Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

Çare-i Necat/ Kurtuluş

Çare-i Necat/ Kurtuluş

İnsan ve insanlık sürekli olarak üretim ve tüketim noktaları arasında gidip gelmektedir. Kendi gelişimini, potansiyelini arttırması için müstehlik/tüketici olmaktan kurtulup müstahsil/üretici konuma gelmesiyle mümkündür.

Üretici olmayı sadece çiftçiliğe indirgemek de zihinsel bir prangadır. Üretici herkese çiftçi/rençber denecek olursa herkes bir rençber olmalı. Ama gıda ürünleri ama bilimsel ama fikir…

Ülkemiz kadim bir medeniyetin merkezidir. Bu birikim ve var olan müstakbel beyinler görsel kültürün bombardımanı altında maalesef. Sosyal mecralar körpe dimağların gelişmesine mani olmaktadır.

İslamiyet bizlerin mayası ve hamurudur. Bizlerin ayakta kalması ancak ve ancak İslamiyetle mümkündür. İslamiyeti bu toplumdan çekerseniz, ateist olan Avrupa kültürünün benimsenmesi bizim mayamız ve hamurumuzla uyumlu değildir ve entegre edilmesi de söz konusu değildir.

“Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terketmişse, tedenni etmiş. Hristiyanlık ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş’et etmiş.”[1]

Modernite ve teknolojiye kimse karşı çıkamaz. “Bunu gâvurlar icat etti kullanmayalım” gibi sözlerin de mahiyet-i harbiyesi hiç yoktur. Teknolojik gelişmeler toplumların ortak malıdır. Kimsenin patentli malı değildir.

Alimlerimizin, hocalarımızın taassuptan azade olarak terütaze olan İslamiyet’i içtimai hayatın her sahasında anlatarak İslami bir toplum inşa edilmeli ve mayamız, hamurumuz bu şekilde muhafaza edilmelidir. Mayasını bozan toplumlar pagan anlayışlarının tabağına düşerek onların mezesi olmaktan kendini kurtaramaz. Bakın Avrupa’ya sözüm ona Hıristiyan devletleri ama mayasını koruyamadığı için tekrar pagan olmuş ve ateist bir yapıya inkılab etmiştir.

Bugün Avrupa’da toplumsal kültür korunmadığı için toplumun her şeyinden kırmızı alarmlar yanmakta. Evlikler, iş hayatı, çocuk terbiyesi… Hani kovboy filmleri vardı bir zamanlar, her Pazar TRT’de yayınlanırdı. İşte onun gibi bir hal.

Bizler ki elhamdülillah Müslümanız ve bu kadim medeniyetin bir evladıyız. Mayamız, hamurumuz İslamiyetle mezcolmuş/birleşmiş. Bizlerin ruhu İslamiyettir. Ruhumuzu aldıktan sonra bizlerden geriye kalan da Avrupa’nın başına gelen pagan bir yaşantı olur. Ve toplumumuzdan, vicdan, merhamet, şefkat, diğerkamlık, değerkamlık çekilmeye başlar ve “güçlü zayıfı ezer, büyük balık küçüğü yutar” şekline evrilir. Zulümler ortaya çıkar her alanda.

Her yerden “zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları”[2] işitilir.

“Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne”, “Sen çalış, ben yiyeyim”[3] anlayışı da göndere çekilen bayrak gibi olur.

Toplumu irşad edecek kimseler binaların kolonları gibidir. Onlara olan hürmet ve muhabbetin kırılmasına en az bir asırdır beynelmilel komiteler çabalamakta. Biliyorlar ki bu kolonlar yıkılırsa bina çökecektir. Toplumu çökertmek için irşad ve tebliğ hizmeti yapan şahıs ve STK’lara insafsızcasına saldırlar oluyor. Bunun neticesinde sokaklarımız ahlak erozyonuna uğramaya başlıyor. Nesiller arası kopukluk, kuşak çatışmaları da kaçınılmaz. Mesela dünyada yaşanan zulümlerde yeni nesiller, “bizim ülkemizde yaşanmıyor” diyerek diğerkamlık göstermemekte. Çünkü İslam kültürüyle değil pagan kültürüyle, ateist bir anlayışla büyüdüler.

Milli ve manevi değerlerimizi anlatmalı, korunması için de elimizden gelenin fazlasını yapmakla mükellefiz. Aksi taktirde toplum olarak bunun bedelini çok ağır öderiz.

Ne mutlu nefsini ve neslini ıslah edene.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Mektubat (438)
[2]Lem’alar (116)
[3] Sözler (409)

Kaynak: RisaleHaber

Lakaytlık ve Gaflete Sebep Olan Şeyler!

Lakaytlık ve Gaflete Sebep Olan Şeyler!

Lakaytlık, bilerek ve sürekli ihmal etmek demek. Gaflet ise, daha çok anlık olarak ihmal etmek demek.

Gaflet artarsa şayet bu lakaytlığa inkılab etmektedir. Dikkatsizlik, düşünmeden hareket etmek veya şuur/farkındalık eksikliği gibi anlamlara gelir. Gaflet, bir şeyi ihmal etmektir. Gafletin artması bir çok farklı manalara gelen şeylere sebeptir.

İslami hizmetlerle meşgul olan ve bir ideali, davası, gaye-i hayali olan insanların gafletle hareket etmesi hem şahsi hem de toplumsal/içtimai hayatta çok feci şeyleri getirir. Bir şoför gafletle direksiyonda uyusa araçtaki herkes risk altına girer. Ama bir şahs-ı manevinin içinde bulunanlar o şahs-ı manevinin mümessili olur. Bu sebeple kendisi istese de istemese de üzerine bu misyon ve vizyon yüklenmiş olur. Bu sebeple her şeyinde azami derecede dikkatli olmalıdır.

“Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.”[1]

Bazı şartlar insana olumsuz olarak tesir edip yoldan çıkartabilir. Bunlara dair küliyattan tadad edelim.

Açlık ve derd-i maişet belasından ehl-i dalalet istifade edip, Risale-i Nur’un fakir şakirdlerinin aleyhine istimal etmek ihtimali var.”[2]

“Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zaîf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip, birbirinizi tenkid ettirmeye meydan vermeyiniz.”[3]

Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirdleri kanaat ve iktisad düsturlarıyla bu manevî hastalığa da mukabele ederler, inşâallah.”[4]

“Her tarafta bu derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder. Ehl-i diyanet de kendini mazur bilir, “Zarurettir, ne yapalım?” der.”[5]

Hırs ve tama’ ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa ehl-i dalalet ki, hırs ve tama’ yolunda dinini feda etmiş. Onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar” diye çirkin bir ittiham ile taarruzlarına meydan açar.”[6]

“Bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var.”[7]

“Gizli düşmanlarımız olan ehl-i dalalet ve sefahet, ehemmiyetsiz bazı hâdiselerle Nur talebelerine telaş vermeğe ve habbeyi kubbe yapıp sarsıntı veriyorlar.”[8]

“Ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık perdesi ile saklayıp; âdi bir isim takıp, muvakkat kendilerini aldatıyorlar.”[9]

“Ehl-i dalalet ibtal-i his nev’inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez!”[10]

“Ey bedbaht ehl-i dalalet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.”[11]

“Fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalalet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor.”[12]

“Evet şu elîm elemi ve dehşetli manevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalalet ibtal-i his nev’inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman yani kabre yakın olduğu vakit birden hisseder.”[13]

“Ehl-i dalalet ve sefahet yüzbin lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez”[14]

“Ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.”[15]

Bütün bu sebepler ve daha fazlası insanlarda lakaytlık, yeis gibi manaları netice vermektedir.

Ehl-i dalaletin, Ehl-i diyaneti aldatma taktikleri nelerdir? şeklinde akla kapı açılırsa kısaca şunları sıralayabiliriz.

  • Hubbu-u cah
  • Korku
  • Tama’
  • Asabiyet-i Milleye
  • Enaniyeti okşama
  • Tembellik ve tenperverlik
  • Vazifedarlık
  • Bu da hizmettir deyip Nur talebelerinin nazarlarını dağıtmak
  • Üstada ve Nurlara muhabbeti kırmak
  • Nazarları esaslara değil, teferruatlara yönlendirme yaparak huzur ve huşuyu dağıtmak
  • Münazaa ve münakaşa ortamına çekmeleri,
  • Malayaniyatla meşgul etmeleri,
  • Enaniyetli hocalarla meşgul etmeleri – Rekabet ve tarafgirlik damarı ile ihlasın ve ittihadın kaybolması
  • Hodfuruşluk – ferdi hareket etmek
  • Şahsi kemalat ve manevi makam sevdası
  • Düstur ve esaslara riayet etmemek
  • İnsanları lakaytlığa alıştırmak
  • Gaflete sebep olacak şeylerle meşgul etmek
  • Yeisle insanların şevlerinin kırılması
  • Günahlara alıştırmak (Ekberul kebair)
  • Tükenmişlik sendromu
  • Himmetin kaybedilmesi
  • Sünnet-i seniyyenin unutturulması
  • Meylürrahat – konfor düşkünlüğü
  • İsraf, iktisadsızlık, kanaatsizlik, hırs
  • Siyasi meselelerle insanın dimağ ve hissiyatını tarumar etmek
  • Herkesin zayıf damarını tutup kullanmak
  • Gaye-i hayalin olmaması
  • Tiryakilik, âdet, gelenek göreneklerin dayatmaları ve aldatmaları
  • Medeniyet-i fantaziye
  • Ehl-i dalaletin safdil çoğunluğu elde etmesi
  • Damarları buluyor.

“Kimin hırs-ı intikamını, kimin hırs-ı câhını, kimin tama’ını, kimin humkunu, kimin dinsizliğini, hattâ en garibi, kimin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.” (Asar-ı Bediiyye-113)

Amma Kur’anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalalet ve helâket kapılarını kapatır.”[16]

Bir misyon ve vizyon sahibi olan herkese düşen şey:

“Evet talebe, profesör, meb’us, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.”[17]

“Demek ki şimdi en esaslı vazifemiz; bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin, karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nur’un dellâllığını yapmaktır.

Bilhâssa ve bilhâssa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki, en başta ve en evvel Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser külliyatındaki Kur’an ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas ve şartlarla, o hârika eser külliyatını bir an evvel ikmal etmektir.

İşte bu nimet-i uzmaya nail olan her genç ve herkes; bire yüz, bin kuvvetinde, kendine, vatan ve milletine faideli olur.

Vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslâm çapında hizmet edebilecek bir vaziyete gelebilir. Bunun için, başta Hazret-i Üstadımız Bedîüzzaman ve onun hakikî ve ihlaslı talebeleri olmaya lâyık sizlerden dua istirham ediyoruz ki, Risale-i Nur’un mecmualarını bir an evvel temin edelim, arayalım, bulalım, dikkat, tefekkür ve ihlasla okuyalım. Kur’an ve iman hizmetine bu vaziyette koşalım.”[18]

“Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[19]

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Mektubat (361)
[2] Kastamonu Lahikası (235)
[3] Kastamonu Lahikası (236)
[4] Kastamonu Lahikası (154)
[5] Kastamonu Lahikası (201)
[6] Kastamonu Lahikası (223)
[7] Emirdağ Lahikası-1 (234)
[8] Emirdağ Lahikası-1 (262)
[9] Emirdağ Lahikası-2 (122)
[10] Sözler (633)
[11] Sözler (634)
[12] Hutbe-i Şamiye (15)
[13] Hanımlar Rehberi (69)
[14] Gençlik Rehberi (14)
[15] Kastamonu Lahikası (25)
[16] Sözler (635)
[17] Tarihçe-i Hayat (29)
[18] Tarihçe-i Hayat (623)
[19]Sözler (147)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Bedizüzzaman’ın Hizmetkârı Olmanın İzzet ve Şerefi!

Üstad’ın Son Yolculuğunda Şoförlüğünü Yapmış Bir İnsanla Mahkemelik Olmak” Hz. Ebubekir neden Sıddıkiyet makamına yükselmiştir? Hz. Muhammed (asm) Efendimizin miraç hadisesi kendisine sorulduğunda hiç düşünmeden, “O (asm) söylüyorsa doğrudur” dediği için değil midir? Peki sahabeleri bizden üstün kılan hususiyetleri Efendimize hizmetkâr olmak şerefi değil midir?

İşte bu asırda da Peygamberimizin davasına sahip çıkmış ve “Kur’an yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem”, diyen Bedizüzzaman’a hizmetkâr olmak ta, saffı evvel ağabeyleri farklı kılan ve sıddıkiyet makamına benzeyen bir makam kazanmalarına sebebiyet veren bir hususiyettir. Üstadımız kendisine, “sözleri değiştirme ve tashih yetkisi” verdiği halde, “hayalen bile bir harfini değiştirmeyi büyük bir cinayet-i Azime görüyorum” diyen birinci talebesi Hulusi Yahyagil’de, Hz. Ebubekir gibi, sıddıkiyet makamına benzeyen bir duruş sergilemiştir.

İşte, hakiki bir Risale-i Nur talebesi olabilmek, bir insanı aziz eden böyle bir şereftir. Bugün hayatta olan “Son Kahraman Nur Talebesinin” de üstadına ait olan her şeye tesahüb ve tam bir sadakat hissiyle hareket ettiğini düşünüyorum. On üç yaşından beri üstadımızın yanında kalmak ve ona hizmetkâr olmak acaba nasıl bir şereftir? Nasıl bir duygudur.

En ceberut dönemdeki baskılara, sürgünlere, takiplere, hapislere, yokluklara rağmen üstadımızın hizmetkârlığını yapmak nasıl bir anlam ifade ediyor?

Üstadının suyunu getirmek, yemeğini hazırlamak, eşyasını taşımak, alışverişini yapmak, arabasının şoförlüğünü yapmak, üstadım binecek diye o aracın temizliğini yapmak, kapısını açmak ve o aracı üstadım rahatsız olmasın diye, o aracı gayet itinayla kullanmak acaba nasıl bir hassasiyettir? Peki, bu hizmetkârlık vazifesi ne kadar aziz bir şereftir? Dünyevi makamlardan, unvanlardan, servetlerden vazgeçmek ve hayatını kutsi bir davaya feda etmek nasıl bir histir? Bu fedakârlığı, “bizim gibi, hayatını kariyer planlaması ile yönetmeye çalışanlar”, asla anlayamaz kanaatindeyim.

Kıymetli bir hizmet yapamamakla birlikte, keşke bütün ömrümü ve Risale-i Nur ile yaptığım İslam hizmetini Aziz Üstadımızın hizmetkârının Urfa seferinde şoförlüğünü yaparak kazandığı sevaba feda edebilseydim. Kabul buyururlarsa da feda etmeye hazırım. Bu fedakârlık öyle bir şereftir ki, bugün de, “O şerefin izzetiyle, üstadına ait olan her şeye sahip çıkmayı”, netice vermektedir. Bu hizmetkârlık öyle büyük bir makamdır ki, “üstadının resmini istismar ederek, resmin altınaHAYIRyazma densizliğini” gösterenlere, haddini bildirme kararlılığı vermektedir. Bu hizmetkârlık öyle bir şereftir ki, “bütün terör örgütlerine meydan okuma cesareti” vererek “DAVAM” şuuruyla Risale-i Nur Talebelerinin izzetini muhafaza etmektedir.

Bu hizmetkârlık ve şoförlük öyle “izzetli bir şereftir” ki, üstadını zımnen ve alenen tahkir edenlere, siyasete ve menfaate alet edenlere karşı kahramanca karşı durmak cesaretini vermektedir. Üstadımızın yaşayan son hizmetkârını karşıdan bizim gibi tribünden izleyenlere de, “şöyle güven verici bir mesaj” vermektedir, “İşte Bediüzzaman’ın talebesi böyle olur, menfaate ve siyasete alet olmaz, Hak olanı yalnızca Hak için söyler, Allah’tan başka kimseden korkmaz.” Üstadımızın hizmetkârı olmak şerefi, Risale-i Nur Talebelerine, “Bir Nur Talebesinin Zor Zamanlarda Nasıl Olması Gerektiğini” göstermektedir.

Üstadımızın yaşayan son hizmetkârı ve talebesi bizlere, terör çığırtkanlarına karşı, siyaset simsarı ve bezirgânlarına karşı, “dik bir duruş sergilememiz gerektiği” dersini vermektedir. Üstadımızın hizmetkârı, Nurculuğun, “kendine imtiyazlı bir sınıf ve bir dokunulmazlık zırhı biçerek, miskin bir şekilde medresede oturmak” olmadığını göstermektedir. Üstadımızın yaşayan son hizmetkârı, “Nur Talebesiyim Diyen Ağır Abilere, Makam Sahibi Akademisyenlere, Minnetsiz Muallimlere Konuşma Cesareti Dersi” vermektedir.

Üstadımızın yaşayan son talebesi ve hizmetkârı, Nurculuğun her türlü makam ve menfaat çekişmeleri ve maddi rekabetten uzak olması gerektiğini hatırlatmaktadır. Allah hayırlı ömür versin, fakat ahir ömrüne gelmiş olan ve fedakârca Risale-i Nur ile İslam’a hizmet eden ve Nur talebelerinin ve Müslümanların izzetini muhafaza etmek için çalışan, koşturan bir hizmetkâr olmak ne güzel bir hizmetkârlıktır. Keşke biz de bu kahraman hizmetkârdan ders alabilsek te üstadımız ve bu hizmetkârı gibi aziz olabilsek.

Üstadımızın “hizmetkârı” sıfatını kullanan ve kendisine başka bir makam ve paye biçmeyen, kimseden servet ve imtiyaz istemeyen, “İkinci FETÖ’ler çıkmasın Müslümanlar kandırılmasın” diye çalışan Kahraman Bir Nur Talebesi’nin yerinde olabilmek için ömrümü ve maddi ve manevi servetimi feda etmeye hazırım. Risale-i Nur’a hizmet edeceğim diye, onun felsefesini yapanlar, O’nu siyasete ve maddi çıkarlarına alet edenler, titreyiniz! Üstadımızın hayatta kalan son Kahraman talebesi ve ondan hakikat ve kahramanlık dersini alan Nur Talebeleri, bu emellerinizi gerçekleştirmenize fırsat vermeyecektir.

Üstadımızın hizmetkârı ve yaşayan son talebesi, “Nurculuğun Nirengi Noktalarını” işaret etmektedir. Üstadın son talebesi ve hizmetkârı, “Nurculuğu Yeniden Üstadımızın Zamanındaki Yörüngesine Oturtmak” için çalışmaktadır. Üstadın son talebesi ve hizmetkârı, “Nurculuğu Fabrika Ayarlarına Döndürmek” için gayret etmektedir. O kahraman hizmetkârı takdir ve hürmet eden, Kur’an Hakikatlerini ve Sünnet ’in Nurlu Yolunu takip eden samimi Nur talebeleri her şeyi alenen görmektedir.

Risale-i Nur Talebeleri, TERÖR ÖRGÜTLERİYLE AYNI SAFTA YER ALMAYACAKTIR ve bu lekeyi üzerinde taşıyanlarla aynı fotoğraf karesinde görünmeyecektir. Bütün kalbimle inanıyorum ki, hainler istemese de, “Bütün Nur Talebeleri İttifak Halinde “EVET” Mührünü Basacaktır.” On beş yıldan beri, “farz-ı muhal”, başörtüsü serbest olmasaydı, Risale-i Nurlar Diyanet eliyle basılmasaydı, darbeler önlenmeseydi de Recep Tayyip Erdoğan, hiçbir şey yapmamış olsaydı ve yalnızca “Çamlıca camiini inşa etmiş olsaydı” bile “EVET” oyu vermemiz için yeterli bir sebep teşkil ederdi. Bu şartlarda yüz bin kuvvetimiz de olsa “EVET” diyeceğiz ve sandıkları “EVET” tercihimizle doldurup prangalarımızdan kurtulacağız ve Milletimize yeni bir ufuk bahşedip, Ayasofya’yı da açacağız inşa Allah. Nur Talebelerini ve bütün vatandaşlarımızı, “TERÖR ÖRGÜTLERİYLE AYNI TERCİHİ YAPMAMALARI” için uyaran, İslami hizmet düsturlarını hatırlatmak için çırpınan bir hizmetkâr olmak, ne güzel bir hizmetkârlıktır. Bediüzzaman’a hizmetkâr olan ve onun hususi duasına mazhar olan bir talebenin basiret ve feraseti ne kadar keskindir.

Üstadımızın son zamanlarında, 27 Mayıs darbe hazırlığının yapıldığı dehşetli günlerdeki son yolculuğunda, kahramanca şoförlüğünü yapan bir hizmetkârı hakkında, “Üstad’ın son yolculuğunda şoförlüğünü yapmış bir insanla mahkemelik olmak” ibaresini kullanma cüretini gösteren nadanlar, her halde şunu hiç düşünmüyorlar; “Ya üstadın talebesi mahkemeyi Kübra’da sizden davacı olursa ne yapacaksınız? Aziz üstadımızın, “Yaşayan Son Kahraman Talebesi ve Hizmetkârı” üstadının yanına alnı ak ve yüzü pak olarak gidecek inşa Allah. Ya siz? Titreyiniz, kendinize geliniz ve nedamet ediniz!

Dr. Nadir Çomak

Kaynak: NurdanHaberler

www.NurNet.Org

Yüküm ağır yolum uzun”

Yüküm ağır yolum uzun” diye bir ezgi dinliyordum. Dedim hakikaten yüküm ağır ve yolum uzun.

Evet, evet. Yükümüz gerçekten ağır, işimiz zor, mesuliyetimiz çok; mazeretimiz yok… Sorumluluğumuz hadsiz, bahanemiz yok… Hedefimiz Risale-i Nur vasıtasıyla Kur’an’a hizmet, ihmali kaldırmaz… Maksadımız din-i mübine hizmet, tembelliği, havaleciliği asla kabul etmez…

Tabi bu benim alemimde tezahür eden bir mana. Benim gibi düşünenleri alakadar edecektir bunlar, çünkü ahiret, iman, ahlak gibi mefhumların alemlerinde olmadığı kimseleri alakadar etmeyecektir.

Toplumda büyük bir açmaz var. Din var ama din yok gibi bir hal almış. Kimliklerinde İslami isimlerin olduğu fakat kimlikten pek öteye geçmemiş olan bir durum söz konusu İslamiyet. Buna karşı görmez, duymaz, konuşmaz şeklinde bir ahraz gibi durmak… Hamiyet sahipleri asla ve kat’a bir duramaz.

İçinde ümmet-i Muhammed’în (asv) imanının, istikametinin, hayatının bulunduğu manevi bir gemideyiz. Vazifemizse salimen, kazasız belasız olarak başta kendimizi sonra da toplumu ve çevremizi sahil-i selamete çıkarmakla vazifeli hademeleriz. Bu gemide yolcu değil, kimimiz kaptan, kimimiz tayfa, kimimiz de hizmetçiyiz.[1]

Gemideki yolcular uyur, istirahatine bakar. Fakat mesuliyet dairesinde olanlar rahat olamaz, alelade hareket de edemez. Çünkü o mesuliyet insanı durdurmaz. Manevi ihtiyacını karşılamakla da vazifeliyiz hem kendimizin hem de başkalarının. Ne kadar eksik noksan kusurlu olsak da…

Toplumdaki yangın karşısında küçük şeylerle meşgul olmak yerine esaslarla meşgul olup, iman hakikatlerinin toplumda yerleşmesi için taktikler bulup, değişen ve gelişen zamana ayak uydurmalıyız.

Allah korusun bir anlık gaflet, terk-i vazife olursa gemi su alır veya başına bir şeyler gelirse bunun neticesinde hesabı mesuliyeti de ağır olur.[2]

Mesuliyet dairesinde olanlar manevi mesuliyeti görseydi gözler belki bir lokomotif gibi arkasında mesuliyet vagonları görünebilirdi.

Bu hususta başta manevi davamızın temsilcisi olmalıyız. Yani misyon ve vizyonumuza göre hareket etmeliyiz.

Günahlar ve sefahatlerin neticesinde bir şekilde bir bataklığın içine düşmüş ve medeniyet bu bataklığa gelmiştir.[3]

Bu bataktan çıkmak için bir çare, bir arayış içinde olan, bir nur arayan, mütehayyir insanlara bir nur göstermek, onlara himmet edip yardım elimizi uzatmak gibi mükellefiyetimiz var.

Kötü alışkanlıkların ve insanın hayatını çürüten şeyler çocuklarımızı ve gençlerimizi abluka altına aldığı bir dönemdeyiz. Kuşak çatışması da hat safhada. Gençlerin duçar oldukları bu felaketlerden kurtulmaları için bütün gayretimizle seferber olmamız lazım. Peki yapıyor muyuz? Dertleniyor muyuz?

“Melaikelerin hürmetine mazhar”[4] olmak da sanırım dertlenmek, koşturmak, diğerkamlık ve değerkamlıkla mümkündür.

Biz de bu ulvi davaya sahip çıkacağız ve inşallah bizden sonraki nesillere devredeceğiz. Himmetimizi, şevkimizi, hizmetimizi, sancağımızı, kitabımızı inşallah.

İşte bu sebeplerle ezginin sözlerini aşağıya dercediyorum.

Yüküm ağır, yolum uzun
Meçhullerde kaybolurum

Beni bırakırsan bana
Tufanlarda boğulurum

Tut ellerimden, tut, ya Rab
Döndür yüzümü sana

Tut ellerimden, tut, ya Rab
Beni bırakma bana

Eyüp sabrım yok benim
Yusuf değilim kuyuda

Yine de umudum var
Rahim olan adında

Yürüyemem, yorulurum
Ateşlerde kavrulurum

Beni bırakırsan bana
Kül olurum, savrulurum

Tut ellerimden, tut, ya Rab
Döndür yüzümü sana

Tut ellerimden, tut, ya Rab
Beni bırakma bana

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Bkz: Lemalar (161, 399), Tarihçe-i Hayat (163)

[2][2] Bkz: Sözler (175)

[3] Bkz: Mektubat (48)

[4] Emirdağ Lahikası-1 (191)

Kaynak: RisaleHaber

ABES

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ABES

Eşya ve hadiselerdeki İlahî gayeleri görememek, abesiyet nazarına sebeb olur. Bu nazar, marifetullaha zıddır. Halbuki, kâinat kitabını okuyarak marifetullahı kazanmak Kur’anın mesleğidir. Bu bahis bu cihetle nazara alınmalı.

1- Âlemde abesiyet yoktur:

“Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın.1 Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin.2 

Evet Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. Insan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki: Şu kâinatın mevcudatı; esma-i Ilahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar. Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı.3 İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar.” S:71

“Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır:

Birincisi ve en ulvîsi, Sâni’ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san’at murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir.4 Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. Işte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer hârika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi5 bitamamiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez.6 Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni’inin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.

İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır.7

Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni’ine ait doksandokuzdur. Işte bu taaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd u seha ve bilhassa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a’dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcud ancak kâfi gelir. Kemal-i hikmetle müvazenededir. Işte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.” S:75

“Gerek cûdda, gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.8 ” Ms:217

2- Enaniyetin manevi karanlığı abesiyete yol açar:

Evet, “Mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا (91:9) beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder. اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ و . der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.

Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hıyanet eder, وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا  (91:10) altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.” S:537

“İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.9 ” S:538

3- Abesiyeti izale eden nübüvvet nazarı ise,

“وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (17:44) sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?10 ” S:542

4- Cenab-ı Hak bir zerreyi de israf etmiyor.

Evet, “Madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ  (14:48) sırrıyla, وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ (29:64) şaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.” S:556

Bu gelen parağrafta, Kur’anın en kâmil imanî anlayış dersi veriliyor. Evet, Kur’an diyor ki:

“Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma. Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.” S:635

5- Cihazat-ı insaniyeyi nefis hesabına kullanmak, abesiyete medar olur:

“İnsanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.” M:34

Dinden kopuk anlayış olan felsefenin, yani Kur’anî nokta-i nazarı bilmemenin, çeşitli dalaletlere yol açtığına bu gelen parçada dikkat çekiliyor. Şöyle ki:

“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni’i inkâr eder veya Hâlık’a “mûcib-i bizzât” der.” M:286

6- Bütün kâinat, zîşuurla abesiyetten kurtulur:

“Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi; toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, Küre-i Arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş.

O âlemlerin şenlenmesine münasib ve muvafık zîşuur mahlukları halkedip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî enva’larından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müdhiş ateş dahi, o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten Güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur.11 ” L:65

Muhteva:

1- Âlemde abesiyet yoktur.

2- Enaniyetin manevi karanlığı abesiyete yol açar.

3- Abesiyeti izale eden nübüvvet nazarı ise,

4- Cenab-ı Hak bir zerreyi de israf etmiyor.

5- Cihazat-ı insaniyeyi nefis hesabına kullanmak, abesiyete medar olur.

6- Bütün kâinat, zîşuurla abesiyetten kurtulur.

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Gaye ve Hikmet maddeleri; Hikmet derlemesi )

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

Yani, Allah, kullarının düşünce, niyet, hissiyat ve hareketlerini eksiksiz olarak görüp bilmesin… Allah’ın kayyum sıfatına sahib olduğu bildiriliyor.

Yani, fıtrî ihtiyacat dualarını görüyor ve veriyor.

Tahkiki imanın varlığı ve derecesi nisbetinde, hikmet nuru veya abesiyet karanlığı bulunacağı anlatılıyor.

Yani, eşya yaradılacaksa, ilm-i ezelisinde vardır ve görüyor. Varlıkta az veya çok kalması farketmez.

İlahî nazarda görünme gayesini.

Şu harika hikmetler, bu son asırda, Risale-i Nur’da ihsan olundu. Kıymetini takdir etmek gerek… “Bu Nurcular, neden çekirdekten, ağaçlardan behsederler diyenler” hata ediyorlar.

Eğer denilse, “Bu ince manaya ekseriyet sahib olamaz, duhan var.” O halde sahib olamadığımızı bilmek lâzım…

Demek istikametli nazar ve anlayış için bu ilimler gerekiyor. Yani, Risale-i Nuru ciddî okumak veya dinlemek lazımdır. Evet Rıza-yı İlahiyi celbeden nazar ve düşünce sahibi olmak basit bir hadise değildir.

 İnsandaki ene dereceli olduğu bedihi olduğundan, enenin bu gafletli haline enenin derecesine göre hissedarlık olur.

10 Asrımızda Avrupa’dan gelip aşılanan ve alışılan menfaat nokta-i nazarına karşı müteyakkız olmak gerekiyor.

11 İşte çok az bir mikdarı okunan “abesiyet” tabirinin, diyanet ve marifetullah cihetindeki ehemmiyeti kısmen anlaşıldı.

 

www.NurNet.org