsın, insanların malına-mülküne muhtaç olsun. Şahsen peygamberlerin bu sünnetine tabi olarak hizmet etmeye çalışıyorum. Rabbim ihlastan ayırmasın, kimseye muhtaç kalmayacak bir rızık ve gelir kapısı da bizlere versin. Kazancımıza da bereket ihsan eylesin. Âmin. ‘Fakirlik küfür olayazdı’[2] hadisi, çok ciddi bir hakikati bildiriyor. Fakirlik şiddetlendikçe, insanın Allah’ın rahmetine karşı güveni sarsılıyor. O halde iş bu raddelere varıyorsa ihtiyacın derecesine göre insanın iç dünyasında korku ve hüzün şeklinde ateşler, ihtiyaca göre, yanmaya başlıyor demektir. Onda küfür olur, bizde ise hırs ve tamah olur. İnsan maddi ve manevi bir yapı sahibi olduğu için her iki tarafı da beslemek, korumak gerekiyor. Yoksa sıkıntılar ortaya çıkıyor. ]

İktisadsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dâirede müşahede ettim. Şöyle ki: Ben, dokuz sene evvel mübârek bir şehre geldim. Kış münâsebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin oranın müftüsü birkaç def’a bana dedi: “Ahalimiz fakîrdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar dâima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. FESÜBHANALLAH dedim, bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkındedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzımgelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakîkatların derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakîkatla anladım. İktisadsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber o merhum müftü “Ahalimiz fakîrdir” diyordu.

Evet zekât vermek ve iktisad etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıât vardır…

[ İsraf hırsı körükler; hırs ise zekât vermeyi engelleyecek bir ruh halini insanda uyandırır. Malım bitecek korkusuyla insan zekât veremez hale gelir. İktisada riayet, berekete, imkânlarını en verimli şekilde kullanmaya yol açar. Buna mukabil israf, harcamada öncelik-sonralık sırasını bozar. 3000 TL maaş alıp 5000 TL’Lik cep telefonu alan adam gibi… Bu durumda kazancı insanın işe yaramaz hale gelir. Zekât, insanın kalbindeki mal sevgisi gibi duyguları temizler. Nefsin, cimrilik gibi kötü duygularını arındırır. İnsanların hayır duasını kazandırır. Eğer tüccar ise, fakir halkın ve zenginlerin arasında bir itibar, meşru bir şöhret kazanır, kendisi hakkında bir güven halkası oluşturur. Zekâtını veren kişi, helal-harama dikkat edeceği, sözünde ve ahdinde sâdık olduğu için sosyal çevresini kendisi inşa eder. Bu durum onun ticaretini çoğaltır. Verdiklerinin kat kat fazlası ona geri gelir. En azından malına bereket inecek şekilde fakir fukaranın hayır duasını alır. İsraf, zekât vermemek gibi büyük günahların anası olur. Oysa hadis var: “ Zekât vermeyen kişinin namazını Allah kabul etmez. Kur’anda Allah namaz ile zekâtı beraber tutmuş, siz de beraber tutun.[3] Zekatın bir çeşidi olan fitre hakkında da Peygamberimiz (ASM) şöyle der: “ Kişi fitre vermediği sürece orucu sema ile arz arasında muallak kalır. Fitre verince semaya yükselir [4] diyor. İnsan, nefis ve malından ibaret olduğu için Allah bu ikisinin ibadetlerini bir birinden ayrı görmüyor ve tutmuyor. Namazı, zekat ile; orucu, fitre ile; haccı, kurban ile bağlamış. Bu şekilde nefsini ve malını Allah’a satmak ifadesi tam yerini buluyor.

Bütün israfların kaynağı insanın iç dünyasında başladığı, bedenini idare edemeyen kişi başkalarını da idare edemeyeceği için, bedendeki israf ise yeme-içmede olduğu ve başladığından Üstad meseleyi tekrar bu konuya getiriyor. İnsanın dengesiz beslenmesi, nefsini azdırır. Bütün kontrolü öfke ve şehvet merkezli olarak nefs-i emmâre ele geçirir. Öfke ve şehvet hırsı ile, insana her şeyi yaptırır. O hırs peşinde elindeki imkânları da israf ettirir. Bu noktada oruç, bir yeme-içme terbiyesi olmasıyla içteki bütün hararet ve ateş çeşitlerini söndürür, hırsı da dindirir. Bu noktada oruç dengeli bir beslenme modelini insanlara öğretir. İki öğün… Sabah akşam… İyice acıkınca yedirir… ]

İslâm Hükemâsının Eflâtunu ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sinâ, yalnız tıb noktasında

Âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

Yâni: “İlm-i Tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yâni, kolayca hazmedeceğin mikdarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”[5] (Hâşiye)

Cây-ı hayret ve medâr-ı ibret bir tevâfuk: İktisad Risâlesini, üçü acemî olarak beşaltı ayrı ayrı müstensih, ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elifleri düşünmeyerek yazdıkları her bir nüshânın elifleri; duâsız elli bir, duâ ile beraber elli üçte tevâfuk etmekle beraber; İktisad Risâlesinin tarih-i te’lif ve istinsahı olan Rûmîce elli bir ve Arabî elli üç tarihinde tevâfuku ise, şübhesiz tesadüf olamaz. İktisattaki bereketin kerâmet derecesine çıktığına bir işârettir. Ve bu seneye, “Sene-i İktisad” tesmiyesi lâyıktır.

Evet, zaman iki sene sonra bu kerâmet-i iktisâdiyeyi, İkinci Harb-i Umûmîyede her taraftaki açlık ve tahribat ve isrâfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbûr olmasiyle isbat etti…

[1] İbrahim suresi, 7.

[2] Beyhakî Şuab; Taberânî, el-Evsat.

[3] Taberani.

[4] Ebu Hafs.

[5] Yâni vücûda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır…

RÛHUN DUYGULARINA DAİR BİR TAHLİL

Son devir ilim, hikmet, irfan, maneviyat ve cihad erbabından olan Üstad Bediüzzaman Said Nursi, insan ruhunun his boyutunu, bu boyuta dair sırları Lem’alar isimli kitabında, özellikle 17. Lem’ada işlemiştir. Bu lem’anın 14. Notası 4 Remiz halinde ruhun yönelişlerini inceler. İlk remiz, ruhun zaman ve mekan-üstü yapısını; ikinci remiz her ruhtaki aşk-ı beka duygusunun ve tatmin çaresini; üçüncü remiz ruhun hislerinin özelliklerini ve hassas yapısını; dördüncü remiz ise, marifetullah ve tevhid sırlarına dair tefekkür ve zikir ile ruhun gelişme seyrini, manevi hayat mertebelerini ele alır.

Bu makalede 3. Remiz’i ele alacak, bu metni hem zahir cephesiyle, hem remzettiği hakikat ve sır boyutuyla inceleyerek Bediüzzaman’ın ruha dair tespitlerini ortaya koymaya çalışacağım:

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki:

Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini (ruhani özelliklerini) onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi (çoğunluğu) içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder (kapsar).

Bu bölüm, insanın ilmî mahiyetinin Ehadiyet tarzında olduğunu işliyor. Ehadiyet, okyanusu alır, cem eder, bir bardağa sığdırır. Okyanus sığmazsa, bardağı bir ayna yapar; okyanusu, bardakta en azından yansıması, sureti ile gösterir. Bu şekilde onu manevi ve ilmî olarak bardakta gösterir. İşte aynen bunun gibi Cenab-ı Vahid-i Ehad, yarattığı bütün âlemleri bir okyanus gibi, insanın ruh aynasında ilim bazında cem etmiş. Bu cem haliyle insan ruhu geçmiş-gelecek bütün âlemleri içinde hisseden bir çekirdektir. Dünyaya ekilir, ta ki açılsın ve âlemlerden bir âlem olsun. Bu ise hakiki ilme mazhar olmak, ilmiyle amel etmekle mümkündür. İlim, ruha kadar sindirilirse, kişiye bir nur verir. O nur ile, hakikati ve İlahi tecellileri âlemde temaşa edecek bir seviyeye yükselir. Temsildeki göz misali… Fakat bu yön çok hassastır, o nur kıl kadar ufak bir günahta, göz ile işlenen bir hatada, sönüp gider. O yüzden ruhun nuru, göz takvasına bağlıdır. Bu takva ile nura erenler, hakiki âlimler ve hak katında “âlem” olanlardır.

Üstad ruhun bu engin potansiyelini anlatmak için vurgu yapıyor: “ Bazan dünyaya yerleşemiyorsun. ” Yerleşemez çünkü o anda ruh kendini ifade ediyor. Hem diyor: “ zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde… ” Ruh için dünya bir zindandır. Sıkışıklık yeridir. Mümin ruhu, bunu tam hissettiği için “ Dünya müminin zindanıdır.[1] Zaman zaman of of dememizin arka planında bunlar yatıyor. İnbisat-ı ruhîye fikir ve zikirle erişenin yüzü değil tâ gözünün içi sevinçle güler. Ruhun potansiyelleri damlalıktan havuzluğa, havuzluktan göllüğe, göllükten denizliğe ve denizlikten okyanusluğa doğru inkişaf ettikçe insan mes’ud olur. Ruhuyla Allah’ın nuruna ve lem’alarına ayna haline gelir. Ruhun büyümesini gösteren bu boyutlar Vâhidiyet tecellileridir. Vâhidiyetin, mutlak boyutuna doğru bu şekilde genişleyen bir ruh, kendini genişlediği nisbette güvende hisseder. Çünkü bu genişleme o âlemlerin de tevhid ile Allah’ın kontrol elinde olduğu şuuruna kişiyi eriştirir. Tevhidi hissetmek, hem güven verir, hem kişiye kuvvet kazandırır.

Ruhun aslî yapısı Ehadiyettir. Eğer Vahidiyet dairesini hissedip gelişemezse bu sefer ufak ve anlık şeylere, odaklanır. Onlarda bu sefer sonsuz şekilde dalmak ister. Bu nokta çok tehlikeli… Bazen tek bir zevk için iki cihanını yakar. O derecede odaklanıcı, kör ve sağır olur. Akıl, kalb gibi dünyaları yutan yönlerini duymaz. Mutluluğu o zevkte, o küçük heyecanda, o farklı lezzette arar. Mutluluğu orada bulacağını sanıyor. Fakat tattıktan sonra görür ki o zevk ve lezzet yeni bir prangaymış. Ruhun gırtlağını daha da sıkar. Tekrar of of etmeye ve eskisinden daha derin ve yanık oflama, günahından dolayı kendini mücrim ve bedbaht hissetmeye başlar. Tam bir yeise düşer. Bu noktada ruhun şifası, ümittir.

Ruhun Ehadiyetle odaklanıp fani olacağı, kendini kaybedeceği, Baki-i Vahid-i Ehad’dir. Odak merkezi yanlış tayin edilince kişi bu sefer zevk ve lezzette anlık bir mutluluk hissettiği için kendi cismine ve canlılığına âşık oluyor. Aşk-ı beka ile onu korumak istiyor. Aldığı cüz’î zevki biraz daha uzun alabilmek için ya daha yoğun zevk veren farklı dozda uyuşturuculara veya süreci biraz uzatabilen mutluluk haplarına kendini kaptırır. Adı da ilginç… Onlar mutluluk hapları değil, kullananların ruhunu boğan, nefes aldırmayan birer boyun prangasıdır. Bir tasma gibi nefis köpeğini peşinden sürüklüyorlar.

Bu tarz şeyler “bir dal sigara, bir fırt çek” gibi ufak şeylerle başladığı için Üstad:  hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırmadiyor. Üstad insan fıtratını çözmüş. Baştaki Fâtır-ı Hakîm tabiri zaten bu kısmı ifade eder: Sende bir fıtrat var ve bu fıtrat kendini öyle veya böyle ifade edecek. Ya hodbinlikle kendine ve zevklerine odaklılık tarzında veya hudabinlikle Allah’a ve Onun rızasına odaklılık şeklinde… Hiç kimse bu kanunun dışına çıkamaz, diyor.

Bir lokma: Bir haram lokma diğer haram lokmaların başlangıcıdır. Her büyük yanlış küçük yanlışlarla başlar. Dün komşusunun yumurtasını çalan, bu gün tavuğunu, yarın kasasını, öbür gün devletin hazinesini çalar.

Bir kelime: Bir kez söylenen bir yalan diğer yalanların anası olur. O yalanı anlaşılmasın diye başka yalanlara girer, yalancı olur çıkar. Yalan büyüye büyüye kişiyi Allah’ı yalanlayan bir münafık haline kadar getirir. Kişi nasıl münafık oldu? O bir kelimeyi söylemekle…

Bir dane: Haksız elde edilen bir küçük çekirdek, bir tohum kişinin haram lokma yemesine yol açar. Farkında bile olmaz. Önem vermez. Fakat dane de olsa haram haramdır. Haramı ise ateş temizler. Bu açıdan “ helallik alma” kültürü önemli bir meseledir.

Bir lem’a: Bu da manevi tuzaklarla ilgili… Bir lem’a hükmünde bir rüya veya aklına görünen muhtemel bir mana ile yoldan çıkan veya çıkmaya başlayan çok kişi var. Rüyasında kendini Mehdi görüp gerçek Mehdi zanneden birçok insan var. Kur’an ve hadisten aklına görünen farklı bir mana ile kendini farklı hissetmeye başlayan ve bu farkı çevresine hissettirmek için Ahiretini berbat eden çok kişi oluyor. Şahsiyetçilik ve ego-santriklik hastalıklarıyla…

Bir işaret: Maddi ve manevi de olabilir. Karşı cinsten gelebilecek bir işaret, bir ses, bir görüntü kişiyi alabora edebilir. Odaklanma olursa zaten iş kopmaz bir bağ haline gelebilir. Genç bir sahabe olan Şekel bin Humeyd (RA) Resulullah’dan (ASM) bir dua öğretmesini istiyor. O da şunu öğretiyor: “ Allahümme inni euzü bike min şerri sem’î ve min şerri basarî ve min şerri lisanî ve min şerri kalbî ve min şerri meniyyi[2] ( Allah’ım kulağımın şerrinden, gözümün şerriden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve menimin şerrinden sana sığınırım. ) Yani karşı cinsten duyduğun namahrem ses sahibine dönüp bakma! Bakarsan beğenirsin ve konuşmak istersin. Konuşursanız bir birinizi seversiniz. Severseniz zina etmek istersiniz… Hata nereden başladı? Bir işaret hükmünde olan bir sese dönüp bakmayla!

Bir öpme: Burası zaten açık. Sırf medeniyet icabı diye bir kez tokalaşma ile nice aileler yıkıldı. Yıkılır da… Çünkü bir reaksiyonu başlatmış oluyoruz. Zincirleme şekilde, domino taşları gibi bir birini etkiliyor. Ufak hatalar, muazzam yanlışların başlangıcı oluyor. Piknikte yakılan ateşin 1.000.000 ağacı yakan bir yangına dönüşmesi gibi… O yüzden Kur’an diyor: “ Velâ takrabu mâle’l-yetîm[3] ( Himayeniz altındaki yetimin malına yaklaşmayın), “ velâ takrabu’z-zina[4] ( Zinaya yaklaşmayın. )

Remiz yönü: Üstad Bediüzzaman bu metinde ruha ait iki sırrı açıyor: Ruhun, Vahidiyet cephesi var. Bu cephe ile hükmetmek, geniş alanlarda yayılmak, emretmek, sözünün geçmesini istemek ve bunu görmeyi arzu etmek her bir ruhta temel bir arzu olarak var. Bu açıdan kalıbı da, kalbi de, bedeni de, dünya da ona dar geliyor. Daha geniş yer istiyor. Yani mekan değil zaman-üstü olmak istiyor.

Diğer sır ise, ruhun Ehadiyet cephesidir. Bu cephesiyle ruh odaklanıcıdır. Hatta kilitlenici, saplantılı bir ruh hali sergileyebilecek bir yönü var. İlk yönüyle her şeye ulaşmak ve her şeydeki birliği görmek istediği gibi, bu yönde ise bir şeyde her şeyi görmek ister. Her şeyin ve kendisinin Allah nazarında değerli olduğunu görmek ister. Her ruh için en büyük teselli, birilerinin nazarında önemli olmaktır. Önemli olana yönelindiği ve iltifat edildiği gibi, ruh da aynı şekilde iltifat, takdir, beğeni ve değer görmek ister. Allah’ın ona değer verdiğini hissetmesi ruhun en büyük saadetidir. Onun sevgisini, Onun yanında olduğunu ve Onunla olduğunu her an hissetmek ruha hem teselli verir, hem huzur kazandırır, hem güven duyurur, hem kuvvet olur.

Vahidiyet yönüyle gelişme, ruhun celal sıfatına ve Celâlî isimlere ayna olmasını sağlar. Ehadiyet yönüyle gelişme, bir şeyde her şeyi bulma, ruhu hem mutmain eder, hem cemal sıfatına ve Cemâlî isimlere ayna haline getirir. Bu şekilde, insan Vahidiyet içinde Ehadiyet olan “Vahdâniyet” e ruhuyla ayna olduğu gibi, Celal içinde Cemal olan “kemal” e de ruhen mazhar olur. Ruh için kemal, Vahdâniyete mazhariyettir. Bu mazhariyetle Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın boyutuyla Allah’ın onu kuşattığını hakkalyakin bilip hissedecek hale gelir.

Bu durumda bir cam parçası gibi cismiyle bütün gökleri ve manevi âlemleri kendinde cem eder, yansıtır. Hem hafızası, sayısız ilimlerin mahzeni ve Levh-i Mahfuz’un bir aynası haline gelir. Bu şekilde ezelden ebede kadar sayısız ilimler onda görünebilir. Bu manaya mazhar olan Hz. Ali “ Evvellerin ve âhirlerin ilimlerini benden sorun ki size haber vereyim ” der.[5] Haber verdiği her şey ise, hakikatin ta kendisidir. Demek Allah onun ruhunu bu şekilde nurlandırmış.

                                                                                                                                                                      Erdem AKÇA

[1] Müslim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2:197, 323, 389, 485.

[2] Ebû Dâvûd, Vitir 32; Tirmizî, Daavât 74.

[3] En’am suresi, 152.

[4] İsra suresi, 32.

[5] Celcelutiye ve Ercûze Kasideleri.

NURLAR ŞİİRİ

NURLAR ŞİİRİ

Nurları aldım elime,
Hakikat oldu ayan.
Okudum kelime kelime,
Dedim ne güzel bir beyan. 

Nurlar ile biz, cihad ederiz.
Fethedip kalpleri, ferah ederiz.
Nurları okur, rahat ederiz.
Niza’ değil ikna ederiz.

Nur-u Kur’ân elimizde,
Özümüzde, sözümüzde.
Tefsir-i Kur’ân’dır bu,
Risale-i Nur gönlümüzde.

Aldım elime Sözler’i.
Hep hakikat özleri.
Besmele ile başlayıp,
İhya etti bizleri.

Aldım elime Kastamonu.
Baktım içi hep dopdolu.
Her mektup ayrı feyiz,
Ayrı bir nurla dolu.

Aldım elime Şualar’ı,
Serâser Nur Deryaları.
Savunmayı öğrendim,
Okumakla müdafaları.

Aldım elime Barla.
Şerefyâb etti Hak Teâlâ.
Mütalaa ve talim ile,
Çeşme-i Nur gibi çağla.

Aldım elime Mektubat’ı.
Okudum sual cevapları.
Kalbimi ve nefsimi,
İkna ediyor izahları.

Aldım elime Emirdağ’ı.
Gördüm çalkantılı zamanı.
Üstâd vermiş talebelerine,
İz’an ile mizanı.

Aldım ele Lem’alar’ı.
Hak affede biz kulları.
Kıssa-i Yunus ve Eyyub ile,
Sardı Nurlar yaralarımı.

Aldım elime Tarihçe-i Hayat’ı.
Tanıdım Üstâd-ı Hayatı.
Asrın vekilini ve hizmetini,
Ders verdi bana hayatı.

Aldım elime Sikke’yi.
Gördüm dest-i gaybî’yi.
Tevafuklu kerametlerle,
Etti bu davaya tasdiki.

Aldım elime Mesnevi-i Nuriye.
Nurları derc etmiş i’lemler ile.
Gel ey kardeşim sen de,
Nur fidanlığını görmeye.

Aldım elime İşârâtü’l-İ’caz’ı.
Tefrik ettim îcaz ile i’cazı.
At üstünde yazmış Aziz Üstâd’ım,
Gördüm Kur’ân’daki ince i̇’cazı.

Aldım elime Asâ-yı Mûsa.
Fışkırır ab-ı hayat nereye vursa,
Kemâl-i imanı kazanır,
Bu Nurlar’ı anlarsa.

Aldım elime İman ve Küfür Müvazeneleri.
Hidayet ve dalâlet mukayeseleri.
İmandaki cennet çekirdeğini,
İspat ediyor Kur’ânî hakikatleri.

Aldım ele Muhâkemat’ı.
Eski Said’in mülahazâtı.
Nebeân etmiş akabinde,
Nur-efşan Risalâtı.

Abdulkadir Çelebioğlu

Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-9

Peygamberlerin Fıtratları, İsm-i A’zam ve Dualarının Kabulü

Peygamberler mutlaka dualarında, o konuya ilişkin veya kendi halleriyle alakadar bir isim kullanarak Rablerine dua etmişler. Halka Allah’ı anlatacakları ve tevhidi ilan edecekleri zaman bahsettikleri konu ile ilgili bir veya daha fazla Esma-yı Hüsna’yı kullanmışlar. Bu şekilde kavimlerine ya bir ümit, ya bir tehdit veya bir ikaz şeklinde Allah’a giden marifet yolu açmışlar. Bunu Kur’anda bütün Peygamber kıssalarında görebiliyoruz. Mesela Hz. Şuayb kavmine Rabbini “ Rahîm ve Vedud ”[1] olarak, Hz. Sâlih (AS) “ Karîb ve Mücîb ”[2] ve Hz. Yusuf (AS) “ Alîm ve Hakîm ”[3] olarak tanıtırlar.

Dua bahsi noktasında Kur’ana baktığımızda Hz. Musa (AS) duasında “ İnneke künte binâ basîra[4] ( Hak bu ki Sen bizi Basîr’sin, görücüsün ) diyor. Hz. İbrahim (AS) dua edince diyor ki: “ İnneke ente’s-semiu’l-alîm[5] ( Hak bu ki Sen bizi duyan ve bilensin. ) Görme, dışı kuşatır. İşitme ve duyma ise, iç dünyanın kuşatılmasını ifade eder. Bu noktada Semi ve Basîr ismi, beraberce tam bir kuşatmayı ifade ediyorlar. Dua makamında da maddi-manevi ihtiyaçların cevaplanması için arz-ı hâlin tam olarak sergilenmesidir.

Kur’an, Basîr ismini, Habîr ismiyle beraberce kullanarak, Habîr isminin gerçekleşmiş ve dış dünyada gözükmüş şeyleri ihata ettiğine değiniyor. Bu manada Semi’ ismi de, Latîf ismiyle örtüşüyor. Bu manada Latîf ve Semî isimleri, Bâtın ismine; Habîr ve Basîr isimleri Zâhir ismine nâzırdır. Zâten ism-i Zâhire mazhar kişilerin görme ve gösterme endeksli yapıları ve riya ( gösteriş ) hastalıkları, her şeyden ve dünyadan haberdar olmak isteyen hususiyetleri bu ilişkileri perçinliyor ve ayan hale getiriyor.

Buna mukabil, Bâtın ismine mazhar kişilerin duyma ve duyurma endeksli yapıları ve süm’a ( duyulma ) hastalıkları, her şeyin ve dünyanın özüne nüfuz etmeye çalışan hususiyetleri de bu alakaları açıyor ve gösteriyor.

Hayy ve Hakk isimleri ise, Zâhir ve Bâtın, Habir ve Latîf, Semi ve Basîr isimlerini kendinde cem ederler. Bu manada şehadet ve gayb âlemine aynı anda açık olan, her iki âlem açısından bir temas noktası ve berzah vasfı gören vicdan, Hayy ve Hakk isimlerinin mazhar-ı mücellasıdır.

Hz. Musa (AS) bu duasıyla, dışa dönük karakterli bir yapının dua ederken kullanacağı, duayı kabul ettirici ism-i a’zamı bize bildiriyor. Hz. İbrahim (AS) ise bu duasıyla, tıpkı Hz. Zekeriya (AS) gibi içe dönük karakterli bir yapının dua edeceği zaman makbuliyet sağlayıcı ism-i a’zamı ders veriyor. Peygamberler bizlere nasıl makbul dua edilir, öğretiyorlar. Dua öyle müessir ki, Hz. Musa’nın (AS) duasının hemen arkasında Cenâb-ı Kabil-i Mutlak, “ Allah dedi ki: ‘ Sana istediğin verildi ” ey Musa ”[6]

der. Bu noktada Cevşenü’l-Kebir’deki bazı bablar dua edileceği zaman, içinde bulunulan hale göre farklı ismin kapısının çalınması gerektiğini bize konu konu, isim isim olarak işler. Mesela 11. Bab der ki:

Ya ıddeti ınde şiddetî * Yâ recâi ınde musîbetî * Yâ mûnisi ınde vahşetî * Ya sâhibi ınde ğurbetî * Yâ veliyi ınde ni’metî * Yâ kâşifi ınde kürbetî * Yâ ğıyâsi ındeftikarî * Yâ melcei ındeztırârî * Yâ muîni ınde fezeî * Yâ delîli ınde hayretî…

( Ey şiddet ve zorluk anında hazırlığım * Ey musibet zamanında ümidim * Ey yalnızlık zamanımda sıcacık gönüldaşım * Ey gariplik ve gurbet anımda sâhibim * Ey nimetler içinde dostum * Ey keder zamanında rahatlatanım * Ey fakirlik zamanında yardım edenim * Ya zor durumumda sığınağım * Ey korkum ânında yardımcım * Ey şaşırdığımda yol gösterenim… )

Halas, Necat ve İcâret

Cevşenü’l-Kebir duasında her babın sonunda, iltica ve rica mektubunu zarflayan bir tesbih ve içeriğini bildiren bir mühür manasında Hz. Peygamber (ASM) “ Sübhaneke yâ lâ ilahe illa ente’l-emânü’l-emânü hallisna/ecirna/neccina mine’n-nâr ” ( Sen Sübhan’sın. Kusursuz ve eksiksiz icraat yaparsın. İcraat-i Sübhâniyen ile kirlenenleri temizlersin. Senden başka İlah ve Mabud yok. Emniyet veren ve kullarını kurtaran Emân-ı Mutlak Sen’sin. Senden eman diliyoruz. Bizi ateşlerden kurtar ) diyor.

Cevşenü’l-Kebîrdeki 1-30. Bablar “ Hallisnâ ” ile, 31-60. Bablar “ Ecirnâ ”, 61-90. Bablar “ Neccinâ ” ve 91-100. Bablar tekrar “ Hallisnâ ” ile bitiyor.

Necât, maddi musibetler ve ateşlerden kurtarmak demektir. Bu manada tufan hadisesinde boğulmaktan kurtulduğu için Hz. Nuh’a (AS) “ Neciyyullah ”[7] ( Allah’ın boğulmaktan kurtardığı peygamber ) denilir.

Halas, manevi musibetler ve ateşlerden kurtarmak demektir. İnsanın amellerini fesada veren riya, süm’a, ucub, fahr gibi manevi ateşler ve musibetlerden kişiyi kurtaran duyguya halas ile aynı kökten “ ihlas ” denilmesi buna delildir. Bu manada Kur’an, Züleyha’nın günah teklifine hayır diyen Hz. Yusuf için “ Muhlas ”[8] ( günahtan kurtarılmış kişi ) der.

İcâret ise, maddi-manevi her türlü musibet ve ateşlerden korumak ve kurtarmak demektir. Ki tam kurtuluş bu şekildedir. Bu tam manasıyla Allah’a sığınmak manasında olarak Cevşen’de 50. Bab’da kullanılır. Allah’a şöyle seslenilir: “ Ya men yücîru velâ yucâru aleyh ” ( Ey her şeyi koruyan, fakat kendisi korumaya muhtaç olmayan )

Bu manada “ neccina ” ifadeli bölümler, bedenin muhafazası ve maddi sıkıntılar için ilaçken; “ hallisna ” ifadeli bölümler, ruhun muhafazası ve manevi sıkıntılar için ilaçtır. “ Ecirnâ ” ifadeli bölümler ise, ruh ve bedene birden açık ve iki taraf arasında geçit ve perde olan vicdan ve hayat mekanizması için ilaçtır.

Fakat asıl ihtiyaç ruhî olduğu için Cevşen duası, hallisna ile ruhtan başlar; ecirna ile vicdana geçer; neccina ile bedeni muhafaza altına alır; sonra tekrar hallisna ile sona erer.

Biz de bu perspektifi baz alarak aynen Hz. Peygamber (ASM) gibi dünyevi ve uhrevi, maddi ve manevi bütün ateşleri kasdederek 30. Bab ile Cenab-ı Hafîz-i Küll-i Şey’e iltica ediyoruz:

Yâ âsıme menista’sameh: Ey günahlardan ve düşmanlarından korunmak isteyenleri koruyup onları masum tutan Âsım,

Yâ râhime menisterhameh: Ey şefkat ve hususi rahmet isteyenlere devamlı rahmet eden Râhim,

Yâ nâsıra menistensarah: Ey darda ve zorda kalan veli kullarına, zafere ulaştıracak şekilde yardım eden Nâsır,

Yâ hâfıza menistahfezah: Ey korunmak ve zararlardan kurtulmak isteyenleri muhafaza eden Hâfız,

Yâ mükrime menistekrameh: Ey hususi ikram isteyenlere ikram edip onlara ilgisini gösteren Mükrim,

Yâ mürşide menisterşedeh: Ey hakk yolunda gitmek isteyenleri rüşde eriştirip onları hakka tabi bir hayata sevk eden Mürşid,

Yâ muîne menisteâneh: Ey yardım isteyen bütün zayıf kullarına yardım eden Muîn,

Yâ muğîse menisteğâseh: Ey ihtiyaç içinde bocalayan kullarını bu dar hallerden kurtarıp onlara yardım eden Muğîs,

Yâ sarîha menistesrahah: Ey ağlayıp feryad eden kullarının ağlamalarını dindiren Sarîh,

Yâ ğâfira menisteğferah: Ey günahlarının silinmesini isteyenleri bağışlayan ve temizleyen Ğâfır,

Sübhâneke yâ lâ ilâhe illa ente’l-emânü’l-emanü hallisnâ mine’n-nâr: Sen Sübhansın! Senden başka İlah yok! Kullarına emniyet ve kurtuluş verensin! El aman! Bizi kirlenmişlik, merhamet edilmeme, mağlubiyet, korunmama, kınanma, olgunlaşmama, zayıf kalma, miskinlik, sızlanma ve bağışlanmama denilen manevi ateşlerden kurtar!

[1] Hûd suresi, 90.

[2] Hûd suresi, 61.

[3] Yûsuf suresi, 100.

[4] Taha suresi, 35.

[5] Bakara suresi, 127.

[6] Taha sûresi, 36.

[7] Sa‘lebî, s. 166.

[8] Yusuf suresi, 24.

ÇİN HİZMETLERİ

ÇİN’DE İSLAMİYET VE RİSALE-İ NUR HİZMETLERİ…

🔸ÇİN’DE GENEL DURUM

  • Dünya nüfusunun yaklaşık %20’sini (1/5) Çinliler oluşturmaktadır.
  • Nüfus olarak Dünya’nın en kalabalık nüfus sahibi ve karasal olarak da Dünya’nın 3. büyük ülkesi Çin’de; yaklaşık 1.5 milyar, Dünya da toplamda 2 milyar Çinli insan yaşıyor. Dünya’da en çok tabii ki Çince (Mandarince) konuşuluyor.
  • Para birimi Çin Yuan’ıdır.
  • Din genel olarak Budizm ve Taoizm’dir. Bu dinler de kültürel olarak vardır. Dolayısıyla esas olarak Ateizm vardır. (İslam dini de mevcuttur.)
  • Ekonomik olarak dünyanın en güçlü ekonomisine sahiptir.
  • İstikbalde dünyanın en güçlü ekonomisine sahip iki ülkeden birinin Çin diğerinin Türkiye olacağını ilim adamları ifade ediyorlar.
  • Kültür olarak, çok derin kültürel yapıya sahip bir millettir. Samimiyet ve misafirperverliği bizim milletimize benzer.

🔸ÇİN’DE MÜSLÜMANLIK

Çin’de Müslümanlar iki ana gruptan oluşur: (Sair milletlerden Müslümanlarda cüz’i olarak mevcuttur.)

  1. HUİ (mümin demek) Çin’in kendi ırkından Müslümanlara, ”Hoey Hoey”, ya da; ”Hoey-Tsee” denir. Bu kavramlar, 1335 yılında, Say-tien-Tche adındaki Müslüman bir prensin müracaatı üzerine, Çin İmparatoru Chun Ty tarafından kabul edilmiş ve resmen kullanılmıştır. Fakat Çinli Müslümanlar, kendileri için ”mü’minin” ve ”müsulmani” tabirlerini de kullanırlar. HUİ olanlar  Uygurlar dan çok fazladır. Günümüz Asyasında Müslüman azınlıklar kitabının 565. Sayfasında Çin nüfusunun %10 unu teşkil eden yaklaşık 142 milyon Çin’de müslüman olduğunu kaynak olarak yazıyor.
  2. Uygur (Doğu Türkistan) Müslümanları 15-20 milyon civarında olduğu ifade ediliyor.

🔸 ÇİN’DE DİL

   Çin Halk Cumhuriyeti’nin resmi dili Mandarince‘dir. UNESCO tarafından yapılan güncel araştırmalarda: Çincenin dünya genelinde en fazla konuşulan dil olmasının temel sebebi Çin’in en kalabalık nüfusa sahip ülke olmasıdır.

🔹DÜNYA DİLLERİ SIRALAMASI

2020 UNESCO verileri incelendiğinde dünyada en fazla kullanılan dillerin Çince ve İngilizce olduğu görülmektedir. Dünya dilleri sıralamasına giren Arapça ve Hintçe bu başarıyı ülke nüfuslarına borçludur. Malayca da, dünyada dağılım gösteren Malezyalılar tarafından farklı coğrafyalara dağılmayı başarmış ve yaygın bir dil haline gelmiştir. Çok konuşulan diller sıralaması ise aşağıdaki gibi listelenebilmektedir.

  1. Çince
  2. İngilizce
  3. İspanyolca
  4. Hintçe
  5. Arapça
  6. Rusça
  7. Malayca
  8. Bengalce
  9. Portekizce
  10. Fran

Çince dil iki kısma ayrılır:

  1. Basitleştirilmiş MANDARİNCE (standart Çince): Çin, Singapur ve diğer yerlerde ekserinin kullandığı yeni Çince lehçesidir.
  2. Geleneksel(Kantonca) MANDARİNCE: Taywan, ve Hong Kong’ da kullanılan eski Çince lehçesidir

Basitleştirilmiş Ve Geleneksel Çince Arasındaki Farklar:

Mesela geleneksel Azerbaycan Türkçesi ve basitleştirilmiş Türkiye Türkçesi gibi.

Genelde yazı dili ile konuşma dili çok fark ediyor, istatistik olarak konuşma dili yaklaşık %5 fark ediyorsa, yazı dili % 20 ila %30 fark edebiliyor.

🔸ÇİN’E GİDEN SAHABE: VEHB BİN KEBŞE

İslam dininin bütün dünyaya yayılmasında, gayrimüslimler ile yapılan savaşlar önemli bir yere sahiptir. Ancak Musab bin Umeyr‘in –radıyallâhu anh– Medine’de yaptığı gibi savaşmadan yapılan İslami tebliğler de İslam’ın yayılmasında etkili olmuştur.

Çin’de de öyle olmuştur.

Hz. Muhammed –sallâllâhu aleyhi ve sellem- döneminde Çin’e giden Vehb bin Kebşe de–radıyallâhu anh–  İslam’ı Uzakdoğu’ya taşıyan sahabelerdendir. Hz. Peygamber’in –sallâllâhu aleyhi ve sellem- dizinin dibinde yetişmiş bir sahabe Hz. Ebi Kebşe de Hz. Peygamber’in emriyle Medine’nin 8.yılında vefatından 2 yıl önce (630) da Vehb Bin Ebi Kebşe Efendimiz’e gelerek: “Benden arzu ettiğiniz bir şey var mı ya Rasulallah?” diyor.

Efendimiz (ASM): “Çin’e biri gidip Allah’ın dinini anlatsaydı, çok memnun olurdum.” deyince Vehb Bin Ebi Kebşe: “Tamam ya Rasulallah” diyor ve evine gidip ailesine durumu iletiyor. Altı çocuğu ve ailesini bırakıp, üç gün sonra Çin’e gitmek için ailesi ile helalleşip yola çıkıyor. Hâlbuki o zamanlar Çin, belki de bir yıllık mesafedeydi. Hazret-i Vehb –radıyallâhu anh–, oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunmuştur.

Tang Hanedanlığı hükümdarı ile görüşmüş ve Hz. Peygamberin İslam dinine davetini bildirmiştir. Hükümdar elçiyi iyi karşılayarak Kanton vilayetine, bugünkü adıyla Guangzhou, yerleşerek bir cami yapmasına müsaade etmiştir. Ülkenin en eski camisi olan bu cami 627 yılında inşa edilmiştir ve adı Hui Sheng Se camisidir

Ancak gönlünü kavuran Rasûlullah hasretini bir nebze olsun dindirebilmek ümidiyle Hz. Vehb, 10 yıl sonra Medine yollarına düşmüş ve bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından, Medine’ye ulaşmıştır. Fakat Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– vefat etmiş olduğu için, O’nu dünya gözüyle bir daha görememiş ve Hz. Peygamber’in kendisine tevdî ettiği hizmetin kutsiyetinin idraki içinde, tekrar Çin’e dönmüştür

Çin’e gelen ilk sahabe olan Vehb bin Ebi Kebşe’nin kabri bugün Çin’in en büyük şehirlerinden biri olan Guangzhou’dadır.

🔸ÇİN’DE  HIZMETLERİ

Türkiye’den bazı abilerin, Çin’de yıllar öncesinden devam eden hizmetleri var Allah razı olsun. Bizlerinde 2006 yılından beri hem onlarla hem de Çin’deki bizim kardeşlerle irtibatımız devam ediyordu. O yıllarda Malezya’daki alakadardık devam ederken 4 dilden Risale-i Nur tercümeleri başlamıştı. Bu diller: Malayca, Çince(Mandarince), Tamilce ve Boşnakça (Boşnakça külliyatın tamamı Malezya da tercüme edildi) İlk tercüme 2008 yılında 5 kişilik heyetle başladı. Yapılan tercümeleri tashihten sonra bir kısmını Türkiye’deki yayınevlerine gönderdik (Sözler Yayınevi, İhlas Nur yayınevi gibi) bastılar. Bir kısmı da Malezya ve Singapur’da basıldı elhamdülillah.

 Türkiye’den Çin’e okumaya giden talebeler oluyordu. Bizlerde yönlendirme yapıyorduk. Oradaki kardeşlerin sayısı artması ile kardeşler bizleri davet ediyorlardı.  Bizde bu davetler üzerine ilk defa  2014’te 10 günlüğüne Wuhan’a gittik. Rabbimiz, Ramazan ayında çok güzel hizmetler nasip etti elhamdülillah. Üniversite talebeleri, esnaf ziyaretleri ve kardeşlerin arkadaşlarıyla muhtelif dersler yapıldı elhamdülillah.. Hızlı trenle Guangzhou Sahabeler Camii’ni ve kabirlerini ziyaret için gidip gelmiştik.

2015 Avustralya Melbourne’da Asya Pasifik meşveretinde meşveret kararıyla ilk medrese açılması vazifesi bize tevdi edildi elhamdülillah. Dönüşte 4 günlüğüne Wuhan’a aktarmalı gittim. 4 gün içinde (Maraşlı Bir kardeşin mobileti ile sabah namazı sonrası çıkıyorduk) yaklaşık 20 daire ye bakıldı. Bunların içinde her türlü ulaşımı kolay, Türklerin çok olduğu merkezi bir yerde kira kontratı bizim üzerimize yeşil bir siteden bir daire -ilk medresemiz olarak-wuhanda kiraya tutuldu elhamdülillah… Hatta oradan yerli referans için birisi gerekiyormuş. Onu da orada okuyan bir kardeşin hocasının kız çocuğu gelip imza atarak referans olmuştu, Allah razı olsun. Rabbimiz hidayet versin inşallah. 11 milyonluk nüfusu olan Wuhan’da 11 tane devlet üniversitesi var, o zamanlar yaklaşık 50 tane Türk talebe bu üniversitelerde okuyorlardı. Ortasından Nil Nehri gibi Yangtze adında bir nehir geçen, yeşillik çok güzel bir şehir.

🔸PANDEMİ DÖNEMİNDE YAPILAN HİZMET SAİR ZAMANDA 10 SENEDE YAPILMADI…

Tahdis-i Nimet olarak Beray-ı malûmat başta inayet-ilahi ile…

  • Türkçe ‘den tercümeler
  • Hanımlar heyeti teşekkülü ve hizmetlerde istihdam ediliyor…
  • Çince Risale-i Nur dersi bir seneden fazla devam ediyor…
  • Profesyonel stüdyoda Çince Risale-i Nurdan seslendirme yapılıyor ve sosyal medyalarında neşerdiliyor…
  • Çince Risale-i Nur internet Siteleri kurulması ve aktif olması…
  • Kısa kısa videolar hazırlanıp sosyal medyada paylaşım yapılıyor..
  • Kare kodlu Çince Risale-i Nurlar hazırlanıp pratik okumaya vesile olunması
  • Çince seslendirme yaptırılan firmanın: “Bu Risaleler insanın ruhuna tesir ediyor, devamı var mı? Varsa bizde basalım, sosyal medyada neşredelim.” demeleri…

🔸 Mucizat-ı Ahmediye Risalesi basıldı hemde mobil yükleme programlarına yükleme yapıldı elhamdülillah… şimdi seslendirme yapılıyor…ve karşılaştırma programı için de hanımlar heyeti hazırlık yapıyorlar.. seslendirme bitince de hem medrese Radyoya hemde video çalışması yapılacak inşallah…

🔸Çin’de profesyonel stüdyoda Çince Risale-i Nurdan seslendirme yapılması ve sosyal medyalarında neşretmeleri

– mobil uygulamalara çince Risaleler yerleştirme yapılması

 

– Çince broşürler tercüme edilip basılıp neşri yapılıyor

 

– Çin’deki kendi bazı sosyal medyada paylaşım yapılıp aktif olarak çalışması

 

– Çince kitaplardan vecizeler hazırlanıyor ve neşrediliyor

,🔸SOSYAL MEDYADA YABANCILARDAN ÇİNCE RISALE-İ NUR’A DAIR GELEN  YORUMLAR

  1. Mektubu

**            “Kaç senedir okuyorum, şimdiye kadar böyle bir ders görmedim”

**            “Bunu ezberleyeceğim, bu kitabın tamamını gönder hepsini okuyacağım”

Tabiat risalesi

**            “Bunu bir defa değil en az on defa okumak lazım. Sadece birinci kelimesi dahi münkirkeri ilzam etmeye kafi”

**             “Ne zaman zor durumda kalsam Risale-i Nurlar imdadıma yetişiyor”

Gençlik rehberi

**             “Bediüzzaman mahkumlar için ağlayacak kadar şefkatli birisi, O’nun tek derdi insanları kurtarmak “

**           “Risale-i Nur bize Allah’ı tanıtıyor, ama ne yazık ki okuyan az.”

**           İlk defa  okuyan birisi diyor ki: “Validem hiç elinden düşürmeden okuyor.”

**          Birde sosyal medyada Çince RİSALE-NUR Hizmetleri vesilesiyle tanışılıp  hizmetlerde istihdam edilenlerde var elhamdülillah..

             Yeni müjdeli bir haber geldi elhamdülillah..

Seslendirme yaptıran şirkete dini bir heyet gelip: “Siz dini ne gibi neşriyat yapıyorsunuz?” diye soruyorlar. Onlarda anlattıktan sonra kendi yayınladıkları eserleri ve Çince Hastalar Risalesi ve Tabiat Risalesi’ni veriyorlar. Heyet bu eserleri inceledikten sonra geliyorlar: “ Hepsi bir tarafa bu Bediüzzaman kimdir? Biz şimdiye kadar neden duymadık? Bu eserler insanın ruhuna tesir ediyor, bunların devamı var mı? Varsa bunları neşretmeniz lazım.” diyorlar. Onlarda ilgilenen abimizi arayıp durumu ilettiler, meşveret edildi elimizdeki 20’ye yakın Çince küçük kitapları karşılıklı tashih heyetiyle tashih edip neşredilebilir denildi ve devam ediyor Elhamdülillah….

  • Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab- ı kebairdeki takvalarında, Kur’an hesabına vazifedar sayılırlar. Kastamonu – 185
  • Evet her tarafta, hattâ Hind ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin galebesinden; acaba İslâmiyet’te bir hakikatsızlık mı var ki, sarsılmış diye şübheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki; bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlarını kat’î isbat eder, felsefeyi mağlub edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şübhe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur. Emirdağ-1 – 91

  • Ümidim var ki, istikbal semavatı zemin-i Asya, bâhem olur teslim yed-i beyza-i İslâma

   Zira yemin-i yümn-ü imandır, verir emn-ü eman ü emniyeti enama. Şualar – 320

  • İslâm’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. Çünki Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyetin galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler. Muhakemat – 42

🔸 Çince Risale-i Nur Site ve YouTube kanallarımız…

▶️ https://mandarinnur.com/

▶️singaporenour.com

▶️wendaislam.com

▶️http://www.guangnur.com/

▶️https://www.youtube.com/channel/UC5b0xglmOlMvqW1NDVxXJkA?view_as=subscriber

▶️https://youtube.com/channel/UCUR3aO6m6PlsuM3dZO18HyA

▶️https://www.youtube.com/channel/UCV1zG0IPruTUfZMsoNBObnw

👍 Çince Risale-i Nur site ve YouTube kanallarımız..

www.NurNet.org