Kategori arşivi: Soru – Cevap

Risale-i Nurun Makam Tanzimi

Osmanlıca Külliyat’ta olan her bir risale ve kısımların Latin harflerle basılan Külliyat’ta geçmediğini görüyoruz. Bunun bazı sebepleri vardır. Bazı mahrem risaleleri herkesin okumasına ihtiyaç olmadığı, aksine zararı olduğu açıktır. Herkese hitap etmeyen risaleler de Osmanlıcada bırakılmıştır. Ayrıca yanlış anlaşılabilecek bazı risaleler ve ifadeler Latin harflerle yayınlanmamıştır.

Bazı kısım ve mektuplar ise çok mahrem tutulduğundan; ancak bazı talebelere özel olarak kalmıştır. Onlar onları muhafaza etmiş, umuma neşredilmemiştir. Bazen bir risalenin Latince basılmadığını gördüğümüz gibi, bazen bazı haşiyelerin bile çevrilmediğini müşahede edebiliyoruz. Bazen sözü edilen kısım veya yerin adının olduğunu, lakin ne Osmanlıcada ne de Latin harfli külliyatlarda geçtiğini görüyoruz. Bunlarla ilgili tespitlerimiz şunlardır;

SÖZLER

– On Sekizinci Söz’ün İkinci Makamı Latin harfli külliyatta olmadığı gibi Osmanlıca risalelerde de geçmediğini görüyoruz.

– Lemaat Risalesinin ise Osmanlıca risalelerde biraz daha ayrıntılı ve uzun olduğunu söyleyebiliriz.

LEM’ALAR

– Beşinci Lem’a, Dördüncü Şua içinde dercedilmiş.

 Altıncı Lem’a, Yirmi Dokuzuncu Lem’anın Altıncı Bab’ında geçmektedir. Latince de geçmektedir.

– Sekizinci Lem’a, Keramet-i Gavsiyye bahsidir; Sikke-i Tasdik-i Gaybi içinde ve Osmanlıca Külliyat’ta tam olarak geçer.

– Dokuzuncu Lem’a, birkaç sualin ve özellikle Muhyiddin-i Arabi ve Vahdetü’l-Vücud ile ilgili suallerin cevabıdır. Bu Lem’a Osmanlıca Külliyat’ta vardır.

– On Beşinci Lem’a, “Fihrist Risalesi” olduğundan müstakilen Osmanlıca olarak neşredilmiştir.

– On Yedinci Lem’a 17 tane notadan oluşmaktadır. Ama Latince basımlarda bazı kısımların, farklı bölümler halinde neşredildiğini görüyoruz. Bazı kısımların ise Osmanlıcada dahi olmadığını görüyoruz. Mesela sadece 15 adet nota 17. Lem’ada geçiyor. Diğer iki nota ise 17. Lem’ada geçmiyor.

On Beşinci Nota‘da üç mesele var; Birinci Mesele‘de “İsm-i Hafîzin tecellî-i etemmine işaret eden (Zilzal, 99/7 ve 8) iki ayet” bahsinin geçtiğini görüyoruz. Ama diğer iki meselenin ise Yirmi Dördüncü Lem’a olduğu orada şöyle ifade ediliyor:

“On Beşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Meseleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmi Dördüncü Lem’a olmuştur.”

Yine On Beşinci Notanın, Üçüncü Meselesi ise Barla Lahikası’nda Söz Basım 251. Mektup (Ortak Metin, RNK Yay. 2015, s. 326) olarak da geçiyor.

On Altıncı Nota ise Yirmi Üçüncü Lem’a “Tabiat Risalesi” olarak neşredilmiştir:

“On Yedinci Lem’anın On Altıncı Notası iken, ehemmiyetine binaen, Yirmi Üçüncü Lem’a olmuştur. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zîrüzeber ediyor.”

On Yedinci Nota: Bu notanın bahisleri -aşağıda görüleceği gibi- muhtelif risalelerde geçmektedir.

* Üçüncü Meselesi, Yirmi İkinci Lem’a olan “İşârât-ı Selâse” olduğunu,
* Dördüncü Meselenin de Yirmi Birinci Lem’a olduğunu,
* İkinci Meselesinin ise 5 noktadan meydana geldiği ve Birinci Nokta’sının Yirminci Lem’a olduğunu, görüyoruz. Ayrıca Yirminci Lem’anın da iki noktadan meydana geldiğini ve İkinci Nokta’nın yine Yirmi Birinci Lem’a olarak neşredildiğini görüyoruz.
* Diğer kısımlar, yani On Yedinci Nota’nın 1, 5, 6 ve 7. meseleleri ve İkinci Meselesinin 2-5. noktalarının geçtiği bir yer elimizde mevcut Risale-i Nur Külliyatı’nda (Osmanlıca da dahil) bulamadık.

– On Sekizinci Lem’a, Risale-i Nur’dan haber veren Birinci Keramet-i Aleviye Risalesidir. Bu da Osmanlıca Lem’alarda geçmektedir.

– Yirmi Beşinci Lem’anın Zeyli, On Yedinci Mektup olup “Çocuk Taziyenamesi”dir.

– Yirmi Altıncı Lem’a, 26 rica olarak yazılacağı baş kısımda “Yirmi altı rica ve ziya ve teselliyi câmidir.” diye ifade edilmektedir. Ancak 16 rica yazılmış. Kalan on rica ise meydana gelen maniler ve hapisler yüzünden yazılmamıştır.

Yirmi Altıncı Lem’anın Zeyli’nin Yirmi Birinci Mektup olduğu ifade ediliyor:

“Yirmi Birinci Mektup olup, Mektubat mecmuasına idhal edildiğinden buraya derc edilmedi.”

– Yirmi Yedinci Lem’a, “Eskişehir Mahkeme Müdafaasıdır. Tarihçe-i Hayat’ta neşredilmiştir.” Kısmen Tarihçe-i Hayat’ta kısmen de Osmanlıca Lem’alarda neşredilmiştir. (bk. Lem’alar, Yirmi Yedinci Lem’a, RNK Yay. İstanbul-2015)

– Yirmi Sekizinci Lem’a,İkinci Keramet-i Aleviye Risalesi” olup, bazı kısımları “İkinci Nükte” diye burada, tamamı ise Osmanlıca Külliyat’ta geçmektedir.

– Yirmi Dokuzuncu Lem’a Osmanlıcada dahi Arapça olarak geçmektedir.

– Otuz Birinci Lem’a ise “Şualar” mecmuası olarak neşredilmiştir.

 Otuz İkinci Lem’a “Lemeat Risalesi” olup, Sözler kitabında neşredilmiştir.

– Otuz Üçüncü Lem’a ise “Mesnevi-i Nuriye” olarak neşredilmiştir.

MEKTUBAT

– İkinci Mektup’un “Evvelen” ve “Saniyen” maddeleri, Üçüncü Mektup’un “Hâmisen”e kadar olan ilk dört maddesi, Dokuzuncu Mektup’un “Evvelen” maddesi Osmanlıca Külliyat da dahil bulunmamıştır.

– On Dördüncü Mektup telif edilmemiştir.

– Yirmi Beşinci Mektup’un “Yasin suresi” ile ilgili nükteler olduğu, Mektubatın Fihristesinde geçmektedir. Fakat Osmanlıcada dahi ilgili bir yer bulamadık.

– Yirmi Yedinci Mektup “Lahikalar” olarak müstakilen Barla, Kastamonu, Emirdağ Lâhikaları adlarıyla üç kitap halinde neşredilmiştir.

– Yirmi Sekizinci Mektup, sekiz risaleden meydana geliyor. Altıncı Risale olan bölüm “Vehhabiler” hakkında olup Osmanlıca Külliyat’ta ve bazı yayınevlerinin (Söz Basım) baskılarında geçmektedir.

* Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Risalesinin hatimesinin İkinci ve Dördüncü nükteleri ile Sekizinci Risalesinin İkinci ve Üçüncü Nükteleri telif edilmemiştir.

– Yirmi Dokuzuncu Mektup, dokuz kısım olup dokuz risaleden meydana geliyor. Bu risalelerden Üçüncü Risalenin ve Dördüncü Risalenin bazı kısımları telif edilmediği ifade edilmiştir:

“Bu Üçüncü Kısmın mütebki meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için, tevafukata dair olan Fihriste ile iktifa edilerek, burada yazılmamışlardır. Yalnız Dördüncü Kısma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazılmıştır.”

* Sekizinci Risale ise “Rumuzat-ı Semaniye” olarak neşredilmiş.

– Otuzuncu Mektup, İşaratu’l İ’caz, Otuz Birinci Mektup Lem’alar kitabı, Otuz İkinci Mektup aynı zamanda Otuz İkinci Lem’a olup, Sözler kitabının sonunda “Lemeat Risalesi” olarak neşredilmiştir.

– Otuz Üçüncü Mektup ile Otuz Üçüncü Söz aynı olup, Sözler kitabında “Pencereler Risalesi” olarak neşredilmiştir.

LAHİKALAR

– Lahikalarda neşredilmeyen bazı mektupların sadece Osmanlıca Risalelerde geçtiğini görüyoruz.

ŞUALAR

– Onuncu Şua’nın geçmediği görüyoruz. Bu risalenin Fihrist Risalesinin İkinci Cildi veya kısmı olduğunu görüyoruz. Şualar ve Mesnevi-i Nuriye’nin fihristesidir.

“…Abdullah Çavuş’un sizin namınıza istediği Onuncu Şuâ namındaki Fihriste’nin ikinci cildini yazdırdık ve Hizbü’l-Ekber-i Nuriye’yi Feyzi yazdı.” (Kastamonu Lahikası, 95. Mektup)

“Aziz, sıddık kardeşlerim!”

“Onuncu Şuâ namında, yazdığınız Fihriste’nin İkinci Kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak.” (Barla Lahikası, 285. Mektup)

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü

www.NurNet.org

Eyyâm-ı Bıyd Orucu’nun Hikmetleri

Soru: Her ayın 13-14-15’inde oruç tutma ile insanın biyolojik bağlantısı, kâinatın bağlantısı ve dinî bağlantısı nedir?

Cevap: Eyyâm-ı bîyd orucu, çok yönlü ele alınması gereken bir hakikattir. Bu meseleye psikoloji, astronomi, fizyoloji, biyoloji, coğrafya, fıkıh, tasavvuf, ahlak gibi boyutlarla bakılabilir.

