Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

Said Nursi’nin talebeleri Meclis’te F.Gülen’i anlatsın

Meclis, FETÖ Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu yol haritasını belirliyor. Üçüncü toplantısını bugün gerçekleştirecek olan komisyonda, dinlenmesi isteneni isimler netleştirilecek. AK Partili Selçuk Özdağ Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin yaşayan talebelerinin de dinlenmesini istedi.

BEDİÜZZAMAN’LA YOLLARININ AYRILDIĞI DÖNEM

Komisyonda iki farklı görüş öne çıkıyor. Sabah’ın haberine göre AK Parti, FETÖ’nun 40 yıllık oluşum sürecinin, elebaşı Fetullah Gülen’in Bediüzzaman’la yollarının ayrıldığı dönemin, daha önceki hükümetler döneminde FETÖ’nün devletteki yapılanmasının aydınlatılmasını, 1980 darbesi sonrasında Gülen’in Isparta Emniyeti’nden kaçırılması olayıyla ilgili sır perdesinin de aralanmasını istiyor.

SAİD NURSİ’NİN YAŞAYAN TALEBELERİNİ DİNLEYELİM

AK Parti’li Selçuk Özdağ, Bediüzzaman Said Nursi’nin yaşayan talebeleri ile eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in eşi Rahşat Ecevit, eski başbakan yardımcısı Hüsamettin Özkan, İshak Alaton ve Üzeyir Garih’in aileleri, eski CHP’li Birgül Ayman Güler gibi isimlerin dinlenmesini talep etti.

CHP, Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere darbe girişimi gecesinin önemli aktörlerinden oluşan 41 kişinin dinlenmesini darbecilerle görüşülmesini öneriyor. CHP’nin çağrılmasını istediği isimler arasında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski cumhurbaşkanları Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül ile eski genelkurmay başkanları Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ, Necdet Özel, stratejist Henry Barkey gibi isimler var.

MHP’de öncelikle 15 Temmuz, 28 Şubat, Fidan’ın gözaltına alınmak istenmesi, 17-25 Aralık, CHP ve MHP’deki kaset olaylarının arıştırılmasını istiyor. HDP’nin de önceliği 15 Temmuz’un araştırılması.

Kaynak: Said Nursi’nin talebeleri Meclis’te F.Gülen’i anlatsın

www.NurNet.Org

Şiilik / Şiîliğin doğuşu nasıl olmuştur?

En büyük hidayet meşalesi olan Kur’ân-ı Azimüşşân’ın nâzil olmasıyla bütün insanlık âleminde yepyeni bir devir başlamıştı.

 

İnsanlar kalp ve ruhlarının tabiî ihtiyacı olan “Hak Din”e kavuşma sevinci içinde idiler. Şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavuşmuşlardı. Kur’an’ın hayattar prensipleri, onları her an maddî ve mânevî yüceliğe doğru götürüyordu.

Resul-i Ekrem Efendimizin döneminde İslâmiyet’ Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hakimiyetini kurdu. Artık cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine bırakmıştı.

Hz. Ebu Bekir ve Ömer (ra.) devirlerinde kısa zaman içerisinde yapılan eşsiz fetihlerle Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın fethine başarılı olundu.

Bu harikulâde gelişme, İslâm düşmanlarının, bilhassa Yahudilerin haset ve kinlerini kabarttı. Yahudiler, İslâmiyet’in kısa zamanda gösterdiği büyük gelişme karşısında dehşete kapılıyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin İslâm’a girişi de onları büsbütün çıldırtıyordu. İslâmiyet’in bu hızlı ve parlak yayılışı mutlaka durdurulmalıydı.

Vaktiyle, Hristiyanlara karşı tezgâhlanan oyunun, şimdi Müslümanlara karşı oynanması lâzımdı. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine’de İbn-i Sebe’yi sahneye çıkardılar. Abdullah İbn-i Sebe hahambaşıydı ve büyük bir komiteciydi.

İbn-i Sebe, tahribat programını başlıca iki esas üzerine kurdu. İlk olarak, Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmakla, İslâm’ın gelişmesine engel olacak; ikinci safhada İslâmî inanç ve itikada hurâfeler katarak, onlar arasına, kıyâmete kadar sürecek bir fikir ayrılığı sokacaktı. Bu iki hedefin gerçekleşmesi için komiteler kuracak ve onlar aracılığı ile Müslümanlar arasındaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi mânevî bağları zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasından hemen durum değerlendirmesi yapılacak, plânlanan hedeflerle alınan neticeler kontrol edilecek, değişen ve gelişen şartlar altında yeni hedeflerin gerçekleşmesi için yeni plânlar yapılacak ve uygulama sahasına sokulacaktı.

İbn-i Sebe, Müslümanlar arasında çıkardığı ihtilaflarla ve iç harplerle birinci maksadına tam muvaffak olmuştu.

İbn-i Sebe, bu iç savaşlarla esas amacına yaklaşmış oluyordu. Çünkü onun asıl amacı, İslâm inancına hurâfeler sokarak onu öz saflığından çıkarmaktı.

Bugün kavga eden müminler yarın barışabilir ve tekrar bir araya gelerek İslâm birliğini yeniden tesis edebilirlerdi. Müslümanlar arasında tâ kıyâmete kadar devam edebilecek bir ayrılık çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, hiziplere ayırmak icap ediyordu. Şimdi yapılacak en önemli iş, inançları asıl çizgisinden saptırmak için dine hurâfeler sokmaktı.

İbn-i Sebe bu işe, “Ehl-i Beyt” muhabbetini istismar etmekle başladı. Ehl-i Beyt’in en ateşli bir taraftarı olarak sahneye çıktı. Hilâfetin baştan beri Hz. Ali’nin hakkı olduğunu ve ondan haksız olarak gasp edildiğini etrafa yaydı. Hz. Ali ve evlâtlarını, “İlâhlar Hanedanı” hâline getirerek İslâm Dinini Hristiyanlıkta olduğu gibi tevhit esasından saptırmaya tevessül etti. Sonunda, İbn-i Sebe başkanlığındaki bir grup, Hz. Ali’nin (ra.) huzuruna çıkarak ona: “Sen Rabbimizsin, İlâhımızsın,” dediler. Hz. Ali, bu müşriklerin bir kısmını yaktırdı. İbn-i Sebe’yi ise, ordu içinde taraftarlarının çokluğu sebebiyle, fitne ve zaafa yol açacağı endişesinden, yaktırmaktan vazgeçti. İran’ın eski hükümet merkezi olan Medayin’e sürdürdü.

Ne yazık ki, Medayin, İbn-i Sebe’nin sapık fikirlerinin üretilmesine çok müsait bir zemin idi. İbn-i Sebe burada, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan Haricilerle görüştü ve reisleri Evfa oğlunu buldu. Evfa oğlunun Hz. Ali’ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: “Böyle bir hareketle Ali’yi mağlup edemezsiniz, ancak siz mağlup olursunuz.” dedi. Evfa oğlu, İbn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Üç fedai ile bu işi hallederiz.” dedi.

Bu konuşmadan sonra, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü’l-Âs’ın öldürülmesinde mutabık kaldılar. Bu maksatla üç suikastçıyı yola çıkardılar. Üç sahabe, Ramazan’ın 17. günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhi ile Hz. Muâviye ve Amr İbnü’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz. Ali’yi, şahadetine sebep olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu.

İbn-i Sebe, İbn-i Mülcem’i Hz. Ali’yi öldürtmek üzere yola çıkardıktan sonra, Meymun oğlunu birkaç adamıyla Küfe’ye göndermişti. Meymun oğlu orada:

“Ali ölmedi, uruç etti, semâya çıktı. Şimdi o, bulutların üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kılıcıyla bütün dünyaya adalet dağıtacaktır…”

gibi hurâfeler yayacaktı.

