Kategori arşivi: Soru – Cevap

Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-4 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)

İkinci Nokta: MUHABBETULLAH, ittibâ-i Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı istilzam eder. Çünkü: ALLAH’ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise, en mükemmel bir sûrette Zât-ı Muhammediyede (A.S.M.) tezahür ediyor.

[ Burada ana kural, “Sevenin kişisel iradesi olmaz. Seven sevdiğinde ve iradesinde fânidir. Sevilenin iradesi ise, sevdiği ve memnun olduğu şeylerde belli olur. Bu açıdan sevenin hayat gayesi, sevdiğinin razı olduğu ve sevdiği şeyleri yapmaktır. Bu şekilde sevdiğinin rızasını ve sevgisini kazanmaya çalışır. ” Fani insan ilişkilerinde dahi durum bu minvalde ilerliyor. Hakikat noktasında da Allah ile insan ilişkisi Vedûd ismi çerçevesinde böyledir.

Vedûd ismi ile Habîb isminin farkını belirtmek gerekir. Habîb, seven demektir. Bu sevgide sevdiğini tanımak şart değildir. Muhabbete, bu manada “ kör sevgi ” de diyebiliriz. Fakat Vedûd isminin temeli olan meveddet, marifete dayalı bir sevmedir. Bu açıdan Vedûd ismi, sevgide kemal seviyeyi gösterir. Bu manada meveddet, ittiba-ı Sünnet kavramına da bire bir uyan bir sevgi çeşididir.

Allah Resulünü ve yakınlarını sevme bahsinde Kur’an, meveddet tabirini kullanıyor.[1] Onları tanıyın ki sevesiniz. Böyle sevin ki sizi kimse yolunuzdan alıkoyamasın, demek istiyor. Kör sevgi bir kırılırsa kişi Allah düşmanı olur. Fakat meveddet denilen çelik halatı koparabilecek kuvvet dünyada yoktur. ]

Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) harekât ve ef’alde benzemek, iki cihetledir.

Birisi: Cenâb-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dâiresinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünkü: Bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediye’dir (A.S.M.).

[ Seven, sevdiğinin rızasını arar. Eğer sevdiğinin razı olduğu işleri ve şeyleri bilirse onları yaparak sevdiğinin katında değer ve kabul görmeye çalışır. Bu manada Cenab-ı Hakk, Kur’anda razı olduğu fiilleri ve gazaplandığı fiilleri bildirmiş. Mesela “ Ve ehallalâhu’l-bey’a ve harrame’r-riba [2] ( Allah alışverişi ve ticareti helal, faizi ise haram kıldı ) âyeti ticaretten Allah’ın razı olduğunu, faize ise gazaplandığını bildirir. Helal kazanç için ticaret yapan bir aile reisi, Allah rızası üzeredir; faizle geçinmeye çalışan bir kişi ise Allah’ın gazabını kendi üzerine çeker. Kur’andaki her bir emir, o sahadaki rızayı ve o saha ile ilgili Esma-yı Hüsna’ya mazhariyet boyutunu bildirir. Nehiyler ise o sahadaki gazaba ve azaba uğratacak durumları haber verir. Rıza üzere harekete emir-nehiy boyutu ile alışan bir kişi için model şahsiyet ve imam Hz. Peygamber’dir (ASM). Çünkü Onun her bir fiili, ya doğrudan emre dayanır veya gizli emir mahiyetindeki İlahi tavsiyelere dayanır. Fakat rıza, kesindir. Sünneti rehber kabul edip de Allah’ın rızasına mazhar olmamış tek bir kişi yoktur. ]

İkincisi: Mâdem Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz İhsanat-ı İlâhîyyenin en mühim bir vesîlesidir. Elbette Cenâb-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabil ise, fıtraten benzemek ister. İşte HABİBULLAH’ı sevenlerin, sünnet-i Seniyyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat’iyyen iktiza eder.

[ İlk yönde, Hz. Peygamber’in (ASM) getirdiği vahyin, hayata nasıl aktarılacağı ve anlaşılacağı hususunda rehberliğini gördük. Burada ise, Hz. Peygamber’in (ASM) gerek vahiy alma, gerek İlahi lütuf ve ikramlara mazhar olma ve gerekse vesile olması yönüyle Onun sevilmesi, Onu sevmenin gereği olarak Onun rızasını kazandıracak şekilde sünnete tabi olunması söz konusu… Madem Allah’ı seviyorsun, elbette Onun rızasını gösteren işleri yaparsın, diye ilk bölümde anlattı. Bu manada ilk kısım “ Allah’a ve Onun mutlak kemaline imanın göstergesi ” dir. Burada ise durum Allah resulünün risaletine, Onun Allah’ın kemaline ayna olması ve bu cihetle sevilmesi söz konusu… Yani “peygamberlere iman” bahsi… Madem Allah resulünü, Allah’ı tanıttırdığı, Onun kelamını getirdiği, Onun kelamına göre yaşadığı, yaşayan bir Kur’an olduğu için seviyorsun, o halde seven sevdiğine benzemek, onun gibi olmak ister kaidesince elbette Onun gibi olmak, yaşamak isteyeceksin. Madem isteyeceksin, Onun gibi yaşamalı, Onu kendine model şahsiyet kabul etmelisin, diye Üstad zincirleme bir mantık kuruyor. Allah’ı sevmek, Onun kelamına, cemal ve kemaline ayna haline gelmeyi gerektirir. Resulullah’ı sevmek de aynı şekilde Ona ayna olacak şekilde bir terakkiyi gerektirir. Çünkü Allah, Resulünü seviyor. Resulüne benzeyenleri, Resulünü hayat aynasında yansıtanları seviyor. Neden? Çünkü Mutlak Cemal ve Mutlak Kemal Ona has olduğu, Resulü ise külli şekilde bunlara ayna olduğu için, kendi cüz’î hayatında cemal ve kemale ayna olma sırlarını bir mümin Resulullah’tan (ASM) öğrenebildiğinden, Onun davranışlarıyla ve yaşantısıyla bu aynalık elde edildiğinden elbette bir müminin, Resulullah’a (ASM) ayna haline gelmeye ihtiyacı vardır. O aynalık, neticede Allah’a aynalığa doğru bir yol da açmış oluyor.

