Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

RİSALE-İ NUR HİZMETİNİN GAYESİ NEDİR

RİSALE-İ NUR HİZMETİNİN GAYESİ NEDİR

 

İnsan, bazen hedef sapması yaşayabilir veya idealini kaybedebilir. Bu sebeple asla ve kat’a şaşırmaması için daima esasatlarını, düsturlarını kontrol etmelidir. Bu kaidelerden uzaklaşıyor mu yoksa bağlı olarak mı devam ediyor murakabesini yapmalı. 

Tüm İslami hizmetlerde ve amellerde ve niyetlerimizde en temel esas Allah’ın rızası ve ihlas olmalıdır. Tüm hayatımızda bu sağlanamazsa insanın manevi dengesi sarsılır.  

Sonuç olarak ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, [insanda] ihlas da kırılır ve vazife-i uhreviye de zedelenir. Kolayca rıza-yı İlahî[yi] de [abd] elde edilmez.”[1]

“Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar.”[2]

“hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır.”[3]

“ihlası esas tut ve yalnız rıza-yı İlahîyi düşün.”[4]

Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlası kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı.”[5]

Okunan dersler, yapılan mütalaalar istisnasız olarak hepsi bu manalara müteveccihtir. Zaten okunan ve talim edilen şeyler insanı ihlasa, mahviyete götürmüyorsa “Niyet, nazar, mana-i ismi ve harfi” gözden geçirilmelidir. Netice tesanüte, ittihada, ittifaka çıkmıyorsa şayet işler çok vahimdir. Derslerimizde de bu manalar herbir latifemizin burcunda birer sancak olarak sallanmalıdır. Çünkü bunlar heva ve hevese bakan değil bizzat murad-ı ilahi ve Rasulîdir. 

İnsan, katıldığı derslerle, günlük olarak okuduklarıyla manevi olarak şarj olur ve itikad ve amelini daha güzel ve sağlam olarak yapmaya kendinde bir azim hisseder. Bu manada bir araya gelenler birbirine sirayet eder. Sirayet şu anda kâinatta cari olan en kuvvetli ve yaygın olan bir iletişim biçimidir desek haddimizi aşmış olacağımı zannetmiyorum. 

Derslerimiz ilmî ve imanî mevzuların müzakere ve mütalâa sahasıdır. Orada bilen konuşur, konuşan dinlenir; bilmeyen sorar ve bilmediğini öğrenir bu suretle insanın tekemmülatı devam eder. Bir nevi işbaşı eğitimi diyebiliriz buna. Ama illa bilenin okuduğu bir ortam değildir ders rahleleri. Bazen beraber okunur istifade edilir. Bir de illa okunacak ve izah edilecek değildir illa. Çünkü bu izah meselesi bir nevi ilhamdır.

Tüm islami hizmetlerin gayesinin de inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak..”[6] şeklindedir. 

“Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlahiyeyi bilmek ve öğrenmeğe müteveccih.. Bunun için, istidad ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval ve vukuat ve muhaverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidadlar vücuda..”[7] getirebilir. 

 

Hülâsa: Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur’anî’dir. O halde Kur’an okundukça o da okunacaktır. Risale-i Nur, mücevherat-ı Kur’aniye hakikatlerinin sergisidir, pazarıdır. Bu ulvi pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.

   Bu kadar maruzatımızla ifade etmek istedim ki:

Maksadımız; imanımızı kurtarmaktır, imana hizmettir, Kur’an’a hizmettir.”[8]

 

Selam ve dua ile 

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Lem’alar (153)
[2] Lem’alar (131)
[3] Lem’alar (152)
[4] Lem’alar (152)
[5] Lem’alar (133)
[6] Sözler (491)
[7] Mesnevi-i Nuriye (91)

[8] İşârât-ül İ’caz (308)

 

www.NurNet.org

Asrın umumileşen bir hastalığı, kelamda israf

Asrın umumileşen bir hastalığı, kelamda israf

Bir hadiste şöyle buyuruluyor:

كَلَامُابْنِ آدَمَ عَلَيْهِ لَا لَهُ اِلَّا اَمْرِ بِا لْمَعْرُوفِ وَالنَّهْىِ عَنِ الْمُنْكَرِ وَذِكْرِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ

«Yani: Ma’rufu emretmek (Kur’an hakikatlarını bildirmek), münkeri, kötülükleri menetmek (zararlarını anlatmak) ve Allah’ı zikretmek dışında kalan sözleri, insanın aleyhindedir.»1

Hem « اَكْثَرُ خَطَايَا ابْن آدَمَ مِنْ لِسَانِهِÂdem oğlunun hatalarının birçoğu dilinden ileri gelmektedir.»2

Hem « اِحْفَظْ لَسَا نَكَ Dilini muhafaza et (lüzumsuz şeyler söyleme).»Yani: İnsan lisanına hâkim olmalıdır. Çünki lüzumsuz lakırdılar insanın kıymetini düşürür, kendisini çok kere günaha sokar, mes’ul bir halde bırakır.

Bir Arab şairi diyor ki:

وَمَانَدِمْتُ عَلَى الْسُكُوتِ مَرَّةً . وَلَقَدْنَدِمْتُ عَلَى الْكَلاَمِ مِرَا رًا Yani: Ben sükût ettiğimden dolayı bir kere olsun nâdim olmadım, fakat söylediğim sözlerden dolayı defaat ile nedamet ettim.»

Kur’an (31:19) (49:2,3 âyetleri de gereksiz ve âdaba aykırı olarak yüksek sesle konuşmama dersini veriyor. T.T.ci: 2, sh: 107 ve ci: 5 sh: 329 aynı mevzu hakkındadır. Kur’an (23:3) (25:72) (28:55) âyetleri, lüzumsuz ve mantıksız konuşmalardan, sohbet-i suriye ve münakaşa gibi hareketlerden kaçınmayı ders verir.4

ESASASEN BİR İNSANIN KALBİ, LÜZUMSUZ KONUŞMADAN HOŞLANIYORSA, HAKİKATI KALBİNE MELEKELEŞTİREMEZ

 

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

İ.M. hadis:3974

H.G. hadis:31

H.G. hadis:50

İslam Prensipleri Ansiklopedisi Dil Maddesi

 

 

ADAB-I MUAŞERET

ADAB-I MUAŞERET

Adab-ı muaşeret; beşerî münasebetlerde İslam ahlak ve adabına uygun ve İslamiyetin güzelliğini gösteren hareketler olup, kemalat-ı insaniyenin üstün derecesini gösterir.

Hz. Bediüzzaman bu hakikatı şöyle ifade eder:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.

“Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.” Münazarat sh:46 şeklindeki vecizeler, İslam dünyasını bütün milletler için örnek yapar. Bilhassa Nur Talebeleri bu hususta en ileri derecede nümune-i imtisal olmalıdır.

Hz. Bediüzzaman’ın nümune-i imtisal bir fazileti şöyle ifade ediliyor:

“Üstadım başkalarında nâdiren bulunan mümtaz hasletlerin zâhirî tavrının pek fevkınde bir vaziyet gösteriyor. Zâhir hâle bakılsa; ilm-i hâli bilmiyor gibi görünür, birden bakarsın bir deryâ kesiliyor. Me’zun olduğu miktarı, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. “Bende nur yok, kıymet yok” der. Bu hasleti de tam tevazu’dur, ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللهُ Hadîsiyle, tam âmil olmasıdır.

İşte; bu haslet icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesâil-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini içinde arar; hak bulduğu vakit kemâl-i tevâzu’ ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. “Mâşâallah, siz benden daha iyi bildiniz. Allah râzı olsun” der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı mes’elelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunâne bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce damarıma dokunmayarak beni îkaz eder. Eğer güzel birşey söylemiş isem, çok memnun olur.” (Tarihçe-i Hayat sh:212)

İlmî mübaheselerde gereken adab-ı İslamiye tarzı şöyle izah ediliyor:

“Mezkûr mesail gibi dakik mesail-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir…” (Mektubat sh: 45)

“Evvelâ: Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile, hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû’-i telakkiye sebeb olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünki bilmediği şey’i öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var.” (Mektubat:350)

“… Re’fet Bey mektubunda diyor: “Bu mes’ele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde niza’sız mübahaseye alışsınlar…” (Lem’alar:106)

“Evet fena bir adama “İyisin iyisin” desen, iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın fenasın” desen, fenalaşması çok vukubulur. Öyle ise

وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَاماً * وَإِن تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

gibi desatir-i kudsiye-i Kur’aniyeye kulak ver, saadet ve selâmet ondadır. (Mektubat sh: 265)

Evet, “ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerhedip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirdleri bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârane, medar-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevab vermek gerektir.” (Kastamonu Lahikası sh: 196)

“Ülema-i İlm-i Kelâm’ın ve Usûl-üd Din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Velcemaat’ın dâhî muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tedkik ve muhakematla ve âyât ve hadîsleri müvazene ile kabul ettikleri Usûl-üd Din düsturları, şimdiki Risale-i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-ı ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor. Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit, feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar.” (Emirdağ Lahikası-1 sh:211)

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevab: Sû’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman; onun şerrinden seni kurtarır. Zâten bu mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin…” (Mektubat sh: 267)

Adab-ı muaşerete bakan mezkûr kemalat dersleri, İslamiyetin güzelliğini bir mikdar gösterdiğine kıyasla İslam adabını yaşayan bir İslam cemiyetinin mükemmelliği düşünülmelidir.

 

Selam ve dua ile..

Rüştü Tafralı

 

www.NurNet.org

SAYFALAR ÇEVİRMEK KÜLLİYATLAR DEVİRMEK Mİ.. 

SAYFALAR ÇEVİRMEK KÜLLİYATLAR DEVİRMEK Mİ.. 

 

Risale-i Nur Külliyatını okumak bir disiplindir. Eser okurken bazı şeyler bizim elimizdedir. Hızlı okuyabilir ve saatte 15-20 sayfa okuyabiliriz biraz daha yavaş okursak 5 sayfaya kadar düşebilir sayfa sayımız.

Fazla sayfa okumak daha fazla istifade gibi görülebilir ilk bakışta. Ne kadar çok sayfa okursam, sayfa çevirirsem o kadar istifade edeceğini düşünmek bir düşünme hatasıdır. Okumayı ve istifade edebilmeyi tek bir formül, tarz, metod, usule bağlanamaz çünkü eğitim, kültür, zekâ, mizaç farklılıkları söz konusudur.

Mesela işitsel bir zihin için sadece okumak, görsel bir zihin için okuyup yorumlamak, dokunsan bir zihin için de şekiller ve temsillerle akla yaklaştırmak gerekir.

İstifadeye sebep olan en önemli kriter insanın kitapla hem hal olduğu süredir. Çevrilen sayfa sayısı değildir.

“Kemmiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar.”[1]

Bu hakikate işaret etmektedir. Kendimi misal olarak alayım. Bazen saatte 30 sayfa okurum, bazen 20, bazen de saate en fazla 5 sayfa okurum.

Okuma hızı ile metnin derinliğini kavrama birbirinin aleyhinedir. Hız yükseldikçe kavrama sathîlleşir. Araba olarak düşünürsek hız, direksiyon hakimiyeti ve dikkatte odaklanmayı azaltır.

Risale-i Nur gibi çok geniş ve derin manaları ihtiva eden bir eseri, güya “çok okumuş” olabilmek, külliyatlar devirip, sayfalar çevirmek için hızlı okumaya kalkmak, ülfet ettiği ve öğrendiği zahirî manalarla yetinmek ve sathî kalmaktır ki, bu da gaflete sebep olacaktır. Sayfalar çeviren külliyatlar deviren bir çok kimsenin gaflete dalması ülfetle hemhal olmasının sebebi de budur.

Diğer ve en ehemmiyetli şey nedir dersek şayet hemen akıllarda İhlas, Takva, Sadakat, küliyatın düsturlarına bağlılık olarak ampuller yanacaktır.

Külliyatı okumakta bir de niyet çok önemlidir. Bir şey olmak için okunmamalıdır. İlim ALLAH rızası için tahsil edilmeye çalışılır. Sadece kuru okumakla ilim tahsil edilmez sadece kitap kıraat edilir ki, kıraat de malumata ve sayfalar çevirmeye sebep olur.

Ruhani şifa niyetiyle okumak, uhuvvet ve tesanüd sayesinde veliyy-i kâmil hükmündeki şahs-ı mânevîye kuvvet vermek gibi şeyler de niyetimizde olmalıdır.

Bu gibi esbaba riayet, feyiz alabilmenin ve istifade edebilmenin asıl manevî sebepleridir.

Burada maksadım ne Risale-i Nurlar gazete gibi okusun ne de zikir çeker gibi veya evrad okur gibi okunsun! Amacım tahkikle ve istifadeye sebep olacak verimli okumalar yapmaktır.

Risale-i Nur, ilim içinde imandır ve marifettir. Marifetullah dersleridir.

İşte bu açıdan, notlar alarak ve bazı kısımları yazarak çalışmak ehemmiyetlidir.

“Risale-i Nur’u yazmanın” beş uhrevî faydasından dördüncüsü olan “kalemle ilmi tahsil etmek”[2] maddesi halen de yürürlüktedir.

Malûmdur ki, Rabbimizin birinci emri “Oku!” olmuştur. Devamında aynı emri tekrar etmiş, ama “Alleme bi’l-kalem”[3] kaydını koyarakokumakla yetinilmemesi gerektiğine “ilmin kalemle tahsil edilebileceğine” dikkati çekmiştir.

Hakkı Efendi (rh) hakkında: “Vazifedarane kalemi her gün istimal etmeyenler… hususî isimleriyle has şakirtler dairesi(nden) isimleri muvakkaten tayyedildi”[4] denilerek, yazarak çalışmanın “has talebe” statüsüne yükselten ve bizzat ismiyle duâya mazhar eden bir fazilet olduğu hissettirilmiştir.

Risale-i Nur Külliyatı ile tahkik ederek meşgul olmak has talebeler dairesine giremeye de sebeptir. Çünkü yazarak ve notlar alarak okumak ve nurlara çalışmak, hiç şüphesiz daha etkili, daha kalıcı ve “talebelik ciddiyetine” daha çok yaraşır.

Külliyatı birkaç defa okuyanların artık düz okumak yerine doğrudan kendi dert- lerine, yani zihnî ve hissî hastalıklarına deva olarak buldukları cümleleri yazmaları ve not almaları, bu şekilde kendilerine hususî hizipler, derlemeler, toplamalar (ajanda) yapmaları fevkalâde faydalıdır.

Çünkü herkesin ihtiyacı, her meseleye aynı şiddette olmaz. Hem bir kez yazmak, üç defa okumaktan evlâdır. Dolayısıyla kalem “talebenin” altıncı parmağı olmalıdır.

Yazma işlemini talebeliğin birinci şartı gibi görenlerin ifratına mukabil, onlara benzeriz korkusuyla kalemi büsbütün bırakmak da tefrit olsa gerektir. “Okuyucu” veya “Yazıcı” gibi isimlendirmelerin lâfzî tanımına takılıp kalmamak gerekir. Belki hem okur, hem de yazar olmak daha iyidir. Göz gibi eli de sevaba sokmak günah değildir!

Zaten asıl talebelik ve yazmak “hayatımız bir kalem, onunla sahife-i a’mâlimize geçecek” şekilde o hakikatleri yaşamaktır. Yazmak da artık neşir için değil, iyice kavramak, hatırda tutmak ve yaşamak içindir.

Bir nur talebesinin maneviyatı kalem ve kitapla ayakta durabilir ancak. Okuruz ve dimağ ve not defterimize yazarız. Bu şekilde gaflet, lakaytlık, ülfet belalarından korunur ve kurtuluruz.

“Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[5]

 

Selam ve dua ile

Muhammmed Numan ÖZEL

[1] Mektubat ( 44 )
[2] Lemalar (167)
[3] Alak 96/1-5.
[4] Barla Lahikası (372)
[5] Sözler ( 147 )

Çare-i Necat/ Kurtuluş

Çare-i Necat/ Kurtuluş

İnsan ve insanlık sürekli olarak üretim ve tüketim noktaları arasında gidip gelmektedir. Kendi gelişimini, potansiyelini arttırması için müstehlik/tüketici olmaktan kurtulup müstahsil/üretici konuma gelmesiyle mümkündür.

Üretici olmayı sadece çiftçiliğe indirgemek de zihinsel bir prangadır. Üretici herkese çiftçi/rençber denecek olursa herkes bir rençber olmalı. Ama gıda ürünleri ama bilimsel ama fikir…

Ülkemiz kadim bir medeniyetin merkezidir. Bu birikim ve var olan müstakbel beyinler görsel kültürün bombardımanı altında maalesef. Sosyal mecralar körpe dimağların gelişmesine mani olmaktadır.

İslamiyet bizlerin mayası ve hamurudur. Bizlerin ayakta kalması ancak ve ancak İslamiyetle mümkündür. İslamiyeti bu toplumdan çekerseniz, ateist olan Avrupa kültürünün benimsenmesi bizim mayamız ve hamurumuzla uyumlu değildir ve entegre edilmesi de söz konusu değildir.

“Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terketmişse, tedenni etmiş. Hristiyanlık ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş’et etmiş.”[1]

Modernite ve teknolojiye kimse karşı çıkamaz. “Bunu gâvurlar icat etti kullanmayalım” gibi sözlerin de mahiyet-i harbiyesi hiç yoktur. Teknolojik gelişmeler toplumların ortak malıdır. Kimsenin patentli malı değildir.

Alimlerimizin, hocalarımızın taassuptan azade olarak terütaze olan İslamiyet’i içtimai hayatın her sahasında anlatarak İslami bir toplum inşa edilmeli ve mayamız, hamurumuz bu şekilde muhafaza edilmelidir. Mayasını bozan toplumlar pagan anlayışlarının tabağına düşerek onların mezesi olmaktan kendini kurtaramaz. Bakın Avrupa’ya sözüm ona Hıristiyan devletleri ama mayasını koruyamadığı için tekrar pagan olmuş ve ateist bir yapıya inkılab etmiştir.

Bugün Avrupa’da toplumsal kültür korunmadığı için toplumun her şeyinden kırmızı alarmlar yanmakta. Evlikler, iş hayatı, çocuk terbiyesi… Hani kovboy filmleri vardı bir zamanlar, her Pazar TRT’de yayınlanırdı. İşte onun gibi bir hal.

Bizler ki elhamdülillah Müslümanız ve bu kadim medeniyetin bir evladıyız. Mayamız, hamurumuz İslamiyetle mezcolmuş/birleşmiş. Bizlerin ruhu İslamiyettir. Ruhumuzu aldıktan sonra bizlerden geriye kalan da Avrupa’nın başına gelen pagan bir yaşantı olur. Ve toplumumuzdan, vicdan, merhamet, şefkat, diğerkamlık, değerkamlık çekilmeye başlar ve “güçlü zayıfı ezer, büyük balık küçüğü yutar” şekline evrilir. Zulümler ortaya çıkar her alanda.

Her yerden “zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları”[2] işitilir.

“Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne”, “Sen çalış, ben yiyeyim”[3] anlayışı da göndere çekilen bayrak gibi olur.

Toplumu irşad edecek kimseler binaların kolonları gibidir. Onlara olan hürmet ve muhabbetin kırılmasına en az bir asırdır beynelmilel komiteler çabalamakta. Biliyorlar ki bu kolonlar yıkılırsa bina çökecektir. Toplumu çökertmek için irşad ve tebliğ hizmeti yapan şahıs ve STK’lara insafsızcasına saldırlar oluyor. Bunun neticesinde sokaklarımız ahlak erozyonuna uğramaya başlıyor. Nesiller arası kopukluk, kuşak çatışmaları da kaçınılmaz. Mesela dünyada yaşanan zulümlerde yeni nesiller, “bizim ülkemizde yaşanmıyor” diyerek diğerkamlık göstermemekte. Çünkü İslam kültürüyle değil pagan kültürüyle, ateist bir anlayışla büyüdüler.

Milli ve manevi değerlerimizi anlatmalı, korunması için de elimizden gelenin fazlasını yapmakla mükellefiz. Aksi taktirde toplum olarak bunun bedelini çok ağır öderiz.

Ne mutlu nefsini ve neslini ıslah edene.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Mektubat (438)
[2]Lem’alar (116)
[3] Sözler (409)

Kaynak: RisaleHaber