İbn-i Sebe, yakın mesai arkadaşları ile beraber İran’da yapacakları ihanet faaliyetlerinin plânlarını hazırladılar ve çalışmaya koyuldular. O günkü sosyal durum da onların bu plânlarını uygulamaya son derece elverişli idi. Şöyle ki:

İslâmiyet çok kısa bir zamanda geniş bir sahaya yayılmıştı. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, intikal ettirmek, mizaçları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a kitleler halinde katılmalar oluyordu. Gerçi bu durum, Müslümanları sevindiriyordu. Fakat, mânevî hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, ideal mânâda Müslümanlar pek yetişemiyor, dolayısıyla da ideal duyuş ve yaşayış açısından Müslümanlar arzu edilen kıvamda bütünleşemiyordu. Halk tabakaları, işlenmemiş ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini İran’da açık bir şekilde gösteriyordu.

Yeni Müslüman olmuş kimseler, eski yanlış inançlarından bütün bütün kurtulmuş değillerdi. Asırlardan beri süre gelmiş hurâfe ve bâtıl inançların etkisinde kalarak ruhları, akılları, kalpleri boyanmış bu insanlara İslâm’ın vehim ve hayâlâttan, düzmece ve hurâfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatlerini olduğu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. İslâmiyet bu mutaassıp insanlarca hakkıyla hazmedilemiyor ve hak din kalplere ve hislere tam mânâsıyla yerleştirilemiyordu. Psikolojik olarak istiyorlardı ki eski inançlarını, örf ve an’anelerini de İslâmiyet’le birlikte devam ettirsinler.

Diğer taraftan, hilâfet makamı da bu ülkede ikaz ve irşat hizmetini gereken seviyede yapamıyordu. O beldelerdeki insanlara, İslâm’ı bütün kurumlarıyla yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, büyük ölçüde aksıyordu. Zira, İslâmiyet gayet geniş bir sahaya yayılmış, sahabelerin büyük bir kısmı iç fitnelerde vefat etmiş, diğer bir kısmı uzlet hayatını tercih etmiş, bir kısmı da sosyal hayata müdahale edemeyecek kadar yaşlanmıştı.

Bu önemli görevin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun süre sahipsiz kaldı. Fetih zamanında aldıkları ilk feyiz ve ilimle Kur’an’a ve imana ait hakikatleri tamamıyla anlayamamışlardı. Bu sebeple henüz hak ve bâtılı, hurâfe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemişlerdi.

İşte, Yahudi gibi fitneci bir kavim, bu sosyal durumdan faydalanmayı başardı.

İbn-i Sebe’nin, İran’da olumsuz fikirlerini yerleştirmesinde önemli bir faktör de halkın psikolojik yapısıydı. Onların iç dünyasında, akıldan ziyade his hükmediyordu. Gönülleri hakikatten ziyade efsane ve hurâfelere açıktı. Hâdiseleri mantık ve muhakeme uyumu içinde tahlil edemiyor, fikir süzgecinden hakkıyla geçiremiyorlardı.

Diğer taraftan asırlarca süren saltanatlarının ve milli gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından söndürülmesini de bir türlü hazmedemiyor, akıl plânında olmasa bile, his plânında İslâmiyet’e karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı.

İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirmesini bildi. Arkadaşlarını toplayarak onlara,

“Biz asıl harbe yeni başladık. Bilmiş olun ki, bu, Müslümanlar arasında kıyâmete kadar devam edecek bir savaşın başlangıcıdır. Şimdi, biz Ali’yi takdis edeceğiz ve ettireceğiz. Ona, yerine göre ‘ilâhlık’ yakıştıracağız, yerine göre ‘peygamberdir’ diyeceğiz, yerine göre de ‘hilâfetin, Ali’nin hakkı olduğunu, fakat Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın onun bu hakkını gasbettiklerini’ anlatacağız.”

İbn-i Sebe ve arkadaşları, bu kararı aldıktan sonra etrafındaki adamlarını, bu fikirleri yaymak üzere görevlendirdiler. Bunlar,

“Hilâfet Ali’nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah’ın iradesine karşı geldiler… Allah’ın iradesine itaat için Ali’den yana çıkmak lâzımdır…”

diye telkinlere başladılar. Bu telkinler, halk tarafından kabul görünce, daha da ileri giderek insanlara ilâhlık isnat eden “Hulûl Akidesini” İslâm inancına sokmak için gayret gösterdiler. İslâm inancını asıl çizgisinden saptırarak, tevhit akidesine taban tabana zıt bir inanışı yaymaya başladılar. “Hulûl Akidesi’ İranlıların eski dinlerinde de vardı. Bu bakımdan, bu bâtıl itikat onlarda kolaylıkla taraftar buldu.

Önce, Hz. Ali’ye (ra.) ilâhlık izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhlığın, onun evlâtlarına da intikal ettiği davasında bulundular ve neticede İran’da bir ilâhlar hanedanı ortaya çıktı.

Hz. Ali’nin (ra.) vefatında İbn-i Sebe, “Ölen Ali değil, onun sûretine giren bir şeytandır. Ali şimdi göklere çıkmış ve bulutlar üzerinde taht kurmuştur.” diyerek onun ölümüne hulûl akidesi paralelinde bir yorum getirdi.

Böylece, Mısır’da “Sebeiyye Mezhebi”nin kurulmasıyla tohumu atılan Şiîlik, İran’da yeşermeye, gelişmeye başladı. Ve bundan yirmiden fazla fırka (kol) türedi.

Selam ve dua ile…

Sorularla İslamiyet

Kaynak: Şiilik / Şiîliğin doğuşu nasıl olmuştur?

www.NurNet.Org

Risâle-i Nur ve Müceddidlik

Risâle-i Nur ve Müceddidlik

MÜCEDDİD HADÎSİ

Peygamberimiz
(s.a.v)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah, bu ümmetin dinini tecdid etmek (yenilemek) için her yüz sene başında, bir müceddid gönderir.”
Bu hadis, Sünen-i Ebu Davud, (
Kitab’ul Melahim, Bab. 1, hn. 4291), Hakim ve Taberani tarafından sahih olarak rivayet edilmiştir. Hadîs imamları bu hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. (Aclunî,
Keşfü’l-Hafa
, Dar’ül Kütübü’l-İlmiye, 1988, c. 1, s. 243)

Ayrıca bu hadise be
nzer şu hadis de nakledilmiştir: “İslam ve Müslümanların kandırıldığ
ı her bidat vaktinde, Allahü Teala’nın   (yönlendirdiği, İslâm’ı) savunan, onun alametleriyle konuşan salih veli bir kulu olacaktır. O (Salihlerin olduğu) meclislerde bulunmayı zayıfları koruma konusunda fırsat ve ganimet bilin, Allah’a tevekkül edin, Vekil olarak Allah yeter.”
(Ali Müttaki, Kenzü’l-Ummal, hadis no: 34624)

TECDİD VE MÜCEDDİD

Peygamberimiz (s.a.v) 23 yıl içinde, cahiliye dönemi insanlarını ıslah ederek onları bütün insanlık âlemine örnek Asr-ı Saadet toplumuna dönüştürdü. Asr-ı Saadet toplumu, kendisinden sonr
aki bütün İslâm toplumları için ideal toplum oldu. Bir toplum ne kadar sahabe toplumuna benziyorsa o kadar iyi, ne kadar b
enzemiyorsa o kadar da kötüdür.

Yenileme’, mânâsına gelen ‘tecdid’ kelimesi, Asr-ı Saadetten sonra İslâm toplumlarında fısk, bid’at ve küfrün zuhuruyla, Kur’ân ve Sünnet’ten uzaklaşmalar olduğunda, bu bozukluklarla mücadele ederek İslâm toplumunun düşünce ve davranışlarını yeniden, aslî kaynaklara (Kur’ân ve Sünnete) rabtetmek mânâsına gelir. Diğer ifadeyle tecdid, yeniden ideal toplumu oluşt
urma faaliyetidir.

‘Yenileyen’ mânâsına gelen ‘müceddid’ kelimesi ise, Kur’ân ve sünnete
son derece bağlı, İslâmî ilimlerde en yüksek mertebede olan, bid’at ve küfürle mücadele eden, ümmetin problemlerini hallederek toplumdaki dini havayı yenileyen âlim kimse mânâsına gelmektedir.

İslâm’ın ilk yüzyılından günümüze kadar, İslâm toplumlarında fısk, bid’at ve küfürle mücadele eden müceddidler eksik olmadı. Onlar daima bid’atları izâle, Kur’ân ve sünneti ihya ederek, toplumu Asr-ı Saadete dönüştürmenin mücadelesini verdiler ve mânevî havayı yenilediler.

Yukarıda Müceddid ümmetin proble
mlerini çözen şahıstır demiştik. Herhangi bir âlim veya evliya ile müceddid arasındaki en önemli fark, müceddidin ümmetin problemlerini diğerlerinin yapamadığı bir şekilde çözümlemesidir. Örneğin, İmam Gazalî ümmetin ittifakıyla 5. Asrın müceddididir. Çünkü o, kendi zamanındaki problemleri halletmiş, bilhassa revaçta olan Meşşaî felsefeyi yıkmıştır. Elbette İmam Gazalî döneminde âlimler ve evliyalar vardı. Onlarda İmam Gazalî gibi salih insanlardı, etraflarındaki insanlara ilim öğretiyorlar, emr-i bilmaruf yapıyorlar, ümmetin problemlerini çözmeye
çalışıyorlardı. Fakat onlar ümmetin problemlerini çözmede, İmam Gazalî kadar tesirli ve başarılı olamadılar. Bu yüzden müceddid ünvanı onlara değil yalnızca İmam Gazalî’ye verilmiştir.

Günümüzde her tarikat veya cemaat müntesibi şeyhinin veya liderinin -hatta ümmete problem olmuş kişilerin bile- müceddid olduğunu ilan edebiliyor. Bu tarikat ve cemaatlerin kendi liderlerini müceddid olarak kabul ettirmesi için, liderlerinin ümmetin hangi problemini hallettiğini, çözdüğünü ortaya koyması gerekir. Bu konuda yalnızca salah, ilim, faaliyet veya muhabbet yeterli değildir.

Günümüzde bazı şahıslar tecdidle reformu aynı göstermeye çalışıyorlar ki, bu büyük bir hata ve cehalettir. Çünkü tecdid, toplumu ıslah ederek, toplumun yeniden dine olan bağlılığını tazelemek, reform ise, toplumu değil, dini yaşanan çağa uyarlamak, di
nde değişiklikler ve yenilikler yapmaktır. Tecdid toplum bünyesinde, reform dinin muhtevasında yapılır. Bu özelliklerinden dolayı ikisi birbirine tamamen zıttır. Biri din tarafından övülmüş, diğeri ise, zındıklık olarak kabul edilmiştir.

MÜCEDDİDLER

Tarih boyunca her asırdaki müceddidler merak konusu olmuş ve bu alanda araştırmalar yapılmıştır. Fakat müceddidi tesbit konusunda elde kesin kriterler olmadığından ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Her mezhep müntesibi müceddidleri tesbit ederken, kendi mezhebini ön plana çıkarmış, ona göre listeler hazırlamışlardır. Bazı âlimler bu konunun ihtilaf ve münakaşa mevzuu olmaması için hadisde zikredilen (من) lafzının bir ve birden fazla kişiye işaret edebileceğini, her ilim sınıfından –tefsir, hadis, kelam vs- bir asırda birden çok müceddid olabileceğini söylemişlerdir. Nitekim bu konuda Peygamberimiz’den bu manayı teyit eden şu hadisler rivayet edilmiştir: “Her asırda ümmetimden (dini konu
larda) önde olanlar olacaktır”
(Ali Müttaki, a.g.e.,, hadis no: 34626, 34627). “Allahü Teâlâ devamlı olarak bu dinde (bazı güzide kullarını) bir tohum (gibi) eker, (Onlarla dini güçlendirir), kıyamet gününe kadar da onları orada ibadetiyle istimal eder. (Ali Müttaki, a.g.e., hadis no: 34625)

Burada kesin bir hüküm olarak değil, ancak fikir vermesi için İmam Suyutî’nin müceddidlerle ilgili listesini takdim ediyoruz. (Bu listedeki Ömer b. Abdülaziz hariç bütün isimler Şafi mezhebindendir.) İmam Suyuti yazdığı şiirde müceddidleri asırlara göre şöyle sıralamıştır:

  1. Ömer b. Abdülaziz                            (60-101)
  2. İmam-ı Şafii                                    (150-204)
  3. Ebu’l-Hasan El-Eş’ari                          (260-324)
  4. Bakıllani (veya Ebu Hamid İsferayini)    (344-406)
  5. İmam Gazali,                                   (450-505)
  6. Fahreddin Razi, (veya İmam Rafii)       (544-606)
  7. İbn Dakik El-İyd,                              (625-702)
  8. Bulkini,                                           (720-805)
  9. İmam Suyuti                                    (849-911)

İmam Suyuti yazd
ığı şiirin sonunda “Ümid ederim ki bu asrın müceddidi benimdir” diyerek kendisinin 9. Asır müceddidi olduğunu açıkça ifade eder. (Azimabadi, Avnu’l-Mabud Şerhi Ebu Davud, c, 11, s, 385 vd; Aclunî, Keşfül Hafa, c, 1, s, 243.)

Yaygın kanaate göre günümüze kadar gelen diğer müceddidler de şöyle:

  1. İmam-ı Rabbani                              (971-1034)
  2. Şah Veliyullah Dihlevi                        (1114 -1176)
  3. Mevlana Halid                                 (1193-1242)
  4. Üstad Bediüzzaman Said Nursi,          (1293 – 1379)

20. YÜZYIL VE TECDİ
D

19. yüzyıldan itibaren İslâm toplumlarında tesirini hissettiren materyalist Batı felsefesi, 20. yüzyılda daha da yaygın bir hal aldı. Batı felsefesinin yaygınlaşması ve İslâm aleyhtarı propagandalar neticesinde, halkın İslâm’a bağlılığında gevşemeler, zihinlerde şüpheler ortaya çıktı. Ahlâk bozuldu, İslâm aleyhinde fikirler arttı, halk İslâm’ı yaşamaktan uzaklaştı. Hatta Müslüman olmak gericilik, utanılacak bir durum haline gelmeye başladı. Bütünüyle değilse de kısmen İslâmi değerlere itimadı olmayan, hatta düşman, dinsiz nesiller de ortaya çıktı.

Üstad Bedîüzzaman, 20. yüzyılda İslâm toplumlarını etkileyen materyalist Batı zihniyetinin sebep olduğu fısk, bid’at ve küfürle mücadelesindeki başarısıyla, bu asrın müceddidi olduğunu isbat etmiş bir şahsiyettir. Kanaatimizce Üstadın müceddidliğine delil olabilecek 6 madde vardır. Onlar da kısaca şunlardır:

1.  İMAN HİZMETİ

Son iki yüzyıl hem Müslümanların hem de bütün insanlık âleminin en büyük problemi ateizmdir. Modern çağlarda bilimden, fenden kaynaklanan ateizm, hiçbir asırda görülmeyecek bir şekilde bütün dünyaya yayılmıştır. Üstad Bediüzzaman, insanlık âleminin bu en büyük problemi üzerinde hassasiyetle durmuş, telif ettiği Risale-i Nurların büyük bir bölümünü bu konuya ayırmış, imânî konuları çürütülemeyecek kadar güçlü delillerle ortaya koymuş, müminlerin imânını kuvvetlendirirken, dinsizleri de susturmuştur. Örneğin Tabiat Risalesi’nin başında “Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zîrüzeber ediyor.” Diyerek bu risalenin ehemmiyetine dikkat çekilir.

Ayrıca Kelam âlimleri “Her insanın imânını tahkikî hale getirmesi farzdır. Taklidî imân sahihse de, imânını tahkikî hale getirmeyen günahkâr olur” diyerek, imâni konular üzerinde durmanın ehemmiyetine işaret etmişlerdir.

20. Yüzyılda elbette küfürle mücadele eden âlimler olmuştur. Fakat hiç biri Üstad Bediüzzaman kadar konuyu geniş ve başarılı bir şekilde ele almamıştır. Bu hal Üstadın bu asrın müceddidi olduğunun en büyük delilidir.

2.  İRŞAD

Dünya menfaatlerinin ve lezzetlerinin ön plana çıkarıldığı, ahiretin umursanmadığı, mümin insanların bile günahlarda tiryaki olabildiği bir zamanda yaşıyoruz. Risâle-i Nur böyle bir ortamda, gayr-ı meşru haram lezzetlerde daha dünyada iken cehennem elemlerinin, imân hakikatlerinde ve İslâm’ı yaşamakta ise, cennet lezzetlerine benzer lezzetlerin var olduğunu isbat ederek, pek çok insanı irşad etmiş, günahlardan kurtarmıştır.

Günümüzde irşad faaliyeti yapan pek çok şahıs ve gruplar olmakla beraber, Risâle-i Nur’un tesir itibariyle daha kuvvetli ve geniş çapta olduğu görülmektedir.

3.  İSLÂM’A HÜCUMLAR VE CEVABLARI

19. yüzyıl sonlarından günümüze gelinceye kadar İslâm düşmanları tarafından daima gündeme getirilen İslâm’ı tenkide yönelik bazı konular vardır. Tesettür, taaddüd-ü zevcat, kadınlara mirastan yarım hisse verilmesi, peygamberimizin çok evliliği, miraç, şeytanların yaratılması, kader gibi konular bunlardan sadece bir kaçı. Üstad Bedîüzzaman bu ve benzeri konulara mukni izahlar getirerek İslâm düşmanlarını susturmuş, İslâm’ı en güzel şekilde müdafaa etmiştir.

4.  HER TABAKAYA HİTAB

Üstad risâleleri te’lif ederken yediden yetmişe herkese hitap etmiştir. Ezcümle:

  • Çocuklar için Üstad, “Onlar Risâle-i Nur’un fıtri talebesidir” der.
  • Gençler için ‘Gençlik Rehberi’,
  • Hanımlar için ‘Hanımlar Rehberi’
  • İhtiyarlar için ‘İhtiyarlar Risâlesi’
  • Hastalar için ‘Hastalar Risâlesi’ te’lif edilmiştir.

5. HAYAT-I İCTİMÂİYEDEKİ GURUPLAR

Üstad Bedîüzzaman hayat-ı ictimaiyedeki pek çok mesele ve guruplar hakkında İslâmî hükmü, doyurucu ve ikna edici bir üslupla ortaya koymuştur. Biz burada Risalelerde üzerinde durulan konu ve gurupları kısaca izah ederek, numune kabilinden birkaç risaleye de işaret edelim:

  1. İTTIHAD-I İSLÂM

Müslümanlar arası ihtilafın sebepleri ve ihtilafı ortadan kaldırarak, Müslümanlar arası birliği sağlamanın yolları değişik risalelerde ele alınmıştır. Örnek olarak 20. Lema (İhlas Hakkında), 22. Mektup (Uhuvvet Risalesi), Hutbe-i Şamiye (Şam’da Camii Emevi’de Türk ve Arapların ittihadı hakkında verilmiş bir hutbedir.)

  1. TASAVVUF

Değişik risalelerde tasavvufun ne olduğu, faydaları, ona hücum edenlerin hata ettiği, vahdet-i vücut ve benzeri tasavvufi meseleler ele alınmıştır. Bazı yerlerde ehl-i tasavvufun dikkat etmesi gereken konular ele alınır. Bu konuda en güzel risale 29. Mektubun 9. Risalesi olan Telvihat-ı Tis’a’dır.

  1. SİYASET

Üstad Bediüzzaman Yeni Said döneminde siyasetten çekilmiş ve talebelerinin de siyasetten uzak durmalarını istemiştir. Değişik risalelerde bunun sebepleri üzerinde durur. En çok nazara verdiği, imana Kur’ân’a hizmet edenlerin toplumun her kesimine hitap etmesi ve onların güvenini kazanması için siyaseti terk etmesi gerektiğiyle ilgilidir. Bu konuda 13. Ve 16. Mektupta geniş izahları vardır.

  1. ŞİİLİK

Dördüncü Lem’a (Minhacü’s-Sünne) risâlesinde, Peygamberimizin ümmetine şefkati, ‘ehl-i beyt’i sevmenin ehemmiyeti ve Şia ile Ehl-i Sünnet arasında medar-ı münakaşa olmuş ‘hilafet meselesi’ni ele alınır. Hatimesinde, Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki münakaşaların bırakılmasıyla ilgili mühim tavsiyeler vardır.

  1. MEZHEBSİZLİK

27. Söz, Sahâbelere ve İctihad’a dairdir. İctihad kapısının açık olmakla beraber bu zamanda o kapıyı açmanın mahzurları oldukça ikna edici bir üslupla ele alınır.

  1. VEHHABİLİK

28. Mektub’un 6. Risâlesi’nde bugünkü Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi, aynı zamanda günümüz Müslümanlarına bazı konularda tesiri olan ‘Vehhabilik’in tarihî mahiyetinden ve günümüzdeki durumlarından bahsedilir.

  1. MİLLİYETÇİLİK

26. Mektub 3. Mebhas’ında Milliyetçilik konusu ele alınır. Bu risâlede Allah’ın insanları millet millet yaratmasının hikmeti, milliyetçiliğin müsbet ve menfi olmak üzere iki kısım olduğu, müsbet kısmının faydaları, menfi yönünün zararları ve tarihi delilleriyle isbatı ile İslâm milletlerinin ittifak etmesine işaret edilir. Hutbe-i Şamiye Risalesinin Zeylinde ise din duygusuyla milliyetçilik duygusu kıyaslanarak, din duygusunun daha ehemmiyetli olduğu, faydalarıyla beraber isbat edilir.

  1. MATERYALİZM – POZİTİVİZM

19 ve 20. Yüzyıllar materyalizm ve pozitivizmin yaygınlaştığı yüzyıllardır. Üstad telif ettiği değişik risalelerde –örneğin Tabiat Risalesinde- bu iki inkâr felsefesini yıkmıştır.

  1. KAPİTALİZM – SOSYALİZM

Bazı risalelerde Kapitalizm, Sosyalizm ve İslâm kıyaslanarak İslâm’ın üstünlüğü ortaya konulmuştur.

  1. AHİR ZAMAN FİTNELERİ

Beşinci Şua isimli bir risalede yanlış anlaşılan ahir zaman fitneleriyle ilgili hadisler izah edilerek, bazı toplumsal olaylara izah getirilmiştir.

  1. EHL-İ BİD’A

Türkiye’de 1932 ile 1950 yılları arasında -18 yıl- Türkçe ezan ve kamet okutturulmuştur. 29. Mektubun 7. Risalesinde Türkçe ezan ve kametin yanlışlığı delilleriyle ortaya konulur.

  • EHL-I KITAB

Değişik risalelerde yahudilik ve hıristiyanlık hakkında izahlar yapılmıştır. 19. Mektup risalesinde tarihi, akli delillerin yanı sıra, Tevrat ve İncil’den delillerle Ehl-i Kitab’a Peygamberimizin risâletini isbat edecek deliller ele alınmıştır.

  1. BATI MEDENİYETİ İLE İSLÂM MEDENİYETİNİN KARŞILAŞTIRILMASI

Değişik risalelerde Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti arasındaki farkları ortaya konularak İslâm medeniyetinin üstünlüğünü ispat edilmiş, gelecekte İslam’ın bütün dünyaya yayılacağı anlatılmıştır. (12. Söz.)

6.  ÜSTADIN ŞAHSİYETİ

Üstadın müceddidliğine bir delil de, onun herkes tarafından kabul edilen ilmî kişiliği ve İslâmî yaşantısıdır. O İslâmî bütün ilimlerde otorite idi. Hayatını zühd ve takvâ üzere yaşamış; İslâm’ı yaşama ve yaşatma yönünde hareketli, cesur, çileli, işkence dolu, tavizsiz bir hayat sürmüştür.

Hülâsa; altı maddede sıraladığımız özellikler, -ki bunlara daha başka maddeler de eklenebilir- kanaatimizce Üstad Bedîüzzaman’ın bu asrın müceddidi olduğunu göstermektedir.

***

Üstad Bedîüzzaman Risâle-i Nur’un bu asrın müceddidi olduğunu yazdığı risâlelerde açıkça ifade eder. Onlardan bazıları şöyledir:

“Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, bir vâkıa-i sadıkada gördüm ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma! Cenâb-ı Hakk’ın emridir; o Rahîm’dir ve Hakîm’dir.’ Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât bana âmirane diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et.’ Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek, i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım.” (Mektubât, 28. Mektubun 7. Risalesi’nden, Altınbaşak Neşriyat, s. 218.)

“Aziz, Sâdık ve Muhterem Hoca Haşmet Efendi,

Sizin müceddid hakkındaki mektubunuzu hayretle okuduk, Üstadımıza söyledik. Üstadımız diyor ki: ‘Evet, bu zamanda hem îman ve din, hem hayât-ı içtimaiye ve şeriat, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli bir müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakâik-i îmaniyeyi muhafaza noktasındaki tecdid, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri, ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivayet-i Hadîsiyede tecdid-i din hakkındaki ziyade ehemmiyet ise, îmanî hakâikdeki tecdid îtibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede ve hayat-perest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında câzibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i dîniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mâna veriyorlar.

Hem bu üç vezaif birden bir şahısta veyahut bir cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi, pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Ahir zamanda Âl-i Beyt-i Nebevî’nin cemaat-i nûraniyesini temsil eden Mehdî’de ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtimâ edebilir.

Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, bu asırda Risâletü’n-Nur’un hakikî şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine hakâik-i îmaniyenin muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmıştır. Yirmi senedenberi o vazife-i kudsiyede te’sirli ve fâtihâne neşriyatıyla gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip yüz binler ehl-i îmanın îmanlarını kurtardığını kırk bin adam şehadet eder.

Amma benim gibi âciz ve zaif bir bîçârenin böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklenmek tarzında bîçâre şahsımı medar-ı nazar etmemeli’ diyor ve size selâm ediyor. Biz de zât-ı âlinize ve oradaki Risâletü’n-Nur ile alâkadar olanlara selâm ediyoruz. Risâle-i Nur şâkirdlerinden Emin, Feyzi.” (Kastamonu Lâhikası.)

Kaynak: Risâle-i Nur ve Müceddidlik – İdris TÜZÜN

www.NurNet.Org

Batı medeniyetine karşı İslâmî tezler ve Risâle-i Nûr

Sömürgecilik ve İslâm

15. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupalıların gerçekleştirdiği coğrafi keşifler, sömürgecilik faaliyetlerinin de başlangıcını teşkil eder. İlk defa İspanyolların ve Portekizlilerin başlattığı sömürge faaliyetleri, zamanla İngiliz ve Fransızların başını çektiği faaliyetlere dönüştü. Dünyanın zenginlikleri batıya aktı.

Sömürge faaliyetleri kolay olmuyordu tabii ki. Avrupalı sömürgeciler istila ettikleri ülkelerde büyük direniş faaliyetleriyle karşılaşıyorlardı. Bu direniş faaliyetleri, bilhassa İslâm ülkelerinde daha şiddetli ve geniş boyutta idi. Başta Osmanlı olmak üzere Müslüman ülkelerde vuku bulan direniş faaliyetleri, Batılılar için oldukça büyük sorun oluyordu. Bu sorun, uzun zaman Avrupa’da “Şark Sorunu” olarak gündemde kaldı.

Sömürgecilik döneminde, Müslüman ülkelerin nasıl kontrol altına alınacağına dair büyük araştırmalar yapıldı. Bu araştırmalarda Batılı siyasetçilere danışmanlık yapanlar, –bin yıllık mazisi olan- oryantalistler ve misyonerlerdi. Oryantalistlere ve misyonerlere göre, İslâm kontrol altına alınmadan, İslâm coğrafyası kontrol altına alınamazdı. Sömürgecilerin karşısındaki asıl engel, İslâm’ın bizzat kendisiydi. Müslümanlardaki güç, dinin özünde bulunanın dışa yansımasından başka bir şey değildi. Yapılması gereken, Müslümanları dinlerinden soğutmak ve uzaklaştırmaktı. Bu olursa zaten arkası gelecekti.[1]

Sömürgeciler, misyonerler, oryantalistler ittifakla bu projeyi gerçekleştirmek için faaliyete geçtiler.

***

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı güçler emellerine nail oldular. Osmanlı, yıkıldı ve Osmanlının hâkim olduğu büyük İslâm coğrafyası sömürge haline getirildi.[2] Siyasi hâkimiyetin ardından, Müslüman halkların İslâm’dan uzaklaştırılması ve Batılılaştırılması projesi faaliyete geçirildi. Zaten o yıllara kadar hayli çalışılmış ve bir altyapı oluşturulmuştu. Yapılan faaliyetler neticesinde materyalist batı zihniyeti yaygınlaştı, İslâmiyet aleyhinde fikirler arttı ve halk dinden uzaklaştı(rıldı). Müslüman olmak, gericilik, utanılacak bir durum haline gelmeye başladı. Bunun da ötesinde, İslâmî değerlere itimadı olmayan, hatta düşman nesiller de ortaya çıktı.

Osmanlının yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir sömürge ülkesi değildi, ama onun hali de diğer İslâm ülkelerinden farklı değildi. Savaş sonrası yapılanma, tamamen batı zihniyetine göre şekillendi. Din, toplum hayatından dışlandı.

Fransız oryantalist Louis Massignon’un “Onların her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun bir hale geldiler.”[3] sözü, İslâm âleminin içine düştüğü vahameti oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Batı Medeniyetine Karşı İslâmî Tezler ve Risâle-i Nûr

Materyalist Batı zihniyetinin, Âlem-i İslâm’da yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan problemlere karşı Müslümanlar da çözüm arayışlarına giriştiler ve bu yönde bazı hareketler meydana geldi. Risâle-i Nûr, bu problemleri halletmek için ortaya çıkmış çözüm yollarından birisidir. Fakat çözüm yolları içerisinde müstesna bir yerinin olduğunu vurgulamamız gerekir.

Batı medeniyetinin tesiriyle veya ona tepki olarak ortaya çıkan İslâmî hareketleri kısaca dört kısımda inceleyebiliriz. Modernist hareketler, geleneksel hareketler, siyasi hareketler ve Risâle-i Nûr. Önce ilk üç hareketten bahsedip, arkasından da Risâle-i Nûr’un onlara benzeyen veya benzemeyen, farklı yönlerini ortaya koymaya çalışalım.

  1. Modernist Hareketler

Modernist hareketler, genellikle Batının üstünlüğünden etkilenerek, Batı karşısında aşağılık kompleksine kapılan insanların tavrı olarak görülür. Bu insanlar Batı felsefesinin ortaya koyduğu kriterlere göre, İslâmî inanç ve müeyyideleri, kendi akıllarıyla izah ve ispat edemedikleri için ister istemez, dinde reform yapmaya, diğer ifadeyle Batı kriterlerine uygun bir İslâm ortaya koymaya çalıştılar. Yaptıkları, Batı medeniyeti ile İslâm arasında bir tür sentezdi. Kur’ân ve Sünneti değerlendirmede, “Batılı aklı” ön plana çıkararak, bazı âyetleri tevil, çoğu hadisleri inkâr, daha önceki âlimleri İslâm’ı anlamamakla itham ettiler. Hindistan’da Ahmet Ağa Han, Mısır’da Muhammed Abduh bu hareketin ilk mümessilleri olarak görülür.

Kur’ân ve sünnetten ziyade Batıya sadakat tarzındaki bu hareket, İslâm âleminde bir tür bid’at hareketi olarak algılandı ve İslâm toplumlarında büyük halk kesiminin kabulüne mazhar olamadı.

Türkiye’de ilahiyat camiasının başını çektiği bu anlayışa, İslâm ülkelerinde, -ekseriyetle- Batı tarzı hayata alışmış zenginler ve aydın kesimde rastlamak mümkündür.

  1. Siyasi Faaliyetler

Siyasi faaliyete taraftar olan Müslümanlar ise, bugünkü Müslümanların sıkıntısının aslında Müslümanların İslâmî bir devlete sahip olamadıklarından kaynaklandığını iddia ediyorlardı. Onlara göre Müslümanların kendilerine ait bir devleti olursa bütün problemler kolaylıkla halledilecekti. Bu harekete taraftar olanlar, pek çok Kur’ân âyetini ve hadisleri siyasi bir üslupla yorumlama cihetine gittiler. Pakistan’daki Cemaat-i İslâmiyye’nin kurucusu Mevdudi ve Mısırdaki İhvan-ı Müslimin hareketine fikri alanda tesir eden Seyyid Kutup, bu alanda başı çeken şahsiyetlerdir.

Yirminci yüzyılda bütün İslâm ülkelerinde, siyasi faaliyet yapan İslâmî hareketler (siyasal İslâm) oldu. Bazı ülkelerde kısmen başarılı çalışmalar olduysa da, çoğu ülkelerde iktidarı ellerinde bulunduranlarla, siyasi faaliyet yapan Müslümanlar arasında çatışmalar, kanlı olaylar meydana geldi.

  1. Geleneksel Faaliyetler

Geleneksel, muhafazakâr faaliyetler, modernist faaliyetlerin tam zıddı bir karakter arz ederler. Onlar aklı değil, nakli esas aldılar. Teslimiyetçi bir tavırla Kur’ân, sünnet ve eski İslâmî kültürü canlandırmaya gayret ettiler. Bu harekete taraftar olan şahsiyetler, Müslümanların içinde oldukları durumun Kur’ân ve sünnetten uzaklaşmaktan kaynaklandığını, tekrar Kur’ân ve sünneti toplum hayatına hâkim kıldığımız takdirde, Müslümanların içinde bulundukları hallerden kurtulacaklarını söylüyorlardı. Bu yüzden Kur’ân ve sünnetin insanlara öğretilmesine büyük önem verdiler.

Pakistan’daki “Tebliğ Cemaati”, alem-i İslâm’ın pek çok yerinde faaliyet gösteren tarikatlar ve İslâm ülkelerindeki İslâmî eğitim (Arabistan, İran, Pakistan vb) genellikle bu anlayış istikametinde faaliyet göstermektedir.

  1. Risâle-i Nûr

Ehl-i Sünnet anlayışını muhafaza etmeye çalıştığı için, geleneksel hareketler içerisinde değerlendirebileceğimiz Risâle-i Nûr’un geleneksel hareketlerden bazı farklı yönleri vardır. Bu yüzden onu ayrıca ele almamız gerekiyor. Şöyle ki:

Müslümanlar Kur’ân ve sünneti, İslâmî kültürü ihya etmelidirler. Fakat aynı zamanda zamanın problemleriyle de yüzleşmelidirler. Problemlerle yüzleşmeden, onları halletmeden İslâmî kültürü ihya etmeye çalışmak toplumda fazla tesirli olmayacaktır. Risâle-i Nûr’a göre bugün İslâm toplumlarında ‘iki büyük problem, iki dehşetli hal’ yaşanmaktadır:

Birincisi, Batının materyalist bir alt yapıya oturtulmuş fen ve felsefesinden kaynaklanan küfr-ü mutlakın (ateizmin) Müslümanlar arasında yaygınlaşmasıdır.

İkincisi ise, Batı medeniyetinin ahireti değil, dünya menfaatlerini ve dünya lezzetlerini ön plana çıkaran yapısından, günümüz Müslümanları büyük oranda etkilenmişlerdir. Bu yüzden –ahirete inandıkları halde- fani dünyanın geçici lezzetlerini, ebedi olan ahiret hayatına ve lezzetlerine tercih etmektedirler.

Risâle-i Nûr’un bu iki dehşetli halden birincisine getirdiği çözüm yolu şudur:

Eskiden küfr-ü mutlak yaygın olmadığından ve teslimiyet İslâm toplumlarında var iken eski âlimlerin sözleri Müslümanlara tesir ediyordu. Şimdi ise küfür yaygınlaşmış, teslimiyet de kırılmıştır. Bugünkü insanlara tesir etmemiz, ancak delil ve ispatla mümkündür. İşte Risâle-i Nûr pek çok risalesiyle bütün imanî konuları kuvvetli delil ve hüccetlerle ispat ederek ateizmi (küfr-ü mutlakı) çürütmüş, dinsizleri susturmuş, pek çok insanın imanını takviye etmiş, hatta kurtarmıştır.

Risâle-i Nûr’un ikinci dehşetli hale getirdiği çözüm yolu ise şudur:

Günahlarda tiryaki olmuş günümüz insanlarını, içinde oldukları halden kurtarmak, iman ve İslâmiyet’te daha dünyada iken cennet lezzetleri olduğunu, günahlarda ise cehennem elemleri olduğunu ispat etmekle mümkündür. Aksi halde bu insanlara Allah’ın, cennet ve cehennemin varlığını da ispat etsek, onları alıştıkları haram lezzetlerden kurtarmamız müşkildir. Çünkü bu asırda hissiyat, akla ve kalbe galebe çalmış bir durumdadır. Risâle-i Nûr pek çok eczalarında, iman ve İslâm esaslarında cennet lezzetlerini; küfür ve günahlarda cehennem elemlerini ispat ederek pek çok insanları fısk ve küfürden kurtarmaktadır[4].

Küfür ve fıskla mücadelede, elbette başka fertler ve gruplar da faaliyet gösteriyorlar. Fakat bu alanda Risâle-i Nûr’un Türkiye, âlem-i İslâm ve Batı ülkelerinde gösterdiği muvaffakiyet daha kuvvetli ve daha kapsamlıdır.

Risâle-i Nûr’un Diğer Hareketlerden Farklı Yönleri

Burada diğer faaliyetlerle Risâle-i Nûr arasındaki farklara da göz atmamız yerinde olur.

Risâle-i Nûr ehl-i sünnet anlayışını muhafaza ve müdafaa ettiği için yukarıda bahsettiğimiz geleneksel hareketler içerisinde mütalaa edilebilir. Ancak metod itibarıyla onlardan ayrılır.

Üstad Bediüzzaman kendi zamanındaki vaizlerin “Anlattıkları konuları parlak bir şekilde tasvir ettiklerini, fakat davalarını ispat ederek muhatabı ikna etmediklerini, belagat, mukteza-yı hale mutabık söz söylemek olduğu halde, günün şartlarına uygun söz söylemediklerini, insanları eski zaman köşelerine çekip öyle konuştuklarını” bu yüzden toplumu ıslahta tesirli olamadıklarını anlatır.[5]

Üstadın vaizlere yönelttiği tenkit, aynı zamanda bugünkü geleneksel hareketlerde de görülmektedir. Geçmişteki İslâm toplumlarıyla günümüz toplumları birbirinden çok farklıdır. Eskiden teslimiyet kuvvetli iken, bu zamanda Batı medeniyetinin tesiriyle itikatta sarsılmalar meydana gelmiş, teslimiyet kırılmıştır. Halkın bu durumunu görüp mesaiyi bu tarafa yoğunlaştırmak gerekirken, geleneksel hareketler daha çok amel üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bundan dolayı da, İslâmî konuları günümüz insanlarının anlayışına göre, delilli ispatlı anlatmakta yeterli olamamışlardır. Bu özellikler, onların halk üzerindeki tesirlerini azaltmıştır.

Risâle-i Nûr, iki özelliğiyle geleneksel hareketlerden farklılık arz eder. Zamanın özelliğinden dolayı mesaisini iman üzerine teksif etmiş ve imanî konuları cerh edilmez, güçlü delillerle ortaya koymuştur. Bu yönüyle hem ilcaat-ı zamana uygun, hem de muhatabı ikna eden bir yöntem uygulamıştır.

Risâle-i Nûr, akla büyük değer verdiği için, aklı ön plana çıkaran modernistlere benzerse de, geleneksel çizgiyi yani ehl-i sünnet çizgisini muhafaza etmekle onlardan ayrılır. Bu iki özelliğiyle, iki uç noktadaki modernizm ve geleneksel faaliyetlerin ortasında yer alır. Denilebilir ki, Risâle-i Nûr’un kalabalık halk kitleleri üzerinde geleneksel ve modernist faaliyetlerden daha tesirli oluşu bu yüzdendir.

Üstad Bediüzzaman “Eski Said” döneminde aktif siyasetin içinde bulunmuştur. Risâle-i Nûrları telif ettiği Yeni Said döneminde ise siyasetten bütün bütün çekilmiştir. Siyasetten uzak durmasının sebebi hulâsa olarak şöyledir:

Toplum hayatında İslâmî konular “iman, hayat, şeriat” olmak üzere üç kısımda mütala’a edilebilir. (Fıkıh kitapları bunu itikad, ibadet, muamelat ve ukubat olarak sınıflandırır). Batının tesiriyle, imanî yönden büyük zaafa uğramış günümüz toplumlarında halkın imanını güçlendirmeden, İslâm’ı yaşamalarını sağlamadan İslâm’ın diğer iki mühim meselesini uygulamaya çalışmak (yani siyasi bir faaliyette bulunmak) ve başarılı olmak, imkânsız değildir, fakat zordur. Çünkü iman asıl ve temeldir. İmanın zaafa uğradığı bir yerde, diğer meselelerle uğraşmak problemi halletmeye yetmez. Bugün İslâm hukukunun uygulandığı bazı İslâm ülkelerinde gençlerin ahlakını muhafaza etmekte zorluklar yaşandığı bir gerçektir. Bu yüzden yapılacak en isabetli yol, başta halkın imanını takviyeye çalışmak olmalıdır. Öyle ki, imanın kuvvetlenmesiyle insanlar, -sahabe döneminde olduğu gibi- İslâm’ı bilerek, isteyerek, severek yaşasınlar. Bunu gerçekleştirdiğimiz takdirde, toplumda diğer İslâmî müeyyideleri gerçekleştirmek zor olmayacaktır. En selametli, en tesirli yol budur.

“Toplumun hem imanını takviye edelim hem de siyasi bir mücadele yapalım.” düşüncesi de, bazı mahzurları davet edici niteliktedir. Çünkü günümüz toplumlarında insanların birbirine karşı güven ve emniyetleri kırılmıştır. Bir elde siyaset topuzu, bir elde nur insanlara itimat telkin etmez. İnsanlar “Nur ile beni celp edip topuzla başımı ezecek.” diye düşünürler. Bu yüzden imanî, İslâmî konuları anlatırken, insanların güvenini kazanmak için topuzu bırakmak gerekir.

Üstad Bediüzzaman siyasetten uzak durmuş ve talebelerine de uzak durmalarını söylemiştir, fakat onun bütün bütün siyasi faaliyetlere karşı olduğu zannedilmemelidir. O, bunu iman ve Kur’ân hakikatlerini daha inandırıcı anlatmanın bir yolu olarak düşünüyordu. Yaşadığı dönemde, siyasetle meşgul olan Müslümanları siyaseti bırakmaya çağırmamış, hatta çok partili dönemde Demokrat Parti’ye destek vermiş, Suriye’deki İhvan-ı Müslimin’le irtibatları olmuş ve İhvan’dan sitayişkarane bahsetmiş, siyasetle meşgul oldukları için onları tenkit etmemiştir. Bütün bunlar kendisi ve talebelerinin siyasetten uzak durmasını istemekle beraber, diğer Müslümanların siyasetle meşguliyetine karşı olmadığını gösterir.


[1]. Bkz. Asaf Hüseyin, Batının İslâmla Kavgası, Pınar yayınları, 1991. s. 51 / Edward Said, Oryantalizm, Pınar yayınları. 1821 yılında Fener Patriki, Rus çarına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler sabırlı mukavemetli mağrur ve izzet-i nefis sahibi insanlardır. Bu hasletleri dinlerine bağlılıktan ve kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden ve amirlerine itaat duygusundan ileri gelmektedir. Bu sebeple Türklerde olan itaat duygusunu kırmak ve manevi bağları koparmak, dini metanetlerini zaafa uğratmak gerekir. Maneviyatları sarsıldığı gün Türkleri zafere götüren asıl kudretinden sıyıracak ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün olacaktır. Osmanlı Devleti’ni tasfiye için mücerred olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Yapılacak olan Türklere bir şey hissettirmeden bu tahribi tamamlamaktır. (Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 1999, s. 243)

[2]. Sultan Abdülhamid döneminde (1876-1909) Osmanlı toprakları 9 milyon km2’den fazla idi. Bkz. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken y. 1983, c. 12, s. 128.

[3]. Mustafa Sibai, Oryantalizm ve Oryantalistler, notlar ekleyerek tercüme eden, Mucteba Uğur. Beyan y. 1993, s. 14.

[4]. Bkz. Mektubat, Hutbe-i Şamiye Mukaddimesi, c. 2, s. 394-398.

[5]. Age. c. 2, s. 454.

Kaynak: Batı medeniyetine karşı İslâmî tezler ve Risâle-i Nûr – İdris TÜZÜN

Alternatif bir eğitim teklifi (İdris Tüzün)

Alternatif bir eğitim teklifi

Eğitim ve Günümüz

Eğitim kısaca insanlara bir şeyler öğreterek, onların davranışlarını istenilen yönde değiştirmektir diye tarif edilir.

Eğitimin insanlar üzerindeki tesiri hakkında bazı düşünürler, “Eğitim her şeye kadirdir, kötü insanı iyi, iyi insanı kötü yapar” derken, bazı düşünürler de bunun tam aksini savunmuşlar, “İyi iyidir, kötü kötüdür. Eğitim iyiyi iyi yapar, kötüyü de kötü yapar. Ne iyi kötü olur, ne de kötü iyi olur” diyerek eğitimin tesiri olmadığını iddia etmişlerdir. Bazı düşünürler de bu iki görüşün ortası diyebileceğimiz bir görüşü savunarak “Eğitim her şeye kadir değildir, fakat insanların çoğunluğu üzerinde tesirli olur” demişlerdir.

Eğitimin insanlar üzerinde etkili olduğu bir gerçektir. Bununla beraber, günümüzde eğitim yaygınlaştığı halde, toplumdaki problemlere faydası olmadığı da görülmektedir. Fert, aile ve toplum hayatına bakıldığında pek çok problemlerle karşılaşılmaktadır. İnsanlar şahsi hayatlarından memnun değiller. Stres, depresyon ve intihar olaylarında artış görülmektedir.

Aile hayatında geçmişe nisbetle büyük problemler yaşanmaktadır. Aile içi şiddet, hatta öldürme olayları (çocuğunu öldüren anne babalar veya anne ve babasını öldüren çocuklar) görülmektedir. Çoğu evlilikler boşanmayla neticelenmektedir. Toplum hayatında da huzursuzluklar yaşanmaktadır. İnsanlar arası ilişkiler maddi menfaate, kadın erkek arasındaki ilişkiler de cinselliğe dönüşmüştür. İdeolojik farklılıklar veya ırk ayrımcılığı insanlar arası birlikteliği zedelemektedir.

Yukarıda saydığımız problemlere başka problemleri de ekleyebiliriz. Bu problemlere, diğer ülkelerde de az veya çok görülmektedir. Bilhassa saydığımız problemler, batılı ülkelerde daha büyük boyutlardadır. Bu yüzden bu problem yalnızca ülkemizin değil, bütün dünyanın problemidir diyebiliriz.

Eğitim bu tür problemlere çare bulması gerekirken, maalesef günümüzdeki eğitim şimdiye kadar bu problemlere çare bulamadığı gibi, gelecekte de bulacak nitelikte ve kapasitede değildir. Eğer eğitim şeklimizi bu problemlere çare bulacak şekilde düzenlemezsek, gelecekte toplumumuz daha problemli ve daha huzursuz bir hale gelecektir.

Akıl ve Duygular

Bugün bütün dünyadaki yaygın olan eğitim batı orijinli seküler bir eğitimdir. Bu eğitim, inanç ve ahlaktan soyutlanmıştır. Kanaatimizce eğitimin toplumdaki problemleri çözemeyişinin temelinde, eğitim esnasında yalnızca insanlara dünyayı, eşyayı tanıtıp, maddi hayatın temini üzerinde durulup, insanların duygularını eğitmenin (diğer ifadeyle maneviyatın) ihmal edilmesi vardır. Nitekim Amerikalı psikolog Daniel Goleman’da yazdığı Duygusal Zekâ adlı kitabında bu konu üzerinde tafsilatla durmuştur.

Goleman, kitabında IQ’ya aşırı değer verip EQ (duygusal zekâ)’yı ihmal etmeleri yüzünden, Amerikan toplumunun bugün sosyal problemlerle karşı karşıya olduğunu ortaya koymuştur. Goleman’a göre duyguyu ihmal eden bugünkü eğitim dengesiz kişileri ve dengesiz bir toplumu netice vermiştir. Günümüzde, geçen yirmi yıla nisbetle Amerikan toplumunda şiddet, cinayet, tecavüz, zührevi hastalıklar, depresyon, boşanma ve intihar olaylarında büyük oranlarda artış olmuştur.[1] Eğer bu duruma önlem alınamazsa ileride daha büyük karışıklıklar ortaya çıkacaktır. Goleman, bu sorunlara ancak okullara duygusal eğitimin yerleştirilmesiyle çare bulunabileceğini söylüyor. Kitabının giriş kısmını da şu anlamlı soruyla bitiriyor: “Duygularımızı akılla nasıl birleştirebiliriz? Sokaklarımıza nezaketi toplumsal yaşamımıza şefkati nasıl taşıyabiliriz?”[2]

Goleman’ın dediği gibi eğer eğitimi şimdiki halden kurtarıp, akılla ilişkilendirilmiş yapıyı, duygusal eğitimle birleştirebilirsek, toplumumuzdaki problemleri asgari derecelere indirebiliriz.

Duygusal eğitimin bizdeki karşılığı dini eğitimdir. Dolayısıyla bugünkü fen veya sosyal bilimlerin dini bir perspektiften değerlendirilerek, yeni bir eğitimin ortaya konulması akıl ile duyguları birleştirecektir. Bu durum kişinin hem varlık âlemini anlamasını, hem teknik bilgilerle donanmasını hem de ferdî, ailevî ve toplumsal hayatta huzurlu olmasını netice verecektir. Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi şöyle demektedir: “Vicdanın ziyası (ışığı), dîni ilimlerdir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecellî eder (ortaya çıkar). O iki kanat ile talebenin himmeti pervaz eder. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe ortaya çıkar.”[3]

Eğer bu tür bir eğitim kabul edilmediği takdirde, toplumdaki problemler daha da artacaktır. Netice Roger Garaudy’nin dediği gibi olacaktır. Garaudy “İslâm ve İnsanlığın Geleceği” kitabında bütün dünya milletlerine şöyle seslenmektedir: “Dinleri, inançları ne olursa olsun, dünyamızda binlerce erkek ve kadın, eğer geleceklerini seviyorlarsa bilsinler ki, Batı medeniyeti iflas etmiştir. Eğer bu medeniyetin akıntısına kendimizi bırakacak olursak, o bizi toplu bir intihara sürükleyecektir.”[4]

Alternatif Bir Eğitim Teklifi

Yukarıda dini ilimlerle, fen ilimlerini birleştirmeden bahsettik. Bunun ile neyi kastettiğimizi biraz daha açalım.

Şu iki cümle arasında ne fark var:

“Edirne’deki Selimiye Camii 1569 – 1575 yılları arasında 6 sene içinde inşa edilmiştir.”

“Mimar Sinan, Edirne’deki Selimiye Camiini 1569 – 1575 yılları arasında 6 sene içinde inşa etmiştir.”

İlk cümlede camiyi inşa eden Mimar Sinan söylenmemiş, ikincide söylenmiştir.

Bugünkü bilimin kâinata bakışı veya kâinattan bahsedişi de birinci cümledeki gibidir. Kâinatta meydana gelen olaylar Allah’ın kudretiyle olduğu halde, bugünkü bilim eşyayı, olayları anlatırken onların Allah ile irtibatını keserek, meydana gelen olayları sebeplere veya tabiata nisbet eder. Veyahut varlıkların veya olayların kendiliğinden oluştuğunu iddia eder. Bu bakış açısıyla yıllarca yapılan telkinler, ister istemez insanların zihninde Allah’ın müdahale etmediği bir varlık âlemini netice verir. Bu hal kişinin Allah’a olan imanını zayıflatırken, bazen de her şeyin sebeplere veya tabiata göre olduğunu iddia edip dinsiz olmasıyla neticelenir.

Kur’ân’da bilimin yaptığı gibi, bize kâinattan -yıldızlardan, güneşten, aydan, rüzgârlardan, yağmurdan, bitkilerden, hayvanlardan- bahseder. Onun kâinattan bahsi ikinci cümledeki gibi, yapılan işle, yapan –Allah ile varlıklar- arasındaki irtibatı sağlayarak anlatma şeklindedir. Kur’an her olayın arkasında Allah’ın kudreti olduğunu vurguladığından, onu anlayarak devamlı okuyan bir kimsenin imanı artar, maneviyatı yükselir. Bunun en güzel örneği sahabelerdir.

İşte bugünkü bilimin konularını Kur’an’ın varlıklardan bahsediş tarzına göre ele alıp, bilimi yeniden yorumlamak, eğitim esnasında kişinin hem kâinatı tanımasına hem de Allah’a imanının kuvvetlenmesine vesile olacaktır.

Örnekler:

Burada konunun daha iyi anlaşılması için kısa bir örnek üzerinde duralım:

Bugünkü bilimin insan vücudundan bahsediş şekli:

“İnsan bedeni gâyet muntâzam bir şehir gibidir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları gibi, âb-ı hayat olan kanın vücuttaki dolaşımına vesile olur.”

“Kanın içinde iki kısım hücre vardır. Bir kısmı alyuvar tâbir edilir ki, bedenin hücrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı akyuvarlardır ki; ötekilere nisbeten azınlıktadırlar. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alırlar.”

Teklif ettiğimiz alternatif okumayla insan vücudu:

“Allah, insan bedenini gâyet muntâzam bir şehir hükmünde yaratmıştır. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları gibi, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medârdırlar.”

“Kanın içinde iki kısım hücre yaratılmıştır. Bir kısmı alyuvar tâbir edilir ki, bedenin hücrelerine erzak dağıtıyor ve bir ilahî bir kanun ile hücrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı akyuvarlardır ki; ötekilere nisbeten azınlıktadırlar. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alırlar.”

Dikkat edilirse birinci kısımda insan vücudundan bahsederken, hiç Allah’dan bahsedilmedi. Fakat ikinci kısımda Allah ve yaratma kelimeleriyle konu izah edildi.

Eğer bugünkü Fizik, Kimya, Biyoloji, Coğrafya, Astronomi gibi ilimler bu mantığa göre yeniden ele alınıp, uygulansa kanaatimizce gençlerin inancında ve davranışlarında müsbet pek çok gelişmeyi gözlemleyeceğiz.

Alternatif Eğitim Ve Uygulanabilirlik Durumu

Denilebilir ki “Böyle bir eğitimi uygulamamız için bugünkü şartlar uygun değildir. Çünkü toplumun bir kısmı bu tür eğitime karşı çıkar.”

Bu endişeye biz de hak veriyoruz. Fakat bu eğitim eğer İmam Hatiplerin orta ve lise kısımlarında uygulandığı takdirde hiçbir itirazla karşılanmaz diye de düşünüyoruz. Çünkü zaten İmam Hatipler dini bir eğitim almaktadırlar ve böyle bir eğitim onların açılış gayelerine de uygundur.

Ümidimiz o ki: eğer bu eğitim tarzı İmam Hatiplerde uygulanırsa ve müsbet neticeler de görülürse, bu hal İmam Hatiplerin diğer okullara da örnek olmasını sağlayacaktır.

idris TÜZÜN


[1] Daniel Goleman, Duygusal Zeka. Varlık Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 1998, s, 289-290.

[2] Daniel Goleman, a.g.e., s. 13.

[3] Bediüzzaman Said Nursi Mektubat, c. 2, s. 387.

[4]. Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, Pınar y. 1990, s. 27.

Kaynak: Alternatif bir eğitim teklifi (İdris Tüzün) – Misafir Kalem

 

www.NurNet.Org