Sevginin bir sırrı, sevdiği ile bütünleşme, ona mümkün olduğu kadar benzeme arzusunda görünür. Zaten bir birlerini sevenler zaman içinde bir birine benzemeye başlarlar. Evlenen kişilerin zaman içinde bir birlerine benzemeye başlaması buna delildir. Hatta kişinin beslediği köpek de ona benzemeye başlar. Buna “teşabüh kanunu” deniliyor. Bu kanun Allah resulüne sevgide de kendini gösterir. Allah’a karşı sevgide de… Onların ahlakıyla ahlaklanmak onlara benzemektir. Asıl benzeyiş de budur. Resulullah’a benzeyiş kişiye hadsiz ihsanat-ı İlahiyeye mazhariyet nasip eder.

Zât-ı Ahmediye ve Zât-ı Muhammediye tabirleri var. Zât-ı Ahmediye, Efendimiz’in Ahmed isimli şahsiyeti boyutunu ifade eder. Bu yön Onun ubudiyet ve velayet yönüdür. Onun ile Allah arasındaki özel yöndür. Ahmed, en ileri derecede hamd eden, Allah’a yönelen demektir. Zât-ı Muhammediye ise, Efendimiz’in Muhammed isimli şahsiyetini anlatır. Muhammed, övülmüş, övülen, övülecek bir hayatı yaşayan ve övülecek sıfatları taşıyan demek. Bu manada Allah’ın razı olduğu ve sevdiği bir hayatı yaşaması noktasıyla ilgili olduğu için Üstad ilk noktada Zât-ı Muhammediye tabirini kullandı. Zât-ı Muhammediye Onun risalet ve halka Hakkı gösterme, Hakkın muradını ve sevdiği şeyler hayatıyla yansıtma yönüdür. Bu manada Zât-ı Muhammediye, şehadet âlemine bakar. Zât-ı Ahmediye ise, gayb âleminde bakar. Peygamberler kendilerindeki ağırlıklı yönle Efendimiz’i Ahmed ve Muhammed ismiyle haber vermişler. Mesela Hz. İsa (AS), Peygamberimizi “Ahmed isminde” diye haber verir. Saff suresi 6. âyette bunu görüyoruz. Üstad’ın 4 Hatve’de tespit ettiği acz ve fakr düsturları, Zât-ı Ahmediye’nin temelleridir. Şefkat ve tefekkür ise, Zât-ı Muhammediye’nin temelleridir. Acz ve fakrına göre kudret ve rahmet hazineleri Efendimiz’e açıldığı, ebedî ihsanat Ona hediye edildiği için Üstad ikinci noktada Zât-ı Ahmediye tabirini kullanıyor.]

Üçüncü Nokta: Cenâb-ı Hakk’ın hadsiz merhameti olduğu gibi, hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnûatın mehâsini ile ve süslendirmesiyle kendini hadsiz bir sûrette sevdirdiği gibi; masnûatını, husûsan sevdirmesine sevmek ile mukabele eden zîşuur mahlukatı sever. Cennetin bütün letâif ve mehâsini ve lezâizi ve niamatı, bir cilve-i rahmeti olan bir Zâtın nazar-ı muhabbetini kendine celbe çalışmak, ne kadar mühim ve âli bir maksad olduğu bilbedahe anlaşılır. Mâdem nass-ı kelâmıyla; onun muhabbetine, yalnız ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.) ile mazhar olunur. Elbette ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.), en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriye olduğu tahakkuk eder.

[ İhsan, merhamete dayanır. Hadsiz merhamet, ebedî ihsanat ile kendini gösterir. Üstad ikinci noktada Cenab-ı Hakk’ın merhamet sıfatını ve Onun eseri olan ihsanatını anlattı. Nefsin, Allah’a yönelişi ve Resulullah’ı sevmesi noktasında önemli makamını, sünnet-i seniyyeye tabi olmakla kişinin ebedî ihsanata kavuşmaya hak kazanacağını bildirdi. Burada ise cemal ve kemal-i Zâtına karşı muhabbetini ele alıyor.