Astronomi, coğrafya, biyoloji, fizyoloji ve psikoloji bilimleri bağlamında meseleye bakılırsa: Yeryüzündeki hayat ve şartlar güneşle bağlantılı olduğu gibi ay ile de bağlıdır. Deniz kıyılarında meydana gelen med-cezir olayları ayın yakınlığı ile Allah’ın dünya üzerine koyduğu bir kanundur. Ay dünyaya yaklaştıkça, “cezir” (çekilme) olur; Ay uzaklaştıkça “med” (ilerleme) meydana gelir. Ayın dünyaya en yakın olduğu zamanlar ayın dolunay halinde gerçekleşir. Bu ise ay takvimi olan hicrî takvimde her ayın 13-14-15’ine bu tekabül eder. Bu med-cezir hadiseleri âfâki manada deniz, okyanus kıyılarında kendini net gösterir. Enfüsî manada insan bedeninde de etkisini gösterir. Çünkü insan vücudunun, çocuklukta %70-71’i, yetişkinlikte ise %60’ı, sudur. İnsanın kanı temelde suya dayanır. Bu noktada her ayın 13-14-15’inde insanın kanındaki çekilme ve dalgalanma zirveye varır. İnsanın kanındaki bu dalgalanma insanın psikolojisini etkiler. Bu durum ise insanı suça teşvik eden duygusal boyutları tetikler. Öfke ve şehvet gibi… Amerika’da yapılan bazı araştırmalar suç oranlarının ay takvimiyle bu günlerde zirve yaptığını göstermiştir. Tam bu noktada Hz. Peygamber’in o 3 gün art arda oruç tutulmasına yönelik tavsiyesi, tam manasıyla kasdî bir uygulama ve koruyucu bir hekimliktir. Bu noktada insan biyolojisi ile kâinat arasındaki ciddî bağlantı net olarak görünüyor.

Din felsefesi, fıkıh ve dinî yaşam bilimleri boyutuyla konuya bakılırsa: Ay ve insan psikolojisi ve neticede sosyal hayat problemleri arasındaki ilişki Kur’anda şöyle ifade edilir:

Felak suresi’nde “ve min şerri ğâsıkin iza vekab” âyeti bulunuyor. Bir gün dolunay zamanında veya ayın göründüğü başka bir vakitte Resulullah (ASM), Hz. Aişe’ye

-“Felak suresindeki ‘Ğâsık’ nedir, biliyor musun?” diye sorar. O da:

-Allah ve Resulü daha iyi bilir, der. Bunun üzerine Resulullah (ASM) parmağıyla ayı göstererek:

-“Ğâsık, odur” der.[1]

Felak suresini, bu hadisle beraber okuduğumuzda görüyoruz ki ayın şerri vardır ve insanı kötülüğe sevk eden güçlü bir bağlantısı bulunuyor. Resulullah ayın şerrinden korunma ve dolayısıyla İslamiyetin sosyal hayat düzenini koruma noktasında başta Ebu Hureyre (RA) olmak üzere bazı sahabelere her ayın 13-14-15’inde “Eyyâm-ı Bîyd” (Beyaz, parlak günler) adı altında oruç tutmalarını tavsiye eder. Onlar da bu tavsiyeye uyarak oruç tuttuklarını ifade ederler. Kendisi de bu oruca devam etmiştir. Eşi Hz. Hafsa bint-i Ömer (R.Anhuma) der ki:

“Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terk etmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce’nin ilk on gününün orucu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından önce iki rek’at namaz…”[2]

Arap dili ve edebiyatı noktasında eyyâm-ı bıyd tabirine bakılırsa: Arapça’da “eyyâm” özel günler için kullanılan bir tabirdir. Cahiliye döneminde eyyâm kelimesi, savaş, kıtlık ve benzeri önemli vak’aları ifadede kullanılmaktaydı. Bu yönden de bakılırsa, ayın 13-14-15’i o ay içindeki özel ve önemli günlerdir diye de anlaşılabilir. O günlerin gündüzünü oruçla değerlendirmek ve gecesini ise ilim, zikir ve ibadetle geçirmek dil felsefesi açısından da önem arz etmektedir.

Fıkıh bilimi açısından eyyâm-ı bıyda bakılırsa: Hadislerde vurgulandığı ve âyette ifade edildiği üzere, 1 iyilik 10 olarak yazılır.[3] Her ay ortalama 30 gündür. Bu durumda her aydan 3 gün oruç tutan kişi, 30 gün tutmuş olarak sevap alır. Her ay bu orucu tutan kişi ömür boyu oruç tutmuş gibi olur. Bu konuda Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurur:

“(Ramazan ayının dışında ) Oruç tutmak istediğin zaman, ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tut.”[4]

“Kim her aydan üç gün oruç tutarsa ömür boyu oruç tutmuş gibi olur.”[5]

Coğrafya ve kozmografya bilimleri noktasından bakılırsa burada senenin 365 gün olduğuna da bir işaret bulunuyor. Çünkü Hz. Peygamber’in ifade ettiği üzere Ramazan Bayramı’nın 1. Günü ve Kurban Bayramı’nın 4 günü oruç tutmak haramdır.[6] Bu durumda oruç tutulabilen ve her aydan eyyam-ı bıyd orucu tutmakla oruç tutulmuş sayılan 360 güne, 5 gün de oruç tutulması haram olan günlerin sayısı eklenirse bir yılın 365 gün olduğu sonucu ortaya çıkar. Bu ise, coğrafya ve kozmografya bilimine dair dinin bir nüktesi olur.

Psikoloji, psikoterapi, nefis tezkiyesi ve ahlak bilimi noktasından bakılırsa: Her ay bu 3 gün art arda oruç tutmak, insanın kanındaki faaliyetlerden beslenen nefs-i emmarenin[7] tezkiyesine yol açtığı gibi duygusal dalgalanmaları yol açacağı taşkınlıkları da kırar. Orucun periyodik olarak sürekliliği nefis tezkiyesinin sürekliliğine yol açıp şahsa tezkiye şuuru ve otokontrol mantığı verir. Bu 3 gün her ay nefsin öfke ve şehvetinin depreştiği zaman dilimi olduğu, bunun ay tarafından tetiklendiği ve bu depreşmeyi durdurmak için oruç iklimine girmek gerektiğini algısı kökleşir ve kemikleşir. Çünkü oruç, nefis tezkiyesi; namaz, enaniyet terbiyesi; zekât ise, mal tezkiyesidir. Bu orucu 3 ay tutmayıp 3 ay art arda tutan kişi o günlerdeki kendi psikolojilerini ve sonralarını kayıt altına alsa farklarını kendinde gözlemleyebilir. Orucun nefis tezkiyesi yönünü ve şerden insanın uzaklaştırmasını fark edebilir. Bu çerçevede eyyâm-ı bıyd tam bir psikolojik gözlem aracı, psikoterapik bir faaliyet olmaktadır. Ayrıca insanın ahlakı, kendinde aklî-gadabî-şehevî kuvvetlerin dengeye getirilmesi ile tahakkuk ettiğinden, bu kuvvetler ise oruç ve namaz gibi ibadetlerle kendilerine karşı bilgi ve hikmetle yapılan mücadelelerle dengelendiğinden, insanın bu kuvvetlerinin ayın 13-14-15. günlerinde dalgalanması zirve yaptığından eyyâm-ı bıyd orucu ahlakın tahakkukunda kilit rol oynar. Ahlakın sabitleşmesi ile seciye (karakter ve duygusal dinginlik) meydana gelir. Ahlakı gerçek ahlak kılan ise sabitleşmesidir. Bu sabitleşme ise kuvvetlerle mücadelenin sürekliliğini gerektirir. Bu durumda her ay periyodik olarak yenilen eyyâm-ı bıyd orucu ömür boyu süren bir ahlakî tahakkuk ve seciye kazanım yolculuğunu insana yaptırır. Bu çerçevede dinin tavsiye ettiği bu oruç ahlak felsefesi açısından tam bir mucizedir.

Usul-u fıkıh ilmi açısından bakılırsa: Hadislerde bildirildiği ve uyarıldığı üzere yalnızca Cuma, Cumartesi veya Pazar tutmak mekruhtur. Hz. Peygamber şöyle der: “Kimse Cuma günü oruç tutmasın. Ancak bir gün önceden veya sonradan oruç tutuyorsa bu takdirde Cuma günü de oruç tutabilir.”[8]

“Allah’ın farz kıldığı oruç dışında, sadece cumartesi günü oruç tutmayın. Eğer üzüm kabuğu ve ağaç dalından başka bir şey bulamazsanız bile o gün onları çiğneyerek oruç tutmadığınızı gösterin.”[9]

“Cumartesi ve pazar günleri müşriklerin bayram günleridir. Ben onlara muhalefet etmek isterim.”[10]

Cumartesi ve Pazar günleri orucunun bir hikmeti ise ehl-i kitaba muhalefettir. Tek Cumartesi orucu, Yahudilere benzemektir; Pazar orucu, Hıristiyanlara benzemektir. Cuma ise müminlerin bayramıdır. Bu 3 günden herhangi birini tutmak mekruhtur. Cumartesi-pazarı birleştirip tutmak ise müşriklere benzemektir. Bu da Allah resulü tarafından yasaklanmıştır. Fakat 3’ünü art arda tutmak dinen engel teşkil etmez. Bu çerçevede ayın 13-14-15’i hangi günlere gelirse gelsin nafile oruç tutmak caizdir. 13’ü cuma dahi olsa eyyâm-ı bıyd orucu tutulabilir. Ayrıca bir günlük orucun tesiri ile 3 gün art arda tutulan orucun şahıs üzerindeki etkisi arasında büyük fark olduğu tecrübelerle sabittir. Bu manada bir günlük orucun tesiri, 1 rakamı ile anlatılırsa 3 gün art arda oruç 111 etkisi uyandırır. Bu çerçevede eyyâm-ı bıyd orucu, orucun bağımlılık kırıcı yapısını ve ruhani etkisini gösteren bir paket programı ifade eder. Bu noktada hadis, sahih bir nafile oruç mantığını öğreterek fıkhî bir pencereyi de açar.

Sembolizm ve manevi ilimler noktasından bakılırsa: İnsan aklı bir ay gibidir. Kur’an ve vahiy ise bir güneş gibidir. Ayın kendine has ışığı yoktur. O, güneşten aldığı ışığı gösterir. Aynen bu ilişki gibi insanlar da bilgilerini, kâinattan veya doğrudan vahiyden alırlar. Akıl, bilgi üreten bir üreteç değil dıştan gelen bilgiyi işleyen, süzen ve ayrıştıran bir fabrikadır. Bu manada insanların akılları tam manasıyla bir ay gibidir. İnsan aklının bilgi kaynakları, yaşanan anda insanı çevreleyen âlemden “göz” ile alınan bilgiler; geçmiş zamandan nakledilen veya insanın bulunulan anda gözlemleyemediği olaylardan “kulağına” aktarılan haberler; kişini duygularıyla sezdiği veya “kalbine” doğan manalardır. Vahiy, kalbe doğan mana ve hakikatlerdir. Fenler ise, kevnî âyetlerden oluşan Kâinat Kitabı’ndan göze yansıyan ve kulağa gelen kanun ve hakikatlerdir. Bu manada ay ve insan aklı arasında tam bir örtüşme ve benzeşme vardır. Bu ilişki çerçevesinde bakılırsa aydaki ışığın sürekli değişimi gösteriyor ki, bir insan düzenli bir tefekkür yapsa, kâinat ve Kur’andan aldığı ve diğer insanlara yansıttığı ilim ve hikmet ışığı her ayın 13-14-15’inde tavan yapacak demektir. Yani insan zihninin her ay en keskin olduğu zaman dilimi, aynı zamanda öfke ve şehvet güçlerinin de tavan yaptığı dönemdir. Bu noktada din, insan aklı için bir fırsat olan bu günlerde öfke ve şehvetin dumanlarıyla onun bulanması ve kör olmasını engellemek için o günlerde oruç tutulmasını emretmesi muazzam bir keşif ve tavsiyedir. Eyyâm-ı bıyd orucu bu manada verimli sonuçlar doğurur. Bu çift taraflı mücadele her ay insana bir konuyu dolunay gibi parlak ve net bir ilim seviyesine ulaştırma imkanı verir. Bu noktada ayın 13-14-15. Günleri, tam manasıyla Risale-i Nur, Fütuhat-ı Mekkiyye ve benzerleri gibi tefekkür ederek okunacak kitapların okunacağı ve art arda toplu müzakere şeklinde incelenerek ders yapılacağı günlerdir.

[1] Tirmizî, Tefsir, Felak suresi.

[2] Ahmed bin Hanbel, Nesâi.

[3] En’am suresi, 160.

[4] Suyuti, el-Camiu’s-Sagir, 1/66 H. No: 892.

[5] Tirmizî, Savm, 54, III, 135.

[6] Buhârî, Savm, 66-67.

[7] Arapça’da nefis kelimesi, NFS kökünden gelmesiyle, kadınların doğum sonrası 40 gün süren kan gelmesi dönemine verilen “nifas” kavramıyla bağlantılıdır. Yani nefis, kandan meydana gelen, kandan beslenen canlı yapı demektir.

[8] Ebû Davud, ”Savm”, 50.

[9] Ahmed, Tirmizî, Nesâî, Îbn Mâce, Ebû Dâvûd ve Hâkim.

[10] Neseî, Cum’a: 1.

Bekaya Nasıl Ulaşabiliriz-2? (Lem’alar, 3. Lem’a, 3. Nükte’nin Şerhi)

Şu mes’ele münâsebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli meyvedar yapmak ister misiniz? Mâdem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakîki’nin yoluna sarfediniz. Çünkü: Bâkiye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Mâdem her insan gâyet şiddetli bir sûrette uzun bir ömür ister, bekaya aşıktır ve mâdem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çâre var ve ma’nen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çâreyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfîk-i hareket edecek. İşte o çâre budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dâiresinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

[ Lillâh, Allah için işleyiniz demektir. Livechillah, Allah rızası için görüşünüz demektir. Lieclillah, Allah için çalışınız demektir. Lillah kısmı, bireysel boyutu anlatır. Çünkü Allah için işlemek ile Allah için çalışmak bir birine benziyor. Aradaki farkı ortadaki Livechillah ifade eder. Bireysel ibadet etmek ve bireysel hizmet etmek, Lillah sınıfına girer. Livechillah, Allah için görüşünüz kısmı elbette Allah rızası için beraber çalışma, ibadet etmek mantığını doğurur. Allah’ın da istediği aslında budur. Lieclillah, Allah için beraberce çalışınız demektir. Ki Üstad 21. Lem’ada bu sıralama ile dine hizmeti anlatıyor. İlk Düsturda “ Kûmu lillâhi kanitîn” ( Allah için kıyam ediniz, namaza kalkınız, hizmet için toplumda kıyam ediniz ) diyor. Sonraki düsturlarda bir insanın âzâları gibi veya bir geminin müretttebatı gibi organize çalışmayı anlatıyor. Bu organize çalışmayı sağlayacak husus, Allah rızası için görüşmek ve organize hizmet kararı alacak şekilde meşveret ve şûra yapmaktır. ]

Bu hakîkata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibâret olan bin ay hükmünde olduğunu Nass-ı Kur’ân gösteriyor. Hem bu hakîkata işâret eden ehl-i velâyet ve hakîkat beyninde bir düstûr-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mi’rac, bu hakîkatın vücûdunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihâtası ve uzunluğu vardır. Çünkü: O mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem şu hakîkata bina edilen beyne’l-evliyâ kesretle vuku’ bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Ba’zı evliyâ bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Ba’zıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Ba’zıları bir dakikada, bir Hatme-i Kur’âniye’yi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman” hakîkatını aynen müşahede ettikleri medâr-ı şübhe olamaz.

Şu “bast-ı zaman” herkesce musaddak bir nev’i, rü’yada görünüyor. Ba’zan bir dakikada insanın gördüğü rü’yayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

[ Zamanın uzayıp kısalması, hızlayıp yavaşlaması bir hakikattir. İnsan zamanın uzayıp kısalması meselesini hastalık zamanının bir türlü geçmemesinde hissediyor. Özellikle acı çekilen anlar, geceyi bir ömür kadar uzatıyor. Çünkü insanın ömrü boyunca çektiği acılar 5 voltajında 100 sefer yaşanmış ve 1 er saat sürmüş olsa, 40 yıllık süreç böyle olsa; bir sefer 100 voltajında bir hastalık acısı çekse ve 5 saat sürse bütün ömrünün acılarına bedel bir süreyi o zaman zarfında yaşar. O 5 saat ona 40 yıl gibi uzun gelir. Hakikatte de öyle uzun süreçte elde edilen kârı bir gecede Allah ona acıların temizleyici eliyle yaşattırır. Bu manada o 5 saat, 40 yıl hükmünde bir sonucu vermesiyle 40 yıl geçmiş gibi insan hayatında kalıcı izler ve sonuçlar bırakır. Bu, bast-ı zamana verilecek bir örnektir. Buna mukabil mutluluk içinde, her şeyin yolunda gidip aktığı dönemler su gibi akar. Kişi bir bakar ve kendini yoklar ki o eski günler üzerinden 10 yıl belki 20 yıl geçmiş. Benim Lise yıllarımın üzerinden 23 yıl geçti. Nasıl geçtiğini anlamadım bile… Çünkü zahmetsiz, elemsiz bir dönem… Fakat lisede kolum kırılmıştı. O gece ağrıdan sabahı zor ettim. Elemler ile insan terbiye oluyor; lezzetler insanı şımartıyor. Hayatımdaki bütün günahlarım lezzetli, rahat, zahmetsiz dönemlerimde işlendi. Bu gösterir ki, lezzetler insanı yoldan çıkartan bir bela oluyor. Eğer şükrü artırmazsa… Buna mukabil elemler insana haddini, hududunu, kulluğunu bildiren, işlenen günahların kirlerini temizleyen, şımaran nefsi tezkiye eden, gururlanan enaniyetin burnunu büken mukaddes bir araçtır. Hastalık dönemlerimde daha ihlaslı ibadetler yapmam, çaresizliğimi hissedip Allah’ın azametini müşahede etmem gösterir ki, elemler insan için bir lütuftur.

Bu noktada kişinin hayatında kalıcı ve bâki izler bırakması, insana hakikati net göstermesi, iç dünyasına hakikati nakşettirmesi noktasında yaşanan şeylerin değeri ölçülür. Beka âlemi bu boyuta bakar. Mahşer günü, milyarlarca insan lezzetlerin ona ebediyeti kaybettirdiğini görüp o lezzetlerden pişman olacak; milyarlarca kişi dünyada yaşadığı zahmet ve elemlerin ona bâki hayatı kazandıran kapı olduğu görüp Allah’a şükredecek… İşte o fâni lezzetler, bâki azapları doğurduğu gibi o fâni acılar ve zahmetler de, bâki lezzetler ve rahmetleri doğurmasıyla gösterir ki fânilerin içinde beka gizlenmiş, saklanmış. Asıl iş o bekaya bakan yönü keşfedip onu aktif hale getirmektir.

Bu noktada her fani iç dünyasında beka cilvesi taşıyan yönler bulundurduğundan ömründe o beka boyutuna mutlaka misafir oluyor. Sıradan insanlar rüya âleminde… O âleme girerek bizler, bast-ı zaman hakikatini yaşıyoruz. Bast-ı zaman, Bâsıt isminin tecellisidir. Zamanın değerini bilen, onu israf etmemek için çabalayan kişilere Allah’ın ihsanıdır. İnsanların hayatlarını kolaylaştırıp onların zamanını israf olmaktan kurtaran kişilere Allah’ın bir lütfudur. Çünkü asıl iş sadece kendi zamanını değil bütün insanların zamanını israftan kurtarmak ve Hakikat yolunda herkese yol aldırmaktır.

Bu manada insanlara hayatı kolaylaştıranlara Allah da maneviyatı kolaylaştırır. Binlerce evliyanın yaşadığı bast-ı zaman hadisesi buna misaldir. Onlar maddiyata ait işlerini bu tecelli ile kısa sürede halletmişler. Fakat büyük evliyalar maneviyata ait uzun mesafe ve zaman isteyen işleri çok kısa sürede bast-ı zaman ile halletmişler. Mir’ac hadisesi de bu tarz bir mu’cizedir. Beka âlemine girip gayb ve şehadetin hakikatlerini temaşa ederek milyarlarca belki katrilyonlarca yılda elde edilecek hakikat bilgisi ve hak hikmetini birkaç dakika içinde aldı ve geldi. Rivayete göre gidip geldiğinde abdest aldığı leğenin içindeki su dalgaları daha dalgalanmaya devam ediyordu. O kadar kısa süre içinde ezel ve ebedi duydu ve gördü.

Peygamberimiz ve diğer peygamberlerin miraçlarında, evliaullahın maddi-manevi kerametlerinde, sıradan insanlaran rüyalarında bu bast-ı zaman hakikati bir kanun olarak bulunuyor. Bu durum gösterir ki mekân da, zaman da Allah’ın elindedir. İsterse mekânı dürer, “tayy-ı mekan” yaptırır. Buna kabz-ı mekan da denilir. Bir anda kişi İstanbul’dan Mekke’ye namaza gider, gelir. İsterse mekânı ve maddeyi genişletir, insanı onun içine çeker ve boğar. Buna bast-ı mekan da denilir. Karun’un boğulmasında olduğu gibi… İsterse zamanı, katlar, dürer. Tayy-ı zaman ve kabz-ı zaman yapar. Ashab-ı Kehf’in 309 yıl uyumalarında olduğu gibi… İsterse zamanı genişletir, yayar, bir geceye 1000 ayın mahsulünü verdirir. Kadir Gecesi’nde olduğu gibi… Bu durum gösterir ki zaman da, mekân da mahluktur. Allah, zaman ve mekânda dilediği gibi tasarruf eden Baki-i Mutlak ve Mâlikü’l-Mülk’tür. ]

Elhâsıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halkedilmiş ve bâki bir Zâtın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir Zâtın, bâki esmâsının cilvelerine ve nakışlarına medâr olacak bir sûret verilmiştir.

[ İnsana verilen aklın gördüğü, ezeliyet ve ebediyet, ölüm sonrası ve doğumu öncesi zaman dilimleri ve daha ötede zamansızlık ve mekânsızlık hakikatleri gösteriyor ki insan zaman ve mekan üstü olan Yaratıcısı ile muhatap olabilecek donanımdadır. Bu manada insanda beka cilvesi taşıyan, zaman ve mekanla bağlı olmayan yönler bulunuyor. İnsan Bâki Zâtın aynası olarak yaratıldığı için bekayı arıyor. Beka ise, zamansızlık ve mekansızlık ile bağlantılı bir hakikat olduğu; insan ise zaman ve mekana mahkum olduğundan insanın bekaya erişebilmesi ancak Baki-i Hakiki ile irtibatıyla ve irtibatının kalıcılığı ile bağlıdır. Buna ehl-i tasavvuf “ beka billah ” diyor. Bizzat baki olan Allah’tır. Kulların bekası ve ebediyeti Onun ile mümkündür. Onun rızası ve tecellilerine aynalık için yaşadığı durumda insan için beka bilfiil hale gelir. İnsanın her hali baki bir hakikati gösterecek özellik kazanır. Aciz bir köylünün muhteşem Osmanlı Ordusu’na nefer olarak katılması ve o Orduyla beraber Avusturya’dan İran’a, Kırım’dan Yemen’e kadar geniş sahada yıllarca koşma imkanı kazanması gibi Allah’ın Ezelî ve Ebedî Saltanatına iman ile intisap edip İslamiyet ile teslim olarak katılıp bir nefer olan bir müminin ruhu için o saltanatın zaman ve mekana yayılan bütün âlemlerinde seyahat etme imkanı doğar. Çünkü fani Osmanlı Sultanı, askerine beka ve ölümsüzlük veremez, çünkü kendisi ölümlüdür. Fakat zaman ve mekanı dilediği gibi dürüp açan, dün ve bugüne insanı her an misafir eden, insanın kalb elini tâ ezele uzatıp sayısız üzüntüleri yaşatabilen, insanın ruh elini ta ebede uzatıp sayısız korkularla boğuşturan, insanın akıl ve hayalinin elini yaratılmışlar âleminin tamamında gezdirdikten sonra Kendi Alem-i Hususi’sine misafir eden ve uzandıran Zât-ı Akdes, isterse kullarına beka ve ölümsüzlük verebilir. Çünkü kendisi zâtî bir beka ile bâkidir. Nasıl ki nura sahip olan başkasına nur verebilir, ilim sahibi olan başkasına ilim verebilir, hayat sahibi olan başkasını ihya edebilir. Elbette beka sahibi olan da başkasına beka verebilir. Yeryüzünde ve kâinatta var olan hayat, ebedî bir ihya fiilini ve sermedi bir hayat sahibini akla gösterdiği ve kalbe hissettirdiği gibi; baki hakikatler ve değişmez kanunlarla kâinatı devam ettiren ve sabitleştiren bir iktidar da kendisinin değişmez bekasını ve sabit hakikatlerini bütün ihtişamıyla gösterir. İnsanı gittikçe yıpranan cismin kontrolünden çıkartıp günahlardan uzaklaştıkça gittikçe gençleşen, hakikatleri bildikçe gittikçe kuvvetlenen, hak uğrunda çabaladıkça gittikçe elmaslaşan bir ruhun hayat seviyesine doğru yükseltir. Bu şekilde gençleşen bir ruh, beka zevkini insana tattırabilir. Üstad’ın yaşlılık döneminde Çam Dağı’na koşarcasına hızlı çıkması, yanındaki genç ağabeylerin ona yetişememesi gösteriyor ki, O beka ufkunda ve ruhani bir hayatta yaşıyor. ]

Öyle ise böyle bir insanın hakîki vazifesi ve saadeti: Bütün cihâzâtı ve bütün isti’dâdatiyle o Bâki-i Sermedî’nin dâire-i marziyyatında esmâsına yapışıp, ebed yolunda o Bâkiye müteveccih olup gitmektir. Lîsanı

dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi  “Yâ Bâki ente’l-Bâki” demeli.

[ Bâki-i Sermedî gibi terkiplerde Üstad bir sistemi anlatır. O, Bâki’dir. Fakat sen sana düşen vazifeleri yaptığında senin dünyanda Sermedî olarak tecelli eder, seni de Kendi zâtî bekası ile bağlar, sana da bekayı yaşattırır der. Bu meselenin tahakkuk sırrını Üstad hemen arkada şöyle ifade eder: “ dâire-i marziyyatında esmâsına yapışıp… ” Daire-i marziyatı, yukarıda izah edildiği üzere, Allah’ın emirlerinin çizdiği ruhani âlemde yaşamak, Onun yasakladığı fiil, duygu ve hallerden uzak durmaktır. Bu noktada farzları tahkiken yapma, haramları tahkiken terk etmek çok önemlidir. Bu durumda kişi bütün ruhuyla farzlara yapışır ve bütün ruhuyla haramlardan uzaklaşır. Onun bu tavrı, o farzları isteyen Esma-yı Hüsnayı kişinin ruhuna nakşeder. Mesela namaz, Kayyum isminin tecellisidir. Dinin, direğidir. Hem kişinin nura ermesidir. Bu manada Münevvir isminin eseridir. Hem bir zikirdir. Kişinin kalbine zevk verir. Bu açılardan dolayı Kur’an namazı hakkıyla kılmayı “ ikame ” ile ifade edip namazını böyle kılanları “mukim” olarak isimlendirir. Kayyum ismi, İbn-i Sina’nın tespit ettiği üzere Kaim ve Mukim isimlerinin toplamıdır. Var olup ayakta duran kaimdir; namazını hakkıyla kılan mukimdir. Bu şekilde kişi tam manasıyla Kayyûm ismine ayna olur. Zekat, Müzekki isminin eseridir. Hem malı temizler, hem mal ile kirlenen nefisleri temizler. Hem Cevad, hem Kerîm isminin tecellisidir. Allah’ın fakire ikramı ve cömertliğinin göstergesidir. Hem Müslümanlar arası köprü vazifesi görerek toplumu bir araya getiren Cami’ isminin bir tecellisidir. Bu şekilde İlahi emirleri yerine getiren bir kişi sayısız isimlere tutunmuş ve onlarla Allah’a bağlanmış, beka adına yaşanan bir hayatı kendi ömründe sergilemiş olur. Yaptığı her fiili, Allah toplum hayatı tarlasında 1000 meyve ile mahsuldar eder. Bizlere ebedî sevaplar olarak geri döndürür.

Bâki ismi, Sermedî şeklinde tecelli edince, zaman hakikati ortaya çıkar. Sermedî, ezelî ve ebedî demektir. İnsan ezelden gelip ebede giden bir yolcudur. İşte ezel geçti, ama ebediyete doğru yürüyoruz. İşte bu noktada Üstad cümlenin devamında “ esmâsına yapışıp, ebed yolunda o Bâkiye müteveccih olup gitmektir ” der.

Ebediyet bundan sonraki zaman dilimine bakar. Bu manada karşılaşılacak şeylerle ilgilidir. Dolayısıyla ruhumuzla alakalıdır, diyebiliriz. Ehl-i tasavvuf, kalbin aşk-ı bekası ile değişmezlik hakikati içinde bekayı arar ve bulur. Nur Talebeleri ise, madem Allah ebediyen yaratıyor ve yaratacağını söylüyor, o halde asıl iş ebediyet ve değişkenlik hakikati içinde bekayı bulmaktır, diyerek Cenab-ı Hakk’ın kullarının değişkenlikleri içinde tecelli eden değişmez saltanatı ve sabit Esmaü’l-Hüsnaları ile, sırr-ı Ehadiyet ve külli İlahi tecelliler içinde bekayı arar, bulur. ‘ Daha çok yarat, daha da farklı şekillerde tecelli et ya Rabbi! Bu şekilde bekanı doya doya zevk edeyim, cemal ve kemalini seyr ve temaşa edeyim ’ der. Ehl-i tasavvufa dehşet veren âlemin değişken, girift, karmaşık yapısı Ona celal, kemal ve azamet tecellisi olarak Tevhidin külliyeti içinde görünür. Allahu Ekber zikri içinde sonsuz bekayı hisseder. Allah’a daha bir odaklanır. ]

Bekaya Nasıl Ulaşabiliriz-1? (Lem’alar, 3. Lem’a, 3. Nükte’nin Şerhi)

Soru: Lem’alar kitabından 3. Lem’anın 3. Nüktesini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad bu Nükte’de şöyle diyor:

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Şu dünyada zamanın, fena ve zevâl-i eşyadaki te’siratı gâyet muhteliftir. Ve mevcûdât ise, mütedahil dâireler gibi birbiri içinde iken hükümleri zevâl noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasılki saatin saniyelerini sayan dâiresi, dakikayı ve saati ve günleri sayan dâireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir. Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh dâireleri öyle mütefâvittir. Meselâ: Cismin bekası, hayatı, vücûdu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mâzi ve müstakbeli ma’dûm ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar dâire-i vücûdu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir dâire-i azîme, dâire-i hayatına ve vücûduna dahildir.

[ Bu kısım, dünyevi açıdan insanın beka ile alakadar cephelerini ele alıyor. Cisim, kalb, ruh ve saire… İnsan iman etse de etmese de her insanda zaman algısı vardır. Zaman, geçmiş-şimdi-gelecek şeklinde 3 parçadan oluşuyor. Cismin varlığı, bekası ve hayatı, şimdiki zaman olan “ an ” dadır. Üstad’ın belki “bir saat” dediği süre avam için 60 dakika olan 1 saat, fakat ârifler için Arapça’da çok kısa süre manasındaki “bir saat” demektir. Çok ileri seviyeye gidenler, bir ân-ı seyyalede maddi vücud vardır, diyorlar. Kalb ve ruh için varlığı hissedilen daire günler evveli ve günler sonrasıdır. Ruh için seneler evveli ve seneler sonrasıdır. Sır için ömürler evveli ve ömürler sonrasıdır şeklinde gelişme kaydetmemiş boyutları ile kalb-ruh-sır ile zamanın ilişkisini böyle görüyoruz. Fakat gelişen bir kalbin kolu, tâ ezeliyete uzanır. Gelişen bir ruhun eli, tâ ebediyeti tutar. Gelişen bir sır ise, ezel ve ebedi birden kucaklayacak bir ulviyete sahip olur. İmanın insana kazandırdığı hürriyet ve serbestiyetin çapının azametini buradan görebiliriz.

İnsanda bulunan akıl, insana zamanın kapılarını aralıyor. Geçmiş zamanı, elinden çıkıp giden güzellikleri, yaşayıp kurtulduğu sıkıntıları akıl görüyor. Kalben ve nefsen gelişmemiş bir kişide aklın bu algısı, elden çıkıp giden güzelliklere odaklanır. Her bir şey bir hüzün ateşini, kalbin ve nefsin içinde yakar. İç dünya hüzünler mahzeni haline gelir. Fakat gelişen bir kalb ve nefis, geçmişin biten sıkıntı, zahmet ve emeklerini düşünüp onlardan kurtulmanın ferahını ve geçmişte yaptığı iyiliklerin şükrünü hissedip dünyaya gelişinden memnun olur. Gelecek zamanı iştiyakla bekler…

Gelecek zamanı aklen görmek de aynı şekilde, insana muhtemel acıları, zorlukları, sıkıntıları gösterdiği gibi, karşılaşılacak yeni fırsatları, güzellikleri ve ebediyet imkânlarını da gösterir. Bu noktada da tezkiye edilmemiş bir enaniyet ve terbiye edilmemiş bir ruh, gelecek zamanın olumsuz taraflarını başına toplar; onların sayısız imkânları ve ihtimalleri altında vehimlerle ezilir. Dünyayı bir işkence yeri gibi algılamaya başlar. Fakat vehimlerin esaretinden kurtulan, enaniyetine sağır kesilen, tevhid ile nurlanan bir gelecek zaman kişinin önünde yepyeni bir sayfa, yepyeni imkânlar ve ebediyet fırsatları olarak görünür. Bu şekilde geleceğe bakan bir kişi, her günü yeni güzelliklerin doğuşu olarak görüp itiyakla bekler. Kur’an insandaki bu korku-hüzün boyutlarını 20 âyetle vurgular.

Korku, aczden ve çaresizlikten doğar. İnsan gelecek zaman karşısında, aczini ve çaresizliğini hisseder. Acz ve çaresizlik, korku ve evhamın kaynağıdır. Hüzün ise fakirlikten, yoksulluktan ve yoksunluktan doğar. İnsan geçmiş zamana karşı, orada tattığı, hasretini yaşadığı güzelliklere karşı fakrını hisseder. Fakr ve ihtiyaç, hüznün kaynağıdır. Rahmet-i ezeliye, hüzünlerin ilacı olurken; hikmet-i ebediye, korkuların çaresi olur.

Bu manada insan, görüntüde bu anda yaşayan, fakat hem zamanın hem mekânın tesiri altında olan bir canlıdır. Bir yanda geçmiş zaman, onun kalbini kendine çekip hüzünlerde yakar; diğer yanda gelecek zaman onun ruhunu kendine çeker; korkularda o ruhu boğmaya çalışır. İnsanın aklı ve iradesi bu güçlü duygular karşısında çoğu zaman çaresiz kalır. Peygamberlerin gelme hikmetlerinden birisi de budur: Tevhid ve Teslimiyet ve Tevekkül ile insanı zaman ve mekânın kayıtlarından kurtarmak… ]

İşte bu isti’dâda binâen hayat-ı kalbî ve ruhîye medâr olan Mârifet-i İlâhîyye ve Muhabbet-i Rabbânîye ve Ubûdiyet-i Sübhaniye ve Marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intaç eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.

[ Üstad’ın Türkçe üslubuna göre bu cümle şöyle okunur: hayat-ı kalbîye medâr olan Mârifet-i İlâhîyye ve Muhabbet-i Rabbânîye… hayat-ı ruhîye medâr olan Ubûdiyet-i Sübhaniye ve Marziyat-ı Rahmaniye… 

Mârifet, akıl ile; muhabbet, fuad (gönül) ile olur. Akıl ve fuadın toplamı, “ kalb” i oluşturur. Kur’an fuadı, kalbin batını; aklı ise, kalbin zahiri olarak tanımlar. Hisseden kalp tabirine, akleden kalb tabirini de ekler. Hacc suresi, 46’da gördüğümüz üzere… Akleden kalbin neticesi olarak “kulûb-u münkire ve kulûb-u mu’terife” den yani hakkı inkar eden kalpler ve hakkı itiraf eden ve tanıyan kalplerden bahsederi. Nahl suresi, 16’da gördüğümüz üzere… İnsanın marifetullahı elde eden cephesi, akleden kalbidir. Buna batı dünyası “ intellect ” (duygusal zeka) diyorlar. İnsanın kalbi, bir fabrika gibi çalışır. Bu fabrikaya, mârifet hammaddesi girer; fabrikadan muhabbet ürünü çıkar. Duygular, marifeti işlerler. Bu şekilde muhabbet iksirini kalb üretir. Marifete dayanan bu muhabbet iksiri, “meveddet” adını alır. Akıl ve kalb beraberce, Allah’ı gösterdiği için böyle birinin konuşmaları muhatabı hem akıl hem kalbinden yakalar. Onda merak ve muhabbet duygularını uyandırır.

Ubudiyet, acz ve fakr hislerini tam hissederek Allah’ın askeri olma, Onun ezelî ve ebedî tecellerine yönelme, tam manasıyla Allah’a kulluk demektir. İşin çapı çok büyük olduğu ve ihtişam içerdiğinden Üstad “Sübhânî” tabirini kullanıyor. Marziyat ise, Allah’ın razı olduğu işler demektir. Allah’ın râzı olduğu net olan işler, Onun emirlerini yapmak; yasakladığı şeyleri keskin bir şekilde reddetmektir. Emirlerde, rıza-yı İlâhî vardır; yasaklarda, İlâhî gazap vardır. Emri yerine getiren, emr-i İlahide eridiği için, İlahi emirleri ruhunun ruhu kılar. İnsanın ruhu da bir emr-i İlahi olduğundan; farzların içerdiği emir sıfatının nuru, ruhu canlandırır. Mekke yıllarının acz ve fakrda ilerleyip ubudiyet makamını elde eden sahabelerinin ruhu canlansın, İlahi nurlarla nurlansın diye marziyat-ı Rahmaniye olan namaz, zekat, oruç, hacc gibi emirler verildi. Emre itaat, ruhu büyütür. Ruh fabrikası, ona aczi hissettiren musibetlere “sabır” la; ona fakrı hissettiren nimetlere “şükür” le karşılık verdiğinde; sabırdan ibaret olan “oruç” u tuttuğunda, şükürden ibaret olan “namaz” ı kıldığında bir Nur Fabrikası haline gelir. Musibetin de, nimetin de onu geliştirmek için olduğunu fark eder; her halinden razı olur. Rahmaniyetin celal ve ikram sıfatlarını müşahede ederek Allah’ın razı olduğu kul makamına gelir.

Rıza noktasında iki makam bulunuyor: Nefs-i Râdıyye denilen, Allah’ın rızasını arayan kul makamı, buna “ kurbiyet ” deniliyor. Nefs-i Mardıyye denilen, Allah’ın rızasına ermiş kul makamı, buna “ akrebiyet ” deniliyor. Kalbin hayatı, kurbiyet makamıdır. Evliyaların yoludur. Âriflerin ve âşıkların makamıdır. Ruhun hayatı, akrebiyet makamıdır. Sahabelerin ve büyük evliyaların yoludur. Ruhun hayatında marifet değil, ilim vardır. Marifet, hakikati arayan bilgi seviyesidir. İlim ise hakikati bulan ve kuşatan bilgi seviyesidir. Ruhun hayatında, muhabbet ve aşk değil, şevk vardır. Muhabbet ve aşk, hasret makamıdır. Bu cihetten kalb arayış ve kaybediş içinde bocalar durur. Şevk ise, ebedî buluş ve görüş makamıdır. Onda kayıp yoktur. Onda kaybın imkansızlığı, Allah ile ebedî beraberlik vardır.

Kalbin hayatında, Allah’a yüzünü dönme vardır. Allah’ın rızası ve teveccühü aranır. Kul, fakr ile Allah’a odaklanır. Ruhun hayatında, Allah’a özünü dönme ve Allah’ın teveccühüne erme vardır. Allah, kuluna şefkat ve inayetle tecelli eder. Kul, tam acz ve fakr ile Allah’a odaklanır. Dinin gelme gayesi insanın fânilere odaklanan, onlardan merhamet dilenen kalbini, Kadîm-i Ezeliye odaklatmak, Rahman-ı Zülcelalin merhametine eriştirmektir. Hem fanilere şefkat için yalvaran ve herkesten korkan insanın ruhunu, Baki-i Ebedîye odaklatarak, Rahîm-i Zülcemalin şefkatine eriştirmektir. Yani cismani hayattan, kalbî-ruhî-sırrî hayat mertebelerine insanı yükseltmektir. Enfal suresi 24. Âyet bu meseleyi şöyle ifade eder: “ Ey iman edenler! Sizi hayat verecek şeylere çağırdıklarında Allah ve resulünün çağrısına uyun ve şüphesiz bilin ki, Allah kişi ile kalbinin arasına girer. Unutmayın ki, O’nun huzuruna götürüleceksiniz.

Bu manevi hayatı, dünyevi insanlar kalb için haftalık çapta, ruh için yıllık çapta hissederken; Allah’a iman ile bağlanan bir kalb ve ruhun çapı ezel-ebed ufkunca büyür. Tam manasıyla bâki ve ebedî bir hayat hükmüne geçer. Bu noktada insanın kalb ve ruhunu inkişaf ettiren marifet-muhabbet-ubudiyet-marziyat-ilim-hikmet-şevk ve emel gibi duygu ve hakikatler insanı şimdiki zamanın dar çerçevesinden çıkartıp zaman-üstü hakikatlere bağlar, Allah ile ebedî bir beka, daimi bir hayata eriştirir. ]

Evet Bâki-i Hakîkinin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa; bir sene bir saniyedir. Belki Onun yolunda bir saniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir saniye hükmüne geçer. Meşhur böyle bir söz var ki:

“Sinetü’l-firâkı senetün ve senetü’l-visâlu sinetün”

yâni: “Firakın bir saniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir saniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki: Visal, yâni Bâki-i Zülcelâl’in rızası dâiresinde livechillah bir saniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki dâimî bir pencere-i visaldir.

Gaflet ve dalâlet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir saniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:

“Ardu’l-felâti mea’l-a’dâi fincânün semmü’l-hıyâtı mea’l-ahbâbi meydânün” (Düşmanla beraber sahrâ, bir fincan kadar dar; ahbapla beraber iğne deliği, bir meydan kadar geniştir. bk. İbnü’l-Cevzî, el-Müdhiş: 1:385; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:246.)

hükmümüzü te’yid ediyor.

[ Bu kısımda Üstad, zamanın insan hayatı üzerindeki göreceli etkisini anlatıyor. Muminun suresi bir âyette bu meseleyi şöyle anlatır:

  1. Allah (inkarcılara) “Yeryüzünde kaç sene kaldınız?” diye sorar.
  2. Onlar, “Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık. Hesap tutanlara sor” derler.
  3. Allah şöyle der: “Çok az bir zaman kaldınız. Keşke bunu (daha önce) bilmiş olsaydınız.” )

Kâfirlerin dünya hayatının mahsulü o kadar azdır ki, 60 yıllık ömrü elendiğinde 1 günlük hayatta insanın elde edeceği manevi değerleri elde edercesine ömrü boş geçmiştir. Bu manada bir müminin bir günkü 5 vakit namazı, bir kâfirin 60 yıllık ömrünün mahsulüne denktir. Kadir Gecesi gibi özel gecelerde bir müminin geceyi ihya ederek elde ettiği 1.000 aydan yani 30.000 günden fazla sürede elde edilen ibadet, bir kâfirin 60 yılının 30.000 katı bir ömürde yapabileceği bir ebediyet mahsulüdür. Yani bir kâfir 1.800.000 yıl yaşasaydı bir müminin Kadir Gecesi ile elde edeceği feyzi ve fazileti elde edebilirdi. Bu noktadan bakılınca sırf ibadet cephesiyle müminin hayatı, ömür boyu süren birikimiyle kişiye Cenneti kazandıracak şekilde dolu doludur. Fakat ârif-zâkir-âşık-âlim-şâik-hâkim gibi yüksek boyutlara çıkan bir mümin, iki cihanı dolduracak nurlar ve feyizleri elde eder. Onun bir ânı, kâfirin binler senesine bedel olur. Kâfirin binler yıllık hayatı, bir ârifin elde ettiği irfanı ona mahsul veremez. O mârifeti ve ilmi ile ârif ve âlim olan zâtlar Allah ile aralarında kapanmaz bir pencere açarlar. O pencereden bekayı soluklarlar. Kâfirin dünyasında beka da yoktur, lika da yoktur, rıza da yoktur, rü’yet de yoktur, saadet de yoktur. ]

Meşhur evvelki sözün sahih bir ma’nası budur ki: Fâni mevcûdâtın visali mâdem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir saniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rü’ya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir saniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise: Saniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünkü: Firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir saniye de olsa, seneler kadar tahribat yapar. Çünkü; hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mâzi ve müstakbel, firakla doludur.

[ Mâzi, ayrılıklar mezarlığı olduğu gibi, müstakbel de ayrılacakları kesin olan visallerin kesin bir kabristanıdır. Ayrılıksız kavuşmak, ehl-i dünya ve maddi muhabbetler için mümkün değildir. Fakat Allah sevgisi öyle bir sevgidir ki, insan kalbi o sevgi ile dolmaya başladığında, ayrılığın imkânsızlığını hisseder. “ Kişi sevdiğiyle beraberdir ” hadisi bu sırrı açar. Sen, sevdiğin sürece, o sevgi seni Baki Sevgili ile bağlar. Sen bağını koparmadığın sürece o bağ devam eder. Bir aynanın yüzü güneşe dönük olduğu sürece, onda güneş tecellisi mutlaka bulunması gibi… Ayna ne zaman sırtını güneşe dönerse o tecelliyi o zaman kaybeder. Bu manada Ezel-Ebed Güneşi olan Allah’a yüzünü ve özünü dönen bir kalb ve ruh, Ona odaklı kaldığı ve Onun teveccühünü istediği sürece Allah o kalb ve ruhu feyiz ve nuruyla neşelendirir. Onlara yakınlığını hissettirir. Kişi eğer sırtını Allah’a dönerse bu durumda, o kişi “sevilenler” sınıfından “merhamet edilenler” sınıfına düşer. Fakat Allah ile bağı kopmaz, sadece sınıf değiştirir. Bütün müminler bu iki sınıftan birine dâhildir. Bu açıdan Allah’a imanda ayrılık imkânsızdır. Sadece vuslatın şiddeti miktarı azalır ve artar. Merhamet dairesinde olan biri, kalbini tam Allah’a çevirirse, Allahın sevdikleri dairesine doğru ilerler. Eğer ruhunu tam çevirirse, Allah onu özel kulları dairesine alır. Onun yüzünü başka tarafa çevirmesine izin vermez. ]

(Devam edecek…)

Hakk Yolunun Zorlukları, Bâtıl Yolun Kolaylıkları (Lem’alar,13. Lem’a, 9. İşaret’in Şerhi)

Soru: Lem’alar kitabından 13. Lem’anın 9. İşaretini açıklayabilir misiniz?

Cevap: Üstad Bediüzzaman bu İşaret’te şöyle diyor:

Sual: Hizbullah (Allah’ın taraftarları) olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, o kadar inâyet ve rahmet-i İlâhiye ve imdad-ı Sübhâniyeye mazhar oldukları halde, neden çok defa, hizbü’ş-şeytan (şeytanın taraftarları) olan ehl-i dalâlete mağlûp olmuşlar? Hem, Hâtemü’l-Enbiyânın güneş gibi parlak nübüvvet ve risaleti ve iksir-i âzam gibi tesirli i’câz-ı Kur’ânî vasıtasıyla irşadı ve cazibe-i umumiye-i kâinattan daha cazibedar hakaik-i Kur’âniyenin komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının dalâlette ısrarları ve hidayete girmemeleri niçindir ve hikmeti nedir?

[ Bu soru, bütün zamanları içine alan bir soru. Şu an Kur’ana ve İslam’a sırtını dönenleri de içine alan bir meseledir. ]

Elcevap: Bu iki şık müthiş sualin halli için, derince bir esas beyan etmek lâzım gelir. Şöyle ki:

Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin hem cemâlî, hem celâlî iki kısım esmâsı bulunduğundan ve o cemâlî ve celâlî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatta ezdâdı birbirine mezc edip, birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi (müdafaa edici) bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze (birebir çarpışma) suretine getirip, ondan, zıtları birbirinin hududuna geçirip ihtilâfat ve tagayyürat meydana getirmekle, kâinatı kanun-u tagayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin (yaratılış ağacının) câmi bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip, bütün terakkiyât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana (şeytanın taraftarlarına) bazı cihazat vermiş.

İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalâlete karşı mağlûp oluyor. Ve gayet zaaf ve aczde olan dalâlet ehli, mânen gayet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar.

[ Yaratıcılık, kudret-ilim-irade sıfatlarını zaruri olarak gerektiriyor. İlim, her şeyi bir plan, program şeklinde takdir eder. Bütün hususiyetlerini tayin eder. Bu şekilde yaratılışın manevi temeli atılır. İrade, o şeyi diğer benzerlerinden ayıracak hususiyetlerle donatır; onu onun açısından uygun zaman ve zeminde varlık âlemine getirme teşebbüsünde bulunur. Kudret ise, iradenin varlık ve hayatını istediği şeyi icad eder, ona sabit bir vücud verir. Bu açıdan şu an gözle gördüğümüz her şey bütün özellikleri ile bu 3 sıfata dayanırlar. Sonrasında cemalî ve celalî isimler hükümlerini icra ederek o şeyi çeşitli özelliklerle donatırlar. Cemal, servet verip izzet sahibi kılmak ister. Celal ise izzetle şımaranları zelil etmek ister. Bu şekilde Muizz ve Müzill simleri tecelli eder. Cemal, ilim vererek hidayet vermek ister. Celal ise, ilmi kendi aklının ürünü görenleri hakikat yolundan saptırmak ister. Hâdi ve Mudıll isimleri bu şekilde tecelli eder. Hz. Âdem’in sahip olduğu ilme rağmen yaptığı hata sonrasında sergilediği tövbe, istiğfar ve kendini eleştirme tavrı gösterir ki O kendindeki ilmi, kendinin değil Allah’ın ikramı olarak görüyordu. Bu şekilde o, hidayet üzere yoluna devam etti. Fakat İblis, secde hadisesinden kaçınmakla Hakka muhalefet etti. Hata kendinden kaynaklanmasına rağmen Allah’ı suçladı. “ Sen beni azgınlaştırdın, ben böyle değildim. İzzetin üzerine yemin ederim ki kullarını yolundan saptıracağım ”[1] diye yemin etti. Bütün ilmi, şer hesabına çalışmaya başladı. Bunun sebebi Onun ilmi kendinden bilmesiydi. Melekler “ Senin bize öğrettiğin ilimden başka bizde ilim yok ”[2] deyip secde ederlerken, O secde etmedi. Demek ki o kendindeki ilmi, kendinin biliyordu. Bu cihetten Mudıll ismine mazhar oldu. Bütün Esma-yı Hüsna kendi hükümlerini yaratılış sisteminde ifade ediyorlar. Bu şekilde yaratılış sistemi mükemmel oluyor. İnsanlık dünyasında ise, kâinattaki bütün celâlî ve cemâlî isimler hükümlerini icra ediyorlar. Şuurlu bir surette… Bu açıdan ehl-i iman ile ehl-i küfür, ehl-i islam ile ehl-i ilhad, ehl-i ihlas ile ehl-i nifak şeklinde muazzam bir ayrışma insanlık dünyasında başından beri görüldü. Hâbil-Kabil mücadelesinden tut, Hz. İbrahim-Nemrud mücadelesine, Hz. Musa-Firavun mücadelesinden, Peygamberimiz ile Ebu Cehil mücadelesine, tâ Âhir Zaman’da Hz. İsa-Deccal, Hz. Mehdi-Süfyan mücadelesine kadar muazzam bir mücadele insanlık dünyasının kaderidir. Bu şekilde Cenab-ı Hakk kemalini izhar ediyor. Mücadele şiddetlendikçe, kemâlâtın izhar çapı da büyüyor. Mücadele şiddetlenmesi için Cenab-ı Hakk her iki tarafa çeşitli cihazat veriyor. Ta ki kalite kanunu tam tecelli etsin. Sıradan insanların bir kısmı ehl-i iman, daha az bir kısmı ehl-i islam ve çok çok az kısmı ise ehl-i ihlas ve ihsan olsun. Tam tersi yönde de insanlığın çoğu ehl-i küfür, daha bir kısmı ehl-i ilhad, çok az bir kısmı da ehl-i nifak olsun.

Celâli ve Cemali isimler dış dünyada mücadeleyi bu şekilde şiddetlendirdiği gibi iç dünyamızda da tecelli etti. Kalb-Nefis, Ruh-Şahsiyet, Sır-Enaniyet mücadelesi ile insan kemale erer. Nefsini arındırırsa, kudsiyete ve selamete; şahsiyetini arındırırsa ferdiyete ve emniyete; enaniyetini arındırırsa hüviyete ve şuura erişir. Eğer bu mücadeleyi yapmazsa nefis-şahsiyet ve enaniyetinin kulu ve esiri olur. Fıtratını bozar. İstidadlarını zayi eder. Kalb ve nefis, şahsiyet ve ruh, enaniyet ve sır savaşında her iki cephenin de silahları olacak şekilde Allah onlara donanım vermiştir. Aşağı kısımlarda Üstad bu noktalara değinecek. 5 ve 6. İşaretlerde işaret edildiği üzere, insandaki kuvve-i şeheviye ve gadabiye nefis ve benliğin güdümü altında ve şeytanın telkinlerine açık bir durumdadırlar. Hücumat-ı Sitte’de bulunan 6 Husus hakka hizmet edenlerin avlandıkları noktaları ifade ediyor.

İnsan bu zıtlıklarla mücadele ettikçe hem kendi fıtratını tanıyor, hem Allah’ın hikmetini öğreniyor, hem kendisinin zayıf ve güçlü yönlerini keşfedip kendini geliştiriyor. Bu manada destek alması gereken yerleri gördüğü gibi nasıl gelişebileceğine dair yolları da öğreniyor. Bir kişinin hayatında ne kadar zıtlıklar iç içe ise, ne kadar mücadele ve mücahede fazla ise, ne kadar düşmanları var ve büyük ise, o o nispette gelişir. Mücadeleleri kişiyi gelişmeye zorlar. Bu manada bir kişinin büyüklüğünü düşmanlarının büyüklüğü gösterir diye maneviyatta ve evliyalar arasında temel bir kural bulunuyor.

Kanun-u tagayyür, bir şeyin bam başka bir varlığa dönüşmesi ve dönüşüme zorlanması veyahut başka bir fonksiyon sergileyecek seviyeye yükselmesi demektir. Mesela “Kureyş’in Şeytanı” denilen ve ömrü yıkım üzere geçen Umeyr bin Vehb’in Müslüman olup “ Kureyş’in Ruhbanı ”[3] olacak duruma gelmesi, ömrünün sonuna kadar insanları hayra ve hakka yönlendirmesi onda tagayyürü gösterir. Yakıcı lavların taşlaşması ve kayalar haline gelmesi, akabinde ufalanarak taş ve toprak şekline dönüşmesi, toprağın bitkilerin bedeninde meyveye, meyvelerin hayvanın bedeninde ete dönüşmesi de diğer tarzda tagayyüre bir delildir. Yakıcı ateş mahiyeti bitti, yapıcı insan bedeni haline geldi diyebiliyoruz.

Kanun-u tahavvül, bir halden başka hale dönüşme demektir. Mesela suyun katı-sıvı-gaz halleri arasında sürekli değişmesi ve gezmesi bir tahavvüldür. İnsanın hastalık-sıhhat, zarar-fayda, gençlik-yaşlılık, dinçlik-yorgunluk halleri arasında geçen ömrü de bir tahavvüldür.

Tagayyür, tahavvüle göre çok daha köklü bir değişimdir. Bir insanın geliştiğinin en büyük göstergesi hayatındaki tagayyürdür. Bu tarz kişiler geçmişleri ile şu anki halleri arasında dağlar kadar fark görürler. Bu farklılık gidişatın çok iyi derecede olduğunu ve değişimin köklü olduğunu haber verir. Tagayyür, kulluk alametidir. Vâcibü’l-Vücud olan Allah için tagayyür, mümkün değildir. Kul için, mümkün ve kemâli için vâcibdir. Bu günün eşkıyası, yarının asfiyası; bu günün evliyası, yarının eşkıyası olabiliyor. Bu tehlikeli ve fırsat dolu haliyle dünya çok mükemmel bir sistemdir. Mayınlı bir arazi gibi de hassasiyet ister. “ Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork! ”[4] uyarısı boşuna değildir. Büyük hatalar, ufak yanlışlarla başlar. Bunu ehl-i küfür keşfettikleri için, din hizmetkarlarını bu şekilde de avlıyorlar.

Düstur-u terakki, kalkınma, maddi-manevi yükselmenin anayasası demektir. Düstur ile kanun arasındaki fark budur. Maddi-manevi kalkınma için Cenab-ı Hakk, Hakîm, Âdil, Hakem ve Adl isimleriyle böyle mücadele ve mücahedeye dayalı bir sistem kurmuş. Her bir ruhu asker fıtratında ve mücahid donanımıyla, 1001 isme mazhar olacak şekilde Ehadiyetine ayna olarak yaratmış. Bu açıdan dünya, her bir ruh için bulunmaz bir mücahede meydanıdır.

Düstur-u tekâmül, dış dünya ile etkileşerek kemale erme, kemal yolunda zorlanarak gelişme anayasası demektir. Kemalin ileri tabakalarında yol alabilmek için çok köklü değişimler gerekir. Eski alışkanlıklar, gelenekler, görenekler, kültürel bilgiler ve saire ne varsa tamamından sıyrılmak şartıyla o seviyelere kişi erişebilir.

Bu değişim ve gelişim yolculuğunda her iki tarafa Cenab-ı Hakk çeşitli özellikler vermiş. Mücadele güçlensin diye… Soru kısmındaki çok cazibedar şartlara rağmen Medine münafıklarının tavrının sebebine Üstad giriyor: ]

Bu acip mukavemetin sırr-ı hikmeti şudur ki:

Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehîldir ve âsândır, az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe (korkutma) noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin (güçlerin) tatmini, telezzüzü, hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne (sonrayı düşünür yapıda) olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.

[ Ehl-i küfrün başarısının, Hakka muhalefette ısrarının sırları bunlar. Tembeller için uygun bir zemin. Nefsani ve hayvani arzuların sınırsızca tatmini noktasında da serbestlik olan bir duruma sahipler. Hem dehşet vererek halkın üzerinde korku cihetinden bir hakimiyet kurmasıyla bir otorite imajı vermesiyle şöhret budalaları için güzel bir ortam. Hem emek ve zahmet istemeyen yıkıma dayalı işlere dayanıyor. Mesela bir hıyanetle çok kötülüklere sebep olabiliyorlar. Uhud Savaşı’nda olduğu gibi… Bir iftira ile —İfk Hadisesinde olduğu gibi— Medine’de yer yerinden oynamasına yol açabiliyorlar. Saldırganlıkları var. Bu cihetle, savaşta dahi olsa tecavüz ile hukukları çiğnemenin yasak olduğu bir dine galip görünüyorlar. Onlar bizim çocuklarımızı savaşta öldürse, hanımlarımızı katletseler biz onların çocuk ve hanımlarına bunu yapamayız. Bu ise mağlubiyete yol açar. Hem bir şey yapmamakla yıkıyorlar, vazifelerini terk etmekle yol alıyorlar. Kırım Tatarlarının II. Viyana Kuşatması’nda Polonyalıların saldırısını önlemekle mükellef iken, yoldan çekilerek Osmanlı Ordusu’nu iki ateş arasında bırakması gibi… Hem tahrip var. Bir binayı 2 dinamitle 5 dakikada yıkar. Yapıcılık temelli olan din, yıllarca uğraşır ki kaliteli bir adam yetiştirsin. Ehl-i küfür, 2 kurşunla yılların emeğini zayi eder. Türkiye’deki kaliteli ilim ve siyaset adamlarına yapılan fâil-i meçhuller gibi… Bunların hep ehl-i küfür ve nifakın işleri olduğu bu izahtan anlaşılıyor.

Hakka muhaliflerin ellerindeki bu zahmetsiz, kolay, çok etkili, nefsaniyette sınırsız özgürlük taşıyan yola mukabil ehl-i hakkın durumu ise şöyle: ]

Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i Rabbü’l-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme (önemli esaslar) bulunduğundandır ki, Medine-i Münevverede bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya (itici bir güce) kapılıp dalâlette kalmışlar.

[ Kısaca, dindarlık zor meslek… Vücûdî olmanı ister. Yani yapmamaya değil, hep yapmaya dayanır. Namaz kılmak, helal kazanmak, zekatını vermek gibi… Hem sübûtî olmanı ister. Yani bir yapıp bir yapmama yok. Her gün 5 vakit namaz; yaz-kış, sıcak-soğuk, hasta-sağlıklı fark etmez. Her yıl 1 ay oruç gibi yaptığı şeylerde de sabitlik… Esneklik yok. Çünkü bir kişilik ve varlık inşa ediliyor. Hem ta’mir ehli olmanı ister. Yani yıkıcı değil, yıkılanı yapıcı ve düzeltici. Her şeye ömür verici… Şerre zorlasalar da, damarına bassalar da alttan almanı, sulh üzere bir hayatı senden ister. Yoksa bir anlık öfke, 10 yıl hapis doğurduğu malum bir mesele. Hem hareket ister. Yani dinde durgunluk, tembellik, takılıp kalma, bir şeye bağlanma ve esiri olma yoktur. Her gün kılınan namaz hareketliliği sağladığı gibi, dinin bütün “Yap!” emirleri de bir hareket ve faaliyettir. Çünkü dünya, temelinde hareket ve faaliyet üzere kurulmuş. Akan sular, berrak iken; durgun su, kokuşur ve toprağı da bataklığa çevirir. Çevresine de zarardır. İnsan ve duyguları da bir akarsu gibidir. 5 vakit namazı akarsuya benzeten hadisi hatırlayabilirz! Hem hududda istikamet ister. Yani ifrat-tefritten uzak durmayı, daima istikamet üzere hareket halinde bulunmayı, kontrolsüz bir güç ve freni patlamış kamyon gibi olmamayı ister. “ Ne zulmediniz, ne zulme uğrayınız ”[5] emriyle istikamet dışına çıkmamayı emrettiği gibi, istikamet dışına iten veya çekenlere uymamayı da emreder. Hem âkıbeti düşünmek bir esasıdır. Yani anlık öfkenin seline kapılarak kalp ve kalıpları kırmak onda yoktur. Hem bir anlık şehvet ateşine atılarak dünya ve Ahiretini yakmak yoktur. Anlık nebatî ve hayvanî kuvvetlerin zevk ve lezzetlerinin cazibesine kapılmak yoktur. Akıl ve kalb ve ruhun önceyi ve sonrayı gören nazarları ve taleplerine göre hareket esastır. Hem ubudiyet ister. Yani ömür boyu, Allah’ın emir ve yasaklarına tabi bir hayatı öngörür ve talep eder. Canın sıkkın da olsa, farzları senden bekler. Harama arzun da olsa, imtihan da edilsen yasaklar koyar. Hem nefs-i emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak ister. Yani canının istediği gibi hareket etmeye izin vermez. Bu manada dinde mutlak hürriyet yoktur. Haramlarla, nefsin arzularına sınır çizer. Tatil mantığıyla her şeyi bırakmak da yoktur. 5 vakit ezanlarla insanı talime çağırır.

Bütün bu esaslar tembel enaniyete ağır gelmesi, hem istediği yere koşturmak isteyen nefs-i emmareyi öfkelendirmesi, küfür ve nifak yolunun zahmetsiz görüntüsü, her türlü zevk ve lezzete müsaadekar zemini münafıkların Hakka tabi olmasını engelledi. Yarasa kuşu gibi, Hak ve Hakikatin ışığından rahatsız oldular. Kaybettiler. ]

Eğer denilirse: Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselâm madem Habib-i Rabbü’l-Âlemîndir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattir. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melâikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla, o bir avuç topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu’cizat sahibi olan bir kumandan-ı Rabbânî, nasıl oluyor da Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidâyetinde mağlûp oluyor?

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere muktedâ ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemâlin kavânin-i meşietine itaate alışsınlar ve desâtir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.

[ Peygamberler öyle bir hayat yaşamalılar ki, Kıyamete kadar bütün ümmetinin yaşayacağı ana sıkıntıları ve güzellikleri onlar da yaşamalı ki vahyin rehberliğinde ideal davranışı o durumlarda gösterip ümmetlerine örnek olsunlar. Bedir Savaşı ve galibiyet sevinci, sebepler dünyasının bir hali olduğu gibi; Uhud Savaşı’nın sonundaki mağlubiyet de sebepler dünyasının diğer halidir. Sosyal hayatta da gece ve gündüz gibi durumlar olağan hadiselerdir. İlkinde zafer, ganimet kârını netice verdi. İkincide mağlubiyet ise şehitler kârını verdi. Birçok dersi de Müslümanlara fiilen gösterdi. Emre itaatsizlik, ganimet ve mal hırsı, nasıl kaybettiriyor, nasıl ümmete zarar veriyor fiilen gözüktü. Huneyn savaşı ise, sayı çokluğuna güvenmenin, kuru kalabalığa aldanmanın nasıl kaybettirdiğini göstermesi açısından mühim bir derstir. Dikkat edilirse Uhud Savaşı’nda başta galibiyet varken, emre itaatsizliğe yol açan hırs ve tama’ savaşın gidişatını tam tersine çevirdi. Huneyn’de ise, sayı çokluğuna güvenme başta savaşı kaybettirirken, az ama kaliteli sahabelerin toparlanmasıyla savaş yine kazanıldı. Bu da diğer bir dersi verdi. Müslüman orduları, sayı çokluğuna aldanırlarsa kaybederler. Mühim olan sayı çokluğu değil, askerlik sisteminin ve savaş hakikatinin gereği olan kaliteli, gönüllü, dayanışma içinde ve cesur askerlerden oluşan ordular hazırlayarak savaşa çıkmaktır.

Hendek Savaşı gösterir ki, ümmet savaş teknolojisinde bulundukları muhitin teknik seviyesinden ileri bir seviye elde ederlerse toplu halde saldırılsa dahi galip gelip başarılı bir müdafaa yapılabilir. Bu ders yerine getirilmediği için sahabeler Köprü Savaşı’nda içinde filler bulunan İran ordusuna mağlup oldular. Çünkü fillere karşı savaşma tekniğini bilmiyorlardı. Sonraki savaşlarda taktiği öğrendikleri zaman filli Sasani ordularını kendi atlı askerleriyle perişan ettiler. Fatih Sultan Mehmed, İstanbulun taştan, kalın surlarını delecek toplar döktürerek İstanbul’u fethetti. Memluk Devletinin atlı ordusuna karşı, topla savaşan Osmanlı ordusuyla Yavuz Sultan Selim galip gelip Mısır’ı ele geçirdi. Osmanlı teknikte geri kalınca teknikte ilerleyen Batı Dünyası’nın askerleri karşısında tutunamadı. Onlar tüfekle saldırırken Osmanlı askerleri kılıç ve süngü ile savaşıyorlardı. Hendek Savaşı’ndaki sünnete tabi olunsaydı, savaşlar kaybedilmez, düşmandan daha ileri bir hale geçilirdi.

Peygamberler, sebepler dünyasını teşkil eden Sünnetullah kanunlarını keşfedip o kanunlara hareketlerini uyduran bir din ve sosyal hayat getiriyor. Bu açıdan sünnetullaha tabi olarak hareket etmek dinin zorunlu bir sonucudur. Asıl iş, kâinatla barışık insanlar, bu insanlardan oluşan bir toplum ve dünya düzeni kurmaktır. Bu noktada Peygamberler her sahaya ait İlahi kanunları, hikmetleri ders veren üstadlardır. O kanunlara ayak uydurarak yaşayan ve yaşamayı öğreten mürşidlerdir. Çünkü asıl mesele budur. Harikulade işler, insanları imana eriştirmek, imanlı insanların imanına kuvvet verdirmek için istisnai durumlardır. Kainattaki kanunlarla kendini barıştıran ve onlarla uygun harekete kendini alıştıran bir Müslümanın arkasında kâinat ordusu ve imkanları olur. Allah’ın yardımı ve desteği onunladır.

Ayrıca maddi mucizeler, anlık olduğu için sadece sahabelere hitap edebilecek şeylerdi. Manevi mucize olan Kur’an ise bakidir. Asıl iş manevi mucize olan Kur’anın doğru anlaşılması, Kur’anın doğru şekilde yaşanılması ile bütün zamanlardaki insanlara örnek olabilecek bir hayatı sergilemektir. Bunun tahakkuku için de peygamberlerin ve daha özelde peygamberimizin vahiylerde anlatılan bütün hakikatleri yaşamaları gerekir. Acı ve tatlı, hoş ve nahoş… İşte bu noktada Peygamberler her işinde harikulade durumlar sergilese ümmetlerine örnek olamazlardı. Ya da örnekliği kendi asrıyla sınırlı kalırdı. Bu açıdan: ]

İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek için, ara sıra, indelhâce, münkirlerin inkârını kırmak için mucizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasıl ki herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyeye itaat etmiştir; öyle de, hikmet-i Rabbâniye ile ve meşiet-i Sübhâniye ile tesis edilen âdetullah kavâninine herkesten ziyade mürâat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “Sipere giriniz” emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ, tamamıyla hikmet-i İlâhiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübrâya mürâat ve itaati göstersin.

[ Model kişilik böyle olunur. Uhud Savaşı’nda yanağına zırhının halkası batmış ve dişi kırılmıştır. Sosyal ve kişisel hayata dair sahabelere tavsiyeleri, hep sünnetullah kanunlarının sırlarını açan tavsiyelerdir. ]

[1] Sa’d suresi, 82-83.

[2] Bakara suresi, 34.

[3] DİA, Umeyr bin Vehb maddesi.

[4] Lem’alar, 17. Lem’a, 14. Nota, 3. Remiz.

[5] Bakara suresi, 279.