Kategori arşivi: Röportajlar

Üstad’ın Hediyesini 50 Yıldır Saklıyor

Siirt battaniyelerinin mucidi Mehmet Ali Tuncel, Afyon Cezaevi’nde Bediüzzaman Hazretleri’ne bir battaniye hediye etti. Üstad kabul etmedi, ‘Git torununun üzerine ört!’dedi. O torun, Cevat Tuncel büyüdü, tam 50 yıldır o battaniyeyi saklıyor.

Farklı bir güne uyandı Siirt. Askerler köyü bastı, bütün ahaliyi topladı meydana. Rütbeli bir komutan yüksek bir yere çıkıp bağırdı: “Arama var. Arama…” Artan uğultular eridi kısa bir süre sonra. Köylüler sebebini sor(a)madan evlerinin kapılarını eli silahlı misafirlere açtı. 

Öğle vakitlerinde askerler yorulmuştu, dinlenmek için bir yer aradılar. Komutanın emriyle askerler köylülerin şaşkın bakışları arasında ayakkabılarıyla camiye girdi, köyün ibadethanesine… İmam sesini çıkaramadı, dışarı çıkarılan cemaat, hayretler içinde olan biteni izledi. Askerlerin cami bahçesine bağladığı atların kişnemeleri soğuk bir tokat gibi çarptı köylülerin suratına.

Topluluğun ileri gelenlerinden ilim irfan sahibi halıcı Mehmet Ali Efendi, bu duruma daha fazla tahammül edemedi, alçak sesle komutana seslendi: “Evim karşısı, isterseniz boşaltayım, orada kalın. Bahçesine atları bağlayın. Lütfen ama lütfen camiyi boşaltın.” Komutan kızdı bu çıkışa, askerlere konuşanı tutuklamalarını emretti. Sessizlik derinleşti, bir kelepçe takıldı Ali Efendi’nin koluna, düştü mahpus damına.

Birkaç gün sonra Ali Efendi, Afyon’da cezaevinde açtı gözünü. Ailesinden habersiz aylarca yattı içeride. Kuran okudu, namaz kıldı, dua etti. Bir gün gardiyanlardan biriyle sohbet ederken iki koğuş ilerisinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yattığını öğrendi. İnanamadı. Bitlis’te günlerce yanında bulunduğu, bildiği herşeyi kendisinden öğrendiği çile insanı yan tarafta mıydı! Sevindi, şaşırdı, üzüldü… Bir çok duyguyu yaşadı aynı anda. Üstad, ‘Muhammet Ali’ diye hitap etmiş, iki defa Siirt’teki evinde ziyaret etmişti. Sonraları günler birbirini eskisinden daha hızlı kovaladı.

Ali Efendi bir gün, gardiyanın yardımıyla cezaevinden kaçtı. Afyon’dan çıkarken evlerinin önünde kendi dokuduğu halıların serildiği bir ev gördü. İçeri girdi, borç para istedi. Ev sahibi kırmadı onu, 2,5 lira verdi. Ali Efendi yakalanma korkusuyla köyüne döndü. Dünyalar askerden gelip oğlunu göremeyen babanın oldu. Hasretler dindikten sonra Ali Efendi, yanına bir battaniye alıp tekrar çıktı yola. Ailesi yakalanır diye engellemeye çalıştı ama nafile. O koymuş kafasına, gidecek Üstad’ın yanına.

Hapishanenin önüne gelince kalbi yerinden çıkacakmış gibi oldu. Besmele çekti, Bediüzzaman Hazretleri’nin öğrettiği bir duayı okuyup içeri girdi. Bir keramet gerçekleşti sanki… Kimse “Nereden geliyorsun, kimsin?” diye sormadı. Üstad’ın karşısında dili damağına yapıştı, “Buraya nasıl geldin?” sorusuna cevap bile veremedi. Görüşmenin sonunda elindeki battaniyeyi Üstad’a uzattı. Üstad “Hayır.” dedi: “Ben hediye almam. Al bunu sizin evde başını okşadığım turuncu kafalı çocuğun üzerine ört. Benden ona hediye olsun.” Ali Efendi, kahverengi, krem çizgili battaniyeyi evine dönünce torunu Cevat’ın üzerine örttü.

***

Sandıkta saklı

Üstad vefat etti, Cevat büyüdü zamanla. Akrabaları battaniyenin hikâyesini anlattı uzun uzadıya. İstanbul’a göç edince sandık içine kondu battaniye, uzun süre çıkarılmadı dışarıya. Cevat trafik kazası geçirdi bir gün. Kafatası iki yerinden kırıldı, 1.5 yıl kalkamadı ayağa. Hayata tutunmak için bir şeyler yapması gerekiyordu, düşündü taşındı tekvandoya başladı. Hocası B Takımı’na kaptan yaptı onu. Yüzünü kara çıkarmadı, İstanbul’da yapılan ilk şampiyonada takımı finale çıkardı. Federasyon kurulunca milli takıma alındı hemen. Bu sırada evlendi Cevat. Gözü gibi baktığı battaniyesi yer değiştirdi, eşinin sandığına girdi. Yıllar birbirini kovaladı, arada çıkarıp baktı, göz yaşı döktü. Hatta bir dönem evin duvarlarına astı, tüyleri döküldüğü için yeniden sandığın bir köşesine sakladı.

Ziyaretine gelenler oluyor

Cevat’ın altı çocuğu oldu. Hepsi de onun gibi karateyi seçti. Biri 90’lı yılların sonunda Avrupa şampiyonu, biri geçtiğimiz yıl dünya şampiyonu oldu. Eve onlarca madalya geldi, ama hiç biri battaniye kadar değerli olmadı Cevat için. Başbakan Tayyip Erdoğan’a Kasımpaşa’da komşuluk yaptığı, Turgut Özal döneminde Saadet Partisi’nden milletvekili aday adayı olduğu yılları unutabilirdi belki ama ‘Üstadın başımı okşayışını unutmam, unutamam.’ dedi, eşe dosta. Avcılar’daki bir terör saldırısında oğlunu kaybeden Cevat Hoca aynı semtte bir spor kulübü çalıştırıyor şimdi. Battaniyeyi görmek isteyenler oluyor ama eşi beyaz nakışlı bir örtünün içinde saklıyor. Keçi kılından yapılan battaniye, naftalin kokuları içinde Üstadın izlerini ve bu hikayeyi fısıldıyor bakanlara, görenlere…

Kaynak: Zaman

Risale-i Nur’u Yunancaya Tercüme Eden Ahmed Beşir ile Yapılan Röportaj

Ahmed Beşir Abi ile Mayıs 2011 ayının son günlerinde, ailesi ile birlikte gezi amaçlı geldiği İstanbul’da, kalmakta olduğu vakfın lobisinde son derece sıcak bir atmosferde geçen bir röportaj yaptık.

Kendisi aslen Yunanlı. Mesleği inşaat mühendisliği. Hıristiyan bir Yunanlı ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Mesleği icabı Yunanlı bir firmanın mühendisi olarak gittiği Kenya’da 1973 yılında İslamla müşerref olmuş. Kendisi Arapça diline de son derece hakim. Zira Suudi Arabistan’ın Riyad şehrinde bulunan Muhammed İbn-i Saud Üniversitesinde Usul-ud Din bölümünde eğitim almış. Halen İngiltere’nin Manchester şehrinde İngilizce öğretmeni olan eşi ve dört çocuğu ile birlikte yaşamakta. Kendisine sormuş olduğumuz sorular ve aldığımız cevaplar şöyledir :

– Risale-i Nurlarla tanışmanızı ve genel olarak duygu ve düşüncelerinizi aktarır mısınız?

“Risale-i Nurlarla bundan yaklaşık 5 sene önce Yunanistan’ın Gümülcine şehrinde bulunan nur dershanesinde tanıştım. Beni derinden etkileyen bir eser oldu. Kanımca en etkileyici hassasiyeti insanları bir araya getiren birleştiriciliği. Diğer bir ifadeyle, bu eserler Nuh’un gemisine benzer bir fonksiyona haiz. Bu nedenle bu eserleri vatandaşlarım olan Yunanlıların da tanıması gerektiğini düşündüm ve tercüme faaliyetlerine giriştim.

Halen, devam etmekte olan Mucizat-ı Ahmediye’nin tercümesinde editörlük yapıyorum. Tercüme çalışmalarım İngilizceden Yunancaya ve Arapçadan Yunancaya şeklindedir. Bu çalışmalarda İngilizce öğretmeni olan eşimin de büyük desteklerini aldığım için çok şanslıyım doğrusu.

Vurgulamak istediğim bir husus daha var. Mary Weld( Şükran Vahide)’e ait olan ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını konu alan Islam in Modern Turkey isimli eserin Yunancaya tercümesi son derece hayatidir ve bu tercüme ivedilikle planlamaya alınmalıdır kanaatindeyim. Öte yandan yaşamakta olduğum Manchester kentinde her Perşembe risale-i nur dersleri yapılmakta olup bu derslere katılmaktan son derece memnunum. Ülkeme yaptığım ziyaretlerde de nur dershanelerini ziyaret ediyorum.”

– Yunanistan’da İslamın geleceği hususunda neler söyleyeceksiniz? 

“Yunanistan eğitim sistemi ve toplumun genel yapısı itibariyle İslama bakış açısı biraz önyargılı ve İslama geçen Yunanlı sayısı son derece az. Yapılacak olan Risale-i Nur tercümeleri ve nur dershaneleri bu olumsuz durumun iyileştirilmesi açısından önemli diye düşünüyorum.”

Kendisine teşekkür ettik ve yapmakta olduğu bu hizmetlerde muvaffakiyetler dileyerek vedalaştık…

www.NurNet.org

Risale-i Nur Vesilesiyle Müslüman Olan Ugandalı Segawa

Uganda, Mukono Üniversitesi Matematik Bölümünde Öğretim Görevlisi olan Zelihanur Zebra Segawa, Risale-i Nur vesilesiyle İslâmla tanıştı ve bir gezi vasıtasıyla Türkiye’ye geldiğinde Müslüman oldu. Şu anda İngilizce Sözler kitabını okuyan Segawa, “İnsanların nereden gelip, nereye gittiği Risâle-i Nur’da çok güzel anlatılıyor. Bu, düşünen bütün insanların ihtiyacıdır” diyor.

Yasemin Güleçyüz’ün haber;

RİSÂLE-İ NUR HERKESE HİTAP EDİYOR

Türkiye’den bir vesile ile tanıştığı arkadaşı, okumaya ve araştırmaya meraklı olan Segawa’ya “Risâle-i Nur nedir? Bediüzzaman kimdir?” isimli küçük bir kitap hediye ediyor. Kitabı ikinci defa okuyan Segawa, “Fark ettim ki, Bediüzzaman’ın sadece Türkiye’dekilere ya da sadece Müslümanlara değil, hangi dinde olursa olsun, hatta dinsiz de olsa bütün dünya insanlarına söyleyecekleri var. Bana da söyleyecekleri vardı. Dinledim…

Bir ihtida öyküsü…

Zelihanur Zebra Segawa, İslâmiyeti yeni kabullenmiş Ugandalı bir hanım. Kampana şehrindeki Mukono Üniversitesi Matematik  Bölümünde Öğretim Görevlisi. 32 yaşında, evli, bir çocuk annesi. Yazın doktorasını yapmak üzere İngiltere’ye gitmek var yıllık programında.  Çevirmenimiz Cezayirli Kafiye Hanım vasıtasıyla üçlü sohbet sırasında Segawa’yı Sahabe hanımlarına benzetiyorum. Eşi ve küçük oğlu Uganda’da. Bir gezi vasıtasıyla Türkiye’ye geldiğinde artık Müslümanlığı kabul etmenin zamanının geldiğini düşünüyor. Müftülüğe giderek İslâmı kabul ediyor.

SAHABE HANIMLAR GİBİ

Eşinin Müslüman olup olmadığını soruyorum. Eşi Müslüman değil. Hanımının bu yeni dini karşısında alacağı tavır ne olacak acaba? Eşine yeni bir dine gireceğini söylemiş mi?

Hayır söylememiş. Sürpriz olacak…

“Aynen Hz Ali (ra) gibi…” diyorum. Henüz küçücük bir çocukken İslâma girmeye karar veren Hz. Ali’ye (ra) Peygamberimiz (asm) “Babandan izin almayacak mısın?” diye sorduğunda, Hz. Ali (ra) “Allah beni yaratırken babamdan izin almadı ki!” tarzında bir cevap verir. Kafiye Hanım gülümseyerek dinlediği bu misâli Segawa’ya aktardığında, o da başıyla tasdik ederek gülümsüyor…

Segawa’da zaten “Eşim ne der?” gibi bir tedirginlik havası yok. Bu yeni hayatında o kadar huzurlu ki… Çikolata rengindeki yüzünde bunu görmek çok kolay. Bana Sahabe hanımlarını hatırlatan yönü de bu hâli işte… Kafiye Hanım “Çok duâ edelim. Hem de duâlarımızı secde halinde iken yapalım. Zelihanur döndüğünde bir aile problemi yaşamasın ve eşi de İslâmı kabul etsin inşaallah!” diyor. Bu yazımızın da ona yapacağınız duâlara vesile olmasını ümit ediyoruz.

ERTELEMEDİM, ZAMANI GELMİŞTİ…

İslâmı elbette ki, bir anda kabul etmemiş Segawa. Uzun bir hazırlık dönemi var. “Kararımı ansızın vermedim ve Türkiye’ye Müslüman olmak için gelmedim. Sadece buradayken, artık zamanın geldiğini anladım. Ertelemedim. Hemen Müslüman oldum. Zaten ben önceden de inançlıydım” diyor.

İlginç bir öyküsü var Segawa’nın. Dedesi ve babannesi Müslümandır, ama babası hiçbir dine mensup değildir. “Gittiğimde babama İslâmı neden seçmediğini soracağım!” diyor. Annesi de hiçbir dine mensup değildir. Ama inançlıdır. Öğretmen olan annesi evlendiğinde babası onun çalışmasına izin vermez. Annesi de beş çocuğuna öğretmenlik yapar adeta. Sadece bir Allah’ın olduğunu, başka küçük ilâhların bulunmadığını çocuklarına iyice öğretir.

“Kardeşlerim hiçbir dine mensup değiller, ama hepsi de Allah’ın bir olduğuna, eşi ve benzeri bulunmadığına inanırlar. Annem bunu bize çok iyi öğretti” diyor. Geçtiğimiz Mart ayında vefat eden annesini anlatırken gözlerinin ağlamaklı olduğunu fark etmemek mümkün değil…

İZCİLİK EĞİTİMİ

Ardından öğrencilik hayatı boyunca severek aldığı izcilik eğitimi de onu insan haklarına saygılı bir kişi yapar. İzcilikte “Kâinatta Allah’ın, diğer insanların ve kendi hukukumuz vardır. Bu hukuklara  dikkat ederek yaşamalıyız” düsturu onu çok etkilemiştir. 1999’da aldığı Uluslararası İzcilik Ödülü vardır. “Türkiye’de iken Cenova’daki Dünya İzcilik Klübü’nden çalışma teklifi geldi. Ama doktoramı yapacağım, kabul etmeyeceğim” diyor…

Aldığı Uluslararası Ödül de ülkesinde gençlerle yaptığı bir çalışma üzerinedir. “Gençlerin ihtiyaçları nelerdir?” konusunda hazırladığı bir anketi uygulamış ve neticelerini bir proje haline getirerek devlete sunmuştur. 1999’daki bu çalışması birincilikle ödüllendirilmiştir.

RİSÂLE-İ NUR NEDİR? BEDİÜZZAMAN KİMDİR?

İslâmiyet hakkında bir dolu kitap okumuş. Tanıdığı bir çok Müslüman dostu bulunuyor. Bunlardan biri de Mehmet Emin Bey ve ailesi.

Mehmet Emin Bey okumaya, araştırmaya meraklı Segawa’ya “Risâle-i Nur nedir? Bediüzzaman kimdir?” isimli küçük bir kitap hediye ettiğinde hemen okur. Bitirdiğinde “Bu Türkiyeli bir Müslüman âlim. Risâle-i Nurları ülkesinin problemleri için yazmış!” hükmüne vararak kitabı bir kenara kaldırır.

On beş gün sonra kitabı tekrar okumaya karar verir.

İkinci kez kitabı bitirdiğimde fark ettim ki, Bediüzzaman’ın sadece Türkiye’dekilere ya da sadece Müslümanlara değil, hangi dinde olursa olsun, hatta dinsiz de olsa bütün dünya insanlarına söyleyecekleri var. Bana da söyleyecekleri vardı. Dinledim…

Çevirmenimiz Kafiye Hanım Şamlı Hafız Tevfik Ağabeyin hatırasını aktarıyor. Bir gün yine dağ başında Üstadın kâtipliğini yaparken “Üstadım, sen söylüyorsun ben yazıyorum. Halbuki, dinsizlik matbaalarda basılıyor, yayılıyor!” dediğinde Üstad Hazretleri “Bu Nurlar bütün dünyaya yayılacak, okunacak. Yaz kardeşim!” cevabını alır. Yazmaya devam eder…

Hatırayı gülümseyerek dinleyen Segawa “Aynen öyle!” diyor.

Şu anda İngilizce Sözler kitabını okuyor, 29. Söz’e kadar gelmiş. “İnsanların nereden gelip, nereye gittiği, vazifesinin ne olduğu üzerine bütün soruların cevapları Risâle-i Nur’da çok güzel anlatılıyor. Bu, düşünen bütün insanların ihtiyacıdır” diyor. “İslâma inanıyorsak, inandığımızı yaşantımıza aktarmamız gerekiyor. İnandığımızı yaşamazsak kendimize, diğer insanların hukukuna ve Allah’ın hukukuna hürmetsizlik ederiz” diye de ekliyor.

RİSÂLE-İ NUR: BİR KUR’ÂN OKULU

Segawa, Risâle-i Nur’da kâinatta hiçbir olayın tesadüfen gerçekleşmediğini okuduğunda bu eserlerin son derece realistik özelliklere sahip olduğunu anlar. Eserlerde bilimsel bir yaklaşım vardır. Gerçekçidir, delillerle İslâmiyet insanlara sunulur. Bu Kur’ân’ın da metodudur. Zaten Risâle-i Nur bir Kur’ân okuludur. Arapça bilmediği halde Kur’ân ve Risâle-i Nur’un aynı hakikatlerden bahsettiğini anlamak çok kolaydır. Yaradılışın sırrı, Haşir, Kader gibi akıldan uzak görünen konulara getirilen izahlar son derece mantıklıdır. Risâle-i Nurlar bizi doğrudan Kur’ân’a ve Peygamberimize (asm) götürdüğü için çok önemlidir. Bu yüzden de en önemli referansımız olmalıdır.

PLANLI BİR RİSÂLE-İ NUR PROGRAMI

Yeni hayatında yapmayı düşündüklerini soruyorum. Müslüman arkadaşlarıyla Risâle-i Nur okuma programı yapmayı tasarlıyor. Başkalarına Risâle-i Nurları nasıl aktarabileceklerini böylelikle düzenlemiş olacaklar. Doktora çalışmalarının bu plana engel olmayacağını düşünüyor. İngiltere’de Risâle-i Nurları bilen kişilerle tanıştığında bu hedefinin daha kolay gerçekleşeceğine inanıyor.

Ülkesinde yeni dininden, başörtüsünden dolayı hiç zorluk çekmeyeceğini düşünüyor. Çünkü Uganda’da kadınlar arasında Müslüman olsun ya da olmasın başörtüsü yaygın. Bu konuda fıtrî bir ortam söz konusu.

Onu dinlerken yeni hayatının hep huzur ve inkişaflarla dolu olacağını düşünüyorum…

Çünkü o kadar ümitvar ve gayretli ki!

Rabbimiz “Ben kulumun zannı üzereyim” demiyor mu?

Yeni Asya (Haberin Orjinali  için Tıklayınız)

Bediüzzaman’ı Bu Millet Neden Bu Kadar Çok Sevdi?

Çünkü Bediüzzaman, eserleriyle imanı olmayanları imana, imanı olanları tahkiki imana, tahkiki imanı olanları da imanın yüksek mertebelerine kavuşturuyor. Böylece anlayarak ve kabul ederek okuyan okuyucularını küfür ve inkâr cehenneminden, cehalet karanlığından, taklit hastalığından, ateizm, satanizm, narsizm ve sair din aleyhtarı bütün izmlerin belasından, anarşi ve terör lanetinden,  kötü alışkanlıklar tuzağından, bölücülük ve ayrımcılık fitnesinden ve bunlara alet olmaktan kurtarıyor; okuyucusunu Allah’a kulluktaki sultanlığa erdiriyor.

Çünkü Bediüzzaman, Türkiye’den, Müslümanların bağrından çıkmıştır. Hadislerde her yüz senede geleceği ifade edilen böyle bir İslam alimi ve allamesinin, böyle bir İslam mücahidi ve müctehidinin, böyle bir iman müceddidinin bu topraklardan çıkması, bin yıl İslamiyet’e şan ve şerefle hizmet eden ecdadımızın hizmetine karşılık, bu asil millete Allah’ın bir lütfu ve ikramı olmuştur. Bu millet de bu lütfu ve ikramı öpüp başına koydu. İkram sahibine de sonsuz şükranlarını, taat ve ibadetlerini sundu ve kıyamete kadar sunmaya devam edecektir.

Çünkü Bediüzzaman, Allah’a imanı işleyerek insanı başıboşluktan, ibadet aşkını işleyerek de gençlerimizi ahlaksızlığın her çeşidinden koruyor ve kurtarıyor.

Çünkü Bediüzzaman, Kur’an’ın ruhuna, Hz.Muhammmed (a.s.v) Efendimizin Usûl ve üslûbuna (1) uygun bir mücadele tarzı seçti, “müsbet hareket” denilen bu olumlu ve ılımlı mücadele yöntemiyle hiç durmadan 80 küsur sene her türlü zorluğa göğüs gerdi “Bana ızdırap veren yalnız İslam’ın maruz kaldığı tehlikelerdir.” dedi, toplumun imanını kurtarma yolunda dünyasını da ahiretini de feda etti. (2)

“Gözümde ne cennet sevdası ve ne de cehennem korkusu var. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem. Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur.” diyen, darağaçlarına ve zindanlara aldırmadan bu milletin imanını ve Kur’an’ını savunan bir iman ve İslam kahramanını bu millet sevmeyecek de kimi sevecek?

Çünkü Bediüzzaman, bu milletin evlatlarına ağladı, kendisini, onların dünya ve ahiret ateşinden kurtulmasına adadı. (3) Fahrettin Razi diyor ki Anne babalar çocuklarının  sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar; ama Hz .Muhammed’in (s.a.v) varisi olan alimler ise çocukları ve gençleri,  hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı hedef edinmişlerdir.”

İşte Bediüzzaman onlardan biridir. O bu milletin evlatlarının sadece dünya istikbalini değil, ebedî istikballerini korumayı hedefledi. Onun bu fedakârlığına karşılık bu millet de onu kalbinin tahtına oturttu.

Bu millet, Bediüzzaman’ı neden bu kadar çok sevdi?

Çünkü Bediüzzaman, yalnız bir kaleyi değil, koca bir Türkiye kalesini, koca bir İslâm âlemini, hatta koca bir dünyayı manen imar, tamir ve restore etme görevi ile görevlendirilmiştir.

Onun bu kudsî hizmetine karşılık, onu tanıma imkânına ve şerefine sahip olan Müslümanlar da, yediden yetmişe bu meçhul kahramana sahip çıktı. Onu o büyük görevinde yalnız bırakmadı. Onu yalnız bırakmayan, seven, arkasından giden, davasının bayraktarlığını yapan etkili, yetkili, etkisiz-yetkisiz, rütbeli-rütbesiz herkese teşekkür ediyorum.

Bu millet, Bediüzzaman’ı neden bu kadar çok sevdi?

Razi’nin tefsirinde gördüğüm güzel bir söz var: “Dünya öldürücü bir zehirdir. Onun ilacı Bismillahirrahmanirrahim’dir. (4) Buradan yola çıkarak Bediüzzaman’ın eserlerini anarşi ve terörle tadı kaçmış, küfür ve ahlaksızlıkla, haksızlık ve yolsuzlukla huzuru kalmamış dünyamız için bir ilaç görüyorum. Zaten Onun ilk büyük eserinin ilk sözü de Bismillahirrahmanirrahim’in tefsiridir. Allah’ın sonsuz rahmet ve merhametini hatırlatan Besmele’nin tefsiriyle işe başlaması da Bediüzzaman’ın tercih ettiği hizmet modelinin ip uçlarını vermiş, daha sonra bu model “müsbet haraket” şeklinde tecelli etmiş, o da rahmet ve şefkatle yoğrulmuş olumlu ve ılımlı bir hizmet modeli olarak karşımıza çıkmıştır.

Bu millet, Bediüzzaman’ı neden bu kadar çok sevdi?

Çünkü Bediüzzaman, Allah’ın izniyle bataklıkları kuruttu. Bataklıkları münbit bir arazi haline getirdi. Rengine ve kokusuna doyulmayan güller ve çiçekler yetiştirdi:

Büyük görünmeyen ama büyük olan, din ilimleriyle, fen ilimlerini, ibadet şuuruyla tahsil eden, çalışan, düşünen, okuyan, yılandan, akrepten kaçar gibi şöhretten, riyadan ve günahlardan kaçan, helal iş, helal aş, helal eş peşinde koşan, kendilerine haksızlık yapan zalimlerin bile ıslahına dua eden, vatanını ve milletini seven, küçüklerine şefkatli ve büyüklerine hürmetli olan, vakur, mübarek ve muhterem bir gençlik yetiştirdi.

Bediüzzaman, ilim mücahidi, laboratuar dervişi, plan ve proje adamı, strateji uzmanı, iletişim ruhuna sahip aynı zamanda atılımcı, cesur, edep timsali, haya abidesi, muhabbet fedaisi, sevgi, saygı, şefkat ve merhamet kahramanı bir gençlik yetiştirdi.

Bediüzzaman, ihya ettiği dini düsturlarla ve izah ettiği iman hakikatleriyle, siyaset, ticaret, eğitim, hukuk ve düşünce…erbabına denge ve itidal-i dem kazandırdı. İfrat ve tefritten kurtarıp herkesi orta noktada ve ortak paydada buluşturdu. Ülkemizden böylesine, çaplı, ufuklu, Peygamber ahlaklı, peygamber meşrepli, peygamber şefkatli bir âlimin çıkması ülkemiz ve dengesi bozulan dünyamız için bir şanstır. Bir ilâhî ikramdır. Basiret erbabının bunu göreceğine ve değerlendireceğine inanıyorum.

Keşke Arap âleminde de bir Bediüzzaman olsaydı veya keşke Ârap âlemi Bediüzzaman’ı anlasaydı, dengesiz, despot yönetimler yüzünden bu gün Ârap âlemi yanmayacak, vicdansız, zalim, fırsat düşkünü haçlı ordularının bombardımanına hedef olmayacaktı.

Her ülke bir Bediüzzaman istiyor. Veya Bediüzzaman her ülkeye taşınması gerekiyor.

Bediüzzaman bizim ülkemizde olmasaydı, bizim ülkemizin de despotizmden kurtulması mümkün olmayacaktı. Demokrasi diye diye demokrasiyi katledenler, laikliği, dinsizlik olarak anlayan ve uygulayanlar, kanun diye kanun diye kanunu tepeleyenler, Bediüzzaman’ın ve cemaatinin mazlum ama metin direnciyle karşılaştılar. Dün onu kelepçeleyen zihniyet, bu gün kelepçelenmiş durumda, dün onun kitaplarını toplayan zihniyet, bu gün hesap vermekte. Tabii ki biz bundan memnun olmuyoruz. Biz istiyoruz ki ülkemizde ve dünyamızda zulüm olmasın, dikta olmasın, haksızlık, arsızlık, hırsızlık, yolsuzluk olmasın. Demokrasi ve özgürlük bütün kurum ve kuramlarıyla işlesin.

Benim bu söylediklerimi abartılı bulanlara diyorum:

Bediüzzaman ve etkisini, denge adına sağladığı katkısını ülkenin dışına çıkarın. Göreceksiniz, ülkenin tamamı kendisini anarşi ve terörün kucağında bulacaktır.

Başta ülkemizin devlet ve hükümet erkânına sonra bütün dünyaya sesleniyorum: Bediüzzaman’a sadece Bediüzzaman’ı sevenlerin değil, Bediüzzaman’ı tanımadığı için sevmeyenlerin de ihtiyacı var. Lütfen Bediüzzaman’ı okuyun, anlayın, bütün mahfillerde okutun ve anlatın. İşte o zaman askeriniz, polisiniz, kadınınız, erkeğiniz, çocuklarınız, yöneticileriniz ve topyekün milletiniz, hepiniz kendinizi adetâ cennette bulacaksınız.

Hayatlarını korumak için atom bombasına sarılan ve güvenen dünya milletlerine ondan daha üstün ve daha etkili bir silah olarak Bediüzzaman’ın eserleri olan Risale-i Nur’u gösterenlere (5) hak veriyorum ve bunun bir mübalağa olmadığına inanıyorum. Çünkü atom bombası düşdüğü yeri yakar, yıkar, silinmez kin ve nefret tohumları bırakır. Ama Kur’an’ın bir nuru ve dersi olan Risale-i Nur, düştüğü yeri ihya eder, canlandırır, sevgi ve barışı hâkim kılarak o yerleri cennete dönüştürür. (6)

Vehbi Karakaş

risalehaber.com

DİPNOTLAR:

1-Bunun delillerle isbatı için bkz. Karakaş, Vehbi, Nebevî Metottan Bediüzzaman’a Yansımalar (7. Uluslar Arası Bediüzzaman Sempozyumuna Sunulan Tebliğ)

2-Bkz. Nursî, a.e, s.553

3-Nursî, Asay-ı Musa, s.16

4-Fahrurrazi, et- Tefsirü’l- Kebir, I, s.167

5-bkz. Nursî, Tarihçe, 136

6-bkz. Nursi, Tarihçe, 136

Risale-i Nur’da İslam Dünyası Müjdesi Verilmişti

Mehmet Fırıncı Ağabey ile yapılan röportaj…

Tunus, Mısır, Yemen, Libya ve en son Suriye’de başlayan tepkileri Risale-i Nur açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Risale-i Nur açısından bu olayları değerlendirirsek, Üstadın yazdığı makalelerde özellikle 1950’lerde yeniden gözden geçirerek neşrettiği, Hutbe-i Şamiye eserinde bu meseleye ışık tutuyor.

Orada şöyle ifade ediyor, “istikbalde hürriyet-i Şer’iye inşallah bütün İslam aleminde hakim olacak, şimdi fecr-i kazip de olsa 50 sene sonra fecr-i sadık çıkacak” diyor. Şimdi 50 sene geçti hatta 60 sene oldu demek ki, zamanı geldi artık.

İLETİŞİM İMKANLARI İNSANLARDA HÜRRİYET FİKRİNİ KAMÇILADI

Bu ayaklanmalar sizce içeriden mi yoksa dışarıdan kaynaklı?

1950’lerde İslam ülkeleri müstemleke olmaktan çıkmışlardı ve bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Ve devletler kurulmuş oldu ama bu ülkelerin başlarına getirilen kimseler malum olduğu üzere batılıların arzularına göre hareket ettiler. Yani onlara bağımlı çalıştılar.

Ama geçen bu zaman zarfında halkların bu yönetimleri artık hazmetmediği anlaşılıyor. Bugün dünyada gelişen iletişim imkanları, haberleşmenin geniş çapta gelişmesi insanlarda hürriyet fikrini kamçıladı. Ferdi şahısların kendilerini yönetmesini kabul edemez hale geldiler. Yani artık fıtri bir gelişmedir bu…

Üstad da zaten buna işaret ediyor. O zaman da bile telgrafla, telefon imkanları ile “dünyanın bir köy şekline geldiğini” söylüyor. Şimdiki uydu sistemleri sayesinde ve internet aracılığı ile dünya değil bir köy bir ev şekline girdi.

HÜRRİYET İSTEKLERİNİ CENAB-I ALLAH PAHALIYA MAL ETMESİN

İnsanlık artık uyandı mı?

Tabii uyandı artık yönetimde söz sahibi olmak istiyor. Kararlarda kendinin fikirlerinin de dahil edilmesini istiyor. Kendinin de reyi bulunsun istiyor. Artık bu ferdi uygulamaları kabul etmiyor. Tunus ve Mısır bunu biraz rahat halletti ama Libya maalesef acı çekiyor. Keşke biran evvel orada da bu iş kolayca halledilse…

Yoksa batılı güçler gene müstemleke zamanındaki anlayışı yeniden hayata geçirmek istiyorlar. Oraları yeniden müstemleke haline getirmek istiyorlar. O nedenle dua ediyoruz ki, hürriyet isteklerini Cenab-ı Allah pahalıya mal etmesin, bedelini ağır ödetmesin…

HAKLI İKEN HAKSIZ DURUMA DÜŞMELERİ MÜMKÜN

Bir de Risale-i Nurdaki “müspet hareket” kavramıyla bu olayları nasıl değerlendirmeliyiz?

Elbette “müspet hareket” esas olmalıdır. Hiçbir şekilde silahlı mücadeleye girilmemesi lazımdır. Zaten Libya’daki durumlar da bunu gösteriyor. Silahla mücadele edilince sert bir şekilde karşılık buluyor. O nedenle sabırlı olmaları gerekiyor. Teenni ile hareket edilmeli, demokratik kuralların dışına çıkılmamalı ki, haklı olunsun. Yoksa haklı iken haksız duruma düşmeleri mümkündür. Yani Üstadın “müspet hareket” tarzı oralarda da esas alınmalı. Bir silah sıkıldığı zaman o silahın sesinin gittiği yere kadar bir anda eylem genişliyor. Dalga dalga çatışmalar yayılıyor. Maddi güçler devreye giriyor. O zaman sevap ve hayır yapayım derken azim günaha girilmiş oluyor.

TÜRKİYE’NİN ASKER GÖNDERMESİ OLMASI GEREKEN BİR DURUM

NATO çerçevesinde Türkiye de Libya’ya asker gönderecek. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu olması gereken bir durumdu. Çünkü çatışmalar devam ederken gıda darlığı oluyor, sağlık sorunları oluyor. Dolayısıyla bu tür engellemelere ve yetersizliklere karşı bir tedbir olarak görüyorum. Ayrıca diğer dünya devletlerine karşı Libya halkını korumak amacı taşıyor. Yani “bunlar bizim kardeşlerimizdir, bunlara yanlış yapamazsınız” manasında bir katılımdır.

BU DURUM İNSANI HAYLİ DÜŞÜNDÜRÜYOR

Bu durumda Batılı ülkelerin kötü niyetli olduklarını mı söylemek istiyorsunuz?

Yani benim söylememe gerek var mı? Herkes görüyor. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanının tahrikkar tavırları ve saldırıları buna en güzel örnek teşkil ediyor. Bizim Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi “böyle laubalilik olmaz.” Yani diplomaside çok sert kabul edilecek bir beyanat verdi. Bu durum insanı hayli düşündürüyor.

Ama bunu bütün batılı ülkelere teşmil etmek doğru değil elbette. Mesela Almanya çekimser kaldı, katılmadı, Rusya Başbakanı Putin “bu haçlı seferlerine benziyor vicdan yok” dedi. İngiltere ABD ile hareket etti ama Fransa gibi de çığırtkanlık yapmadı. İnsanları asmak için bekleyen bir cellât gibi bir anda saldırıya geçmedi. Biraz sessiz kaldı.

İNŞAALLAH BU GELİŞMELER İSLAM DÜNYASI İÇİN HAYIRLI OLUR

Sizce bu gelişmelere İslam’ın fecr-i sadıkı doğuyor diyebilir miyiz?

İnşaallah öyledir. Bilhassa Türkiyemizin bu olaya müdahil olmasını, şuurlu bir şekilde her adımını dikkatle planlı bir şekilde atmasını ben çok takdir ediyorum. Her adımı isabetli atıyor. Bu noktada şayan-ı tebriktir. İnşaallah bu gelişmeler İslam dünyası için hayırlı olur.

risalehaber.com