Cenab-ı Hakk’ın hadsiz ve mutlak muhabbeti var. Nasıl ki merhameti muhtaç kullarına ihsanat şeklinde kendini gösteriyor. Aynı şekilde muhabbet sıfatı da kendini gösterecek. İşte her şeyi bir sanat eseri olarak yaratması, yarattıklarını maddi ve manevi açıdan güzel kılmasına yol açmasıyla muhabbetini gösterdiği gibi, sanat eserlerini göz alıcı, görkemli, mükemmel bir hilkat ve fıtratta yaratması Onun muhabbetini gösteriyor. Yarattıklarını sonsuz güzellikte ince sanatlarla süslemesi, yaratıcılığının aslında bir sevdirme yönü olduğunu da ifade ediyor. Çünkü şuuruyla, dış dünyanın farkında olan, kalbinin hassas duyguları ile güzellikleri görecek, aklının ince terazileriyle her şeyin mükemmel hilkatini okuyacak şekilde melekler, cinler, ruhlar yaratması gösterir ki, akıl-kalb-nefis mekanizmaları bir fabrika gibi işleyecek. Güzellikler, göz penceresinden kalbe girecek, kalbin hassas duyguları o güzelliğe karşı muhabbet, aşk, ünsiyet, gibi duygularla akacak… Bu şekilde kâinatı güzel yaratarak Allah aslında hem kâinatı sevdirecek, hem daha ötede basiret sahiplerine ise kâinatın yaratıcısı olarak Kendini sevdirecek… Akıl midesine ise, yaratılıştaki hikmet ve kemal yansıyacak… Akıl da ince mizanlarla ve mikyaslara ölçe biçe onların kemalini görecek ve hayret duyguları içinde diliyle o kemale sözcü hale gelecek… Aklın hikmeti dilden dışa aktığında akıl, hikmete ve Hakîm ismine ayna haline gelir. Kalb, cemali sevgi ve aşk ile dile döküp diğer kalpleri samimi duyguları ile etkilediğinde kalb, Vedud ve Cemîl ismine ayna haline gelir. Nefsin şükrü ve minnetini ilk nokta ve daha öncesi anlatmıştı.

Bu manada Cenab-ı Hakk, insanlığı ve bütün şuur sahiplerini ihsan-cemal-kemalini gören ve gösteren, duyan ve duyuran, tadan ve tattıran bir ayna olarak yaratmış. Onların hayat aynalarında bunları görmek ve göstermek istiyor. Bu şekilde bir ebediyet dünyası kurmuş. Rahmetiyle yaratan, yaşatan; muhabbetiyle mes’ud eden ve ebedî saltanat vererek minnettar eden bir Rabb-i Mutlak olarak Kendi Kemal ve Cemalini, kullarının üzerinde temaşa etmek istiyor. Kullarının cemal ve kemali bilmeleri, iman etmeleri, ona ayna olmaları Onun kullarıyla iftiharına vesile olur. Bu manada kendisiyle en çok iftihar ettiği kulu, Zât-ı Ahmed-i Muhammed-i Mahmûd’dur (ASM).

Derin tefekkürü ile Cenab-ı Hakk’ın yaratıcılığındaki sevdirme boyutunu idrak edip Cenab-ı Hakk’a Onu tanıma ve sevme ile mukabele eden kullarını O daha çok sever. Çünkü bu kullar, Onun yaratma sırlarını keşfetmiş, kâinat diliyle yaptığı konuşmaları anlamışlardır. Bu cihetten Vedûd isminin tecellileriyle sevgisi onlarda merkezileşir. Onları cemal ve kemaline daha büyük çapta ayna haline getirir. Bu noktada Üstad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmanın önemine vurgu yapıyor: Cennetin bütün letâif (ruha işleyen özellikleri) ve mehâsini (zahiri güzellikleri) ve lezâizi (lezzetleri) ve niamatı (nimetleri), bir cilve-i rahmeti olan bir Zâtın… Onun tek bir muhabbet cilvesi, fâni dünyayı böyle güzel kılmış, diğer bir muhabbet cilvesi Ebedî Cenneti böyle güzel, süslü, leziz ve nimet dolu kılmışsa Onun muhabbetine, Cemal ve Kemaline mazhar olmak nasıl bir kazançtır akıllar tasavvur edemez.

Madem Kur’anın kesin hükmüyle, Allah’ın muhabbetini kendi üzerine çekmek ve ona mazhar olmak, Sünnet-i Seniyyeye ittiba ile oluyor. O halde bir müminin dünyasında sünnet-i seniyyenin önemi tahakkuk ettiği gibi, Ona mazhar olmak bir mümin için en büyük maksaddır.]

[1] Şura suresi, 23.

[2] Bakara suresi, 275.

Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-3 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)

Hatta insan-ı mü’minde hayatına ve bekasına ve vücûduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcûdâta karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedit alâkaları, o isti’dâd-ı muhabbet-i İlâhîyyenin tereşşuhatıdır. Hatta insanın mütenevvi hissiyat-ı şedîdesi, o isti’dâd-ı muhabbetin istihâleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır.

[ Bu kısım çok ciddi bir tespit… İnsanın sevdiği her şey, gerek kendinde gerek kâinatta Allah’a karşı verilmiş muhabbet istidadının sızıntılarıdır. Bu muhabbeti Üstad, 2 temel noktaya ayırır:

  1. Muhabbet-i Zât ve Muhabbet-i Zâtiyye: Bu muhabbet ile insan tek bir kişiyi sevebilir. Bu sevgiyi hemen her insan kendi kendisine sarf ediyor. Çünkü Allah’ın Vacibü’l-Vücud ve Kayyum-u Mutlak olduğunu idrak edemeyen bir kişi, kendisini kâinatın, varlığın ve her şeyin direği gibi görür. Bu sevgiyi kendisine yöneltir. Hodpesend (kendini beğenmiş), hodbin (kendine aşık ve kendinden gayrıyı görmeyen) ve hodperest (kendi kendine tapan) olur.
  2. Muhabbet-i Esma ve Sıfat: Bu muhabbet ile insan kâinatı ve içindeki her şeyi sever. Baharı, güzellikleri, eşini, ana-babasını, çocuklarını, akrabasını, malını, servetini, vatanını, devletini ve saire… Bunlar ise kâinattaki tecelli eden esma ve sıfat-ı İlahiyeye yönelik verilmiş bir muhabbettir. Tabir caizse Esmaü’l-Hüsna’nın Vahidiyet cephesi ve buna yönelik muhabbet kâinatta merkezleşiyor; Esmaü’l-Hüsna’nın Ehadiyet cephesi ve buna yönelik muhabbet kendimizde odaklanıyor.

Bu iki tarz muhabbetin aslî gayeleri idrak edildiğinde cemal ve kemal tecellilerini taşıyan bütün zaman ve mekanlar, “kâinat” olarak, muhabbet-i Esma ve Sıfat namına sevilir. Kendimizdeki cemal-i zât ve kemal-i zât tecellileri ise, “enfüs ve nefis” olarak, muhabbet-i zât olarak sevilir. Mutlak bir hamd ve şükür, nihayetsiz bir muhabbet ve aşk dergah-ı Samedaniyete kalbimizden yükselir.

Üstad burada insanın şiddetli hislerle yöneldiği ne varsa aslında o hislerin her birinin temelinde muhabbet-i İlahiyenin sızıntısı ve başkalaşım geçirmiş hali olduğunu vurgular. Hırs, hubb-u cah, tama, milliyetçilik, enâniyet, tembellik ve tenperverlik, korku ne varsa temeline inildiğinde bu şiddetli hisler bir çeşit sevgidir. Tembellik, rahatını sevmek demektir. Enaniyet, kendine âşıklıktır, bu yüzden enaniyet arttıkça kişi eleştirilmeye o nispette tepki verir. Havf, kendini koruma, hayatını muhafazadır. İnsan sevdiğini korumak ister. Tama’, açgözlülük, mal sevdası, zenginlik tutkusudur. Hubb-u cah, makam sevdası, şöhret iptilasıdır. Hırs, mükemmeliyetçiliktir, mükemmele âşıklıktır. Bu yüzden hırsı, mükemmelden başkası doyuramaz. Fakat hasta bir duygudur. Tüketicidir. Tedavi olursa, sonsuz bir iştiyaka dönüşür.

Kısacası, insan sevmek için yaratılmıştır. Farkında olsun olmasın her şeyi seviyor, ona ısınıyor, onun bekasını istiyor. ]

Ma’lûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zâtların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.

[ Alaka, kalpler arası bağ demektir. Bu bağ ana rahmine yapışıp ondan beslenen ceninin bağıyla aynıdır. Ona da “alak” deniliyor. Bu açıdan insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zâtların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. İnsanın ihtiyacı bu manada sadece kendisiyle sınırlı değildir. Sevdiklerinin ihtiyacı da onun bir ihtiyacı sayılır. Onların saadeti onun saadeti, onların bedbahtlığı onun da bedbahtlığıdır. İnsanın sevgisi, onu kendisinden taşırıyor. Sevdikleriyle onu bir bütünmüş algısına eriştiriyor. Bu boyutla inkişaf eden bir muhabbeti Samed-i Mutlak’tan başka hiçbir şey tatmin edemez. Bu fakr kısmı… Acz kısmını da Üstad işliyor. Ölüm tehlikesi veya kaza tehlikesinden bizi kurtaranı severiz. Minnet hissiyle ona bağlanırız. Ruhumuz ona hürmet eder. Aynı durum sevdiklerimizi kurtarana karşı da geçerlidir. Burası “irtibat” bahsi… İrtibat, ruhlar arası bağ ve bağlantı demektir. Ruhumuz, sevdiklerimizin ruhuyla bağlantı kurduğu, onlarla kendini birmiş gibi hissettiği için onlara gelen zararı kendine gelen bir zarar gibi görür. Kendindeki şefkatle onları korumak ister. Koruyamazsa onları koruyan ve kurtaranı iştiyakla sever. ]

İşte bu hâlet-i ruhiyeye binâen; insan, eğer her insana âid envâ-ı İhsanat-ı İlâhîyyeden yalnız bunu düşünse ki: Benim Hâlıkım beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum envâ-ı lezâiz ve mehâsininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zâhirî ve bâtınî hassaları, duyguları bana in’am ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbab ve ebnâ-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana âid oluyor. Zîra onların saadetleriyle mes’ud ve mütelezziz oluyorum.

[ Üstad burada yaratılmanın nasıl muazzam bir nimet olduğuna dikkatimizi çekiyor. Varlık ve hayat âlemi, nur âlemidir. Adem ise, ebedî karanlıklar âlemidir. Varlık âlemi, her şeyin varlığı üzerine kuruludur. Yokluk âlemi ise, her şeyin yokluğudur. Lezzet, izzet, şeref, haysiyet, nimet, ihsan, görmek, işitmek, bilmek, yaşamak, şuur, irade, güzellik ve kemal hepsi varlık çeşitleridir. Fakat elem, zillet, rezalet, haysiyetsizlik, nikmet, körlük, sağırlık, cehalet, ölüm, gaflet, iradesizlik, noksan ve kusur birer çeşit yokluktur. Cenab-ı Hakk, her biri bir varlık çeşidi ve sayısız isim ve sıfatlarının tecellisi olan varlık ve dirilik ve ilim ve şuur âlemine bizi getirip tattırdığı her bir lezzet ve zevk ile bize varlığın saf bir nur ve hayır olduğunu gösteriyor. Hepimiz var olmaya, diri olmaya, varlık ve dirilikte kalıcı olmaya âşığız. Hepimizin duyguları 1000 yıl belki ebedî ölmeyecekmiş gibi yaşamak istiyor. Varlık âlemi öncesi durumumuz yokluk karanlıklarıdır. Halen bizde o karanlıklar bulunuyor. Ebediyen de bulunacaklar. Fakat o yokluk karanlıkları Cenab-ı Nur-u Mutlak ve Nuru’l-Envâra yüzünü döndüğünde, Onun sayısız ve sonsuz nur tecellilerini alacak sonsuz derinlikte bir ayna halini alır. Sonsuz fakr, sonsuz serveti çeker; sonsuz acz, sonsuz kudreti alıcıdır. Sonsuz cehalet, sonsuz ilme insanı bağlar; sonsuz sıkıntı, sonsuz ferahı bize tattırır. Fakat kişi kendine odaklandığında bu karanlıklar etrafına yayılmaya başladığı gibi kendindeki karanlık hava tabakaları yoğunlaşıp sıvılaşır. Bir zift gibi yapışkan bir hale dönüşür. Bu tarz kişiler aynen İblis gibi yapışkan, cıvık, laçka bir hüviyet kazanırlar. Sonra bu yönleri sabitleşir, katılaşır. Kişi kömürleşir. Tam Cehenneme layık hale gelir. Öylesine kara, öylesine katı, acımasız ve çirkin…

Bu manada insanı içindeki ve dışındaki karanlık tabakalarından, ziftleşmekten, kömürleşmekten kurtaran, İlahi nurlar ile aydınlatıp sayısız nurlara kavuşturan, dış dünyanın nimet ve güzelliklerinin kendisine aktığı berrak bir havuz haline getiren iman, tevhid öyle büyük ve sonsuz bir nimettir ki insan bu ihsan karşısında secde eder.

Cenab-ı Hakk insanı bütün kâinattan istifade edecek, onları değerlendirecek, kendi iç dünyasına bilgi-iman-aşk-şevk-lezzet şeklinde baki surette kodlayacak şekilde insanı bir manevi harita olarak yaratmış. Harita, bir ayna gibi büyük âlemleri minyatür boyutlu olarak tepeden gösteren çizgi ve şekillere dayalı olarak gösteriyor. İnsanın bu haritalık yönüne “Hüccet” deniliyor. Dinin de bütün meselelerini bir harita gibi çizerek çok geniş çaplı kitaplar yazan İmam-ı Gazali’ye bu manada “Hüccetü’l-İslam” denilmiştir.

Cenab-ı Hakk, bizleri akıl ve şuur sahibi olarak, hem kendinin hem her şeyin farkında olarak, hem geçmişin hem gelecek zamanın da şuurunda ve etkisi altında olarak yaratmış; her bir âlemden istifade edecek sayısız âletlerle donatmış ve o âlemlerden istifade edilip şükredildiğinde ebedîsine kavuşturacağını vaad etmiştir. Göz, kâinatı görsel boyutta incelemek ve kitap gibi okumakla ve ibretle temaşa etmekle mükellef ve âbid… Kulak, kâinatı işitsel boyutta ele almakla, mahlukatın seslerindeki zikirleri duymakla mükellef ve sâcid… Kalb, kâinatta var olan sayısız güzellikleri sevmek ve aşkla seyretmekle mükellef ve tâlib… Akıl, kâinatı ince ince okumak, anlamak, anlatmakla mükellef ve râgıb… Dil, sayısız nimetleri tatmak, tartmak, tanımak, Yaratıcısını tanımaya vesile kılmak ve şükretmekle mükellef ve şâkir… Bu liste uzayıp gidiyor. Bu şekilde insan kâinatta var olan 1001 ismin tecellisini kendi üstüne çeken şükür, hamd, aşk, şevk, marifet ile kendinden dış dünyaya yansıtan bir minyatür âlemdir. İnsan-kâinat ilişkisinde, insanın varlık ve dirilik serüveninde sonsuz bir cömertlik ve Cevad isminin tecellisi görünüyor.

Allâhu Teala’nın, sonsuz cömertliğiyle tattırdığı ve karşılığında teşekkür ve minnet, aşk ve hayretle mukabele gördüğü bu nimet-i vücudu, Cevad ismi açısından bakılırsa geri alması imkansızdır. Çünkü cömertlik hakikati buna izin veremez. Nankörlere ikinci kez ikram yapılmak istenilmez. Teşekkür edene daha ötesi tattırılmak istenilir. “Şükrederseniz elbette artırırım[1] ayeti Cevad isminin sırrını ifade ediyor. ]

Mâdem  sırriyle: Herkeste ihsana karşı perestiş var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı; kâinat kadar bir kalbim olsa, o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de bi’l-istidad, bi’l-îman, bi’n-niyye, bi’l-kabul, bi’t-takdir, bi’l-iştiyak, bi’l-iltizam, bi’l-irade sûretinde ediyorum, diyecek ve hâkezâ…

[ Yukarıdaki Arapça ifade, bir hadistir. İnsan fıtratının bir kodunu açıyor. İnsan ihsanın kuludur; ihsanı ve ihsan edeni tapar derecede sever. Bu açıdan fıtratın bu kodunu dinsiz kesim dine hizmet edenlere saldırıda kullanıyorlar. Hücumat-ı Sitte’deki Tama’ kısmını buna dairdir. Bu riskten kurtulmanın yolu, istiğna düsturuyla kimseden karşılığını vermeden bir şey almamaktır. Ta ki yapacağı iman hizmeti tam bir hürriyet içinde olsun. Tam manasıyla hakikati göstersin. İhsan, perestiş doğurur. Çapına göre… İhsan külli olursa, perestiş de külli olur. İflas etmiş, evini, her şeyini kaybetmiş, 1001 alacaklı yakasına yapışmış bir kişinin karşısına biri çıksa ve ona “ Sizin köydeki tarlanın şu kenarında 3 küp altın saklı ” deyip haritayla yerini gösterse ve kazıp o küpleri bulsalar ve bütün borçlarını ödediği gibi eskisinden daha da rahat bir hale kavuşsa nasıl ferahlar, nasıl mutlu olur, o defineci adama nasıl dua eder, nasıl onu sever. Aynen öyle de Rabbü’l-Âlemîn, insanı hiçlik karanlıklarından alıp varlık ve hayat nurlarına sahip bu dünyada bir şehzade gibi nimetlere gark etmiş; şükredersen bunları kendi hakkında bakileştireceğim gibi ebedîsini ve daha ötesini de sana vereceğim dese ve bunu yapacağını dünyadaki belirtileriyle gösterse elbette bu ebedî hadsiz ihsanlara karşı ebedî bir muhabbet o kalpte ve nefiste bulunması gerektir. Nefis menfaatperesttir. Onun menfaatini ondan daha çok düşündüğünü ve istediğini gösteren Rabbinin ihsanlarını görüp tattıkça o da Allah’ı sevmeye başlar. Gözü menfaatten, menfaat verme fiiline yükselir. O fiilden de Nâfi-i Zü’l-Celali ve’l-İkrama intikal ederek. Onun kimlere ne menfaatler verdiğini verebildiğini müşahede ettikçe, Allah’a karşı iştiyakı artar. Bu şekilde insan tam bir kul olur. İhsanın ve mutlak ihsan sahibi olan Allah’ın kulu ve bendesi… ]

Cemâl ve kemâle karşı insanın göstereceği muhabbet ise, icmâlen işâret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin.

Kâfir ise, küfür cihetiyle hadsiz bir adavet eder. Hatta kâinata ve mevcûdâta karşı zâlimane ve tahkirkârane bir adâvet taşıyor.

[ Kâfirin adavetinin sebebi, dünyadaki güzelliklerin ya eline geçmemesi veya eline geçenlerin ise elinden çıkıp gitmesidir. Kontrol etmek istiyor, edemiyor. Buradan Allah’ın kontrolüne, ihsanına, cemal ve kemaline geçeceği yerde Allah’ı da kontrol etmek istiyor. Edemediği için Ona kızıyor, küsüyor, sırtını çeviriyor. “ Eğer varsa, neden istediklerimi vermiyor? ” diyor. Dünyanın Cennet olmasını istiyor. Fakat kendi istediği şekilde bir Cennet… Zahmetsiz, sıkıntısız, yorulmaksızın, bedava bir Cennet… Oysa kendisi şirketinde çalışan kişiye 3 kuruş zammı fazla görürken kendisi Allah’tan her şeyi bedava vermesini bekliyor. İşçisi dese ki “ Sen zenginsin. Ben çalışmasam da sen bana bedava maaş verebilecek kadar zenginsin. O yüzden ben evime gideyim. Sen her ay bana şu kadar maaş gönder ” adam küplere biner. “ Hak et, kazan ” der. İşte mevzu aynen böyledir! Kâfir, emek konusuna çok eğilmesine ve önem vermesine rağmen, Allah ile münasebetlerinde emek meselesinin söz konusu olmasını istemiyor. İmtihan hakikati ona ağır geliyor. Kendini o kadar büyük görüyor ki, kimsenin onu imtihan edemeyeceğini düşünüyor. Fakat hastalık, kaza, bela gibi şeyler ile yüz yüze geldiğinde Allah’tan geldiğini bildiği ve kişisel hayatına müdahale ettiği için Ona kızıyor. Fakat bu kızması zâlimce, nankörce… Sadece Allah’a kızmakla kalmıyor. Onun yarattığı her şeyi hakir görerek muamelede bulunuyor. Her şeyi sevebilecek kalbi, körü körüne bütün o sevgiyi kendi içine ve kendi kendine döndürüyor. O sevgi ile Rabbini razı edip sevgisini elde etmekle Rabbini kazanabilecekken, Onun peygamberini sevgisi ve sünnetine tabi olmakla kazanabilecekken, Rabbinin yarattığı her şeydeki Onun ihsanlarını tevhid-i muhabbetle sevip onları dünyasında kalıcı şekilde yerleştirip kazanabilecekken, Rabbinin ihsanlarına şükürle ebedî ihsanlarıyla ebedî Cenneti ve sonsuz hayatı kazanıp elde edebilecekken, nankörlüğü ve düşmanlığıyla her şeyi ve herkesi kaybeder. Onu Everest tepesi kadar azîm yapacak olan muhabbet onun hakkında bir Cehennem çukuru şekline dönüşür. Birisi el uzatmadan o ateş çukurundan da kurtulamaz.

Bu kısımda Üstad ihsan hakikatini delilleriyle anlattı. Ne derece muhabbetullahı hak ettiğini ifade etti. Cemal ve kemal ise daha ötesini hak ediyor. Çünkü ihsan, cemalin bir tecellisidir. Cemal ise kemalin bir cephesidir. İnsan bu şekilde ihsandan, cemale; cemalden, kemale; kemalden, kibriyaya; kibriyadan, ekberiyete şeklinde yükseldikçe ve ilerledikçe mücessem bir aşk ve ruhlu bir şevk haline dönüşür. Efendimiz’de (ASM) gördüğümüz üzere… ]

(Devam edecek…)

[1] İbrahim suresi, 7.

Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-2 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)

(Önceki yazının devamı)

Bu makamda “Üç Nokta” isbat edilse, mezkûr hakîkat tamamiyle tezahür eder.

Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü: Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemâl ve Kemâl ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezâyüd eder. Aşkın en münteha derecesine kadar gider.

[ Muhabbet sebebi olan şeyler 3 tane olarak burada vurgulanıyor: Cemal, Kemal ve İhsan… Kalb, cemal-i bâkinin aşığıdır. Akıl, kemal-i sermedînin hayranıdır. Nefis ise, rahmet-i daimenin müteşekkiridir.[1] Rahmet ise, ihsan ederek kendini gösterir. İnsan akıl, kalb ve nefisten oluştuğu ve akıl ile Kemal, kalb ile Cemal, nefis ile ihsan bağı bu şekilde olduğundan Üstad, insan, kâinatın Halıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır, diye haklı olarak söylüyor. Bir zâtta bulunan bu özellikler sonsuz derecelere varırsa, ona karşı muhabbet de o nisbette sonsuzlaşır.

Dikkat edilirse Üstad cemal-muhabbet, kemal-perestiş, ihsan-sevmek bağı kurmuş. İlginç olan şu ki muhabbet, Arapça; perestiş, Farsça; sevmek ise, Türkçe… Sanki Araplar, cemalden anlar; Farslar, kemalden anlar; Türkler ise, ihsandan diye bir işaret veriyor. Yani kendi ırkına göre gidebileceğin yol budur diye Üstad ince bir meseleye de dokunduruyor. Ben, ırk olarak Türk olduğum için ihsanı, çok seviyorum. Allah nimet verdikçe, Ona karşı sevgim daha da artıyor.

Muhabbet, habbe ile aynı köktendir. Kalbinde, bir aşk sarmaşığının çekirdeğini taşımak demektir. Muhabbet çekirdeği cemal tecellileri ile büyürse, o kişinin kalbinde Kemale karşı bir aşk sarmaşığı büyür. Aşk, Arapça’da sarmaşık demek… Perestiş, tapar derecede sevmek demektir. Perestişin en ileri boyutu Allah’ın bendesi, kapısının ayrılmaz kulu olmaktır. Sevmek ise, öz Türkçe’de ev kelimesi gibi insanın sığınması anlamındadır. İnsan sevdiğine sığınır. Bu manada muhtaç olan kişi de cömert birinin ihsanına sığınır. İhsan gördükçe, Ona sığınması daha da artar. Bu manada ihsan sarayına sığınan bir fakîr, sevgisi ve şükrü ile Allah’ın ihsanının mükemmelliğini ve sonrasında zatının kemalini elde edebilecek boyuta kadar ilerler.

Aşkın en münteha derecesi, cezbe ve incizap halidir. Yani kişinin iradesinin devre dışı kalması seviyesidir. Yani Allah’ta fani olma, Onunla bâki olmaktır. ]

Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütübhâne hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.

[ Kalbin bir hizmetkârı, insanın hafıza kuvvetidir. Kalbin duygusal bir zekâsı var. Bu zeka ile kütüphaneler dolusu bilgiyi içine alan hafızasındaki bilgileri işleyip marifetullah haline getirebilir. Getirirse kâinatı Allah’ın cemal, kemal ve ihsanının sergilendiği bir sanat-hikmet-rahmet sergisi olarak görebilecek bir tevhid boyutuna yükselir. Kâinattaki güzellikler, onun kalbini, mükemmellikler aklını, ihsanlar ise nefsini hareketlendirip onu muhabbete, perestişe ve şükre sevkeder. Bu şekilde insan, kâinat çapınca bir aşk ile Allah’a bağlanır. Çünkü kâinattaki bu görüntü sürekli yenilendiği, farklı cemal-kemal-ihsan tecellilerini gösterdiği için kendisi bir seyirci konumunda aşk ile bunları temaşa eder. 7. Şuada Üstad’ın ifade ettiği gibi insan kalbi ve aklı, kâinat kadar inkişaf edebiliyorlar.   ]

Mâdem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve Cemâl ve Kemâle karşı böyle hadsiz bir isti’dâd-ı muhabbet vardır.

[ Hadsiz bir istidad-ı muhabbet: İnsan dünyaya geldiğinde, muhabbet potansiyeliyle geliyor. Yaşanan, görülen, duyulan her şey bu muhabbet çekirdeğini açmak ve bütün kâinatı saran bir ebedî aşk sarmaşığına dönüştürmek içindir. Bu manada bakılırsa, Allah’ın en sevdiği duygu minnet duygusudur. Allah öyle ihsanlar ve nimetler verir ki, kalbin en ince duygularını harekete geçirip Kendisine minnettar eder. Bu manada Mennan ismi, muazzam bir isimdir. Minnet duygusu ile insan daha bir Allah’a sarılır, tutunur. Kur’anda bu duygu, Hz. Musa (AS) ile ilgili kıssalarda vurgulanır.[2] Karakter olarak size de Hz. Musa (AS) gibisiniz. Bu manada Allah’ın size bu tarz nimetlerini hatırlayınız ki, minnettar olasınız. Minnettarlığın bir ilerisi, medyuniyettir. Yani kendini Allah’a borçlu hissetmek… Medyuniyet ile din, aynı köktendir. Bu manada dindarlık, kendini Allah’a daima borçlu hissetmek, ebediyen bu borcu ödeyemeyeceğini bilmek ve bunun şuurunda olmaktır. ]

Ve mâdem bu kâinatın Hâlıkı, kâinatta tezahür eden âsâriyle, bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemâl-i mukaddesi;

[ Burada vurgu cemalin tahakkukunun sâbit olmasına dair… Tahakkuk, bir hakikatin gözle görünür hale gelmesi, vücud bulmasıdır. Çekirdeğin ağaç olmasına tahakkuk denilir. Çekirdek içinde ağacın hakikati var ama ağacın vücudu yok. Hakikat ile vücud birleşirse, hak zuhur eder. Tahakkukun sâbitliği ise, her yapılan işin o hakikatin bir tahakkuku haline gelmesi demektir. Bu manada kâinattaki bütün eserlerde ya bizzat veya dolaylı olarak bir cemal ve güzellik bulunması gösterir ki Cenab-ı Hakk cemalini göstermek için yaratıyor. Genç ve güzel bir kadının heykelini yapmak, bir sanat ve güzelliktir. Fakat bu kadında olan güzelliği taşa nakşetmek ve kopyalamaktır. Fakat usta bir heykeltraş, yaşlı kadının heykelini en ince detaylarına kadar büyük bir ustalıkla taşa nakşetse, burada eserin kendisi göz alıcı değildir ama sanatın kendisi göz alıcıdır. Bu manada kâinatta yaratılan her şeye bu 2 gözle bakıldığında çirkin bir şey olmadığı, olamadığını görürüz. Küflenmiş ekmek de, fırından yeni çıkmış ekmek de sanat eseridir. Belki küflenmiş ekmek çok daha sanatlıdır. Çünkü üstünde canlılar yaşıyorlar. Bu cümleden çıkarılacak özet netice: “ Allah ne yaratırsa yaratsın bir güzellik yaratır, kusursuz cemal-i zâtını veya cemal-i sanatını onunla gösterir. Ezelden ebede…]

bu mevcûdâtta tezahür eden nukuş-u san’atıyla bizzarure sübûtu tahakkuk eden hadsiz kemâl-i kudsîsi;

[ Burada vurgu kemalin sübutunun tahakkuk etmesine dair… Sübût, bir şeyin tereddütsüz bir şekilde, esnemeyecek, yıkılmayacak surette olması, sabitlik demektir. Bu sübut, kalıcı ve daimi olmayı netice verir. Mesela hak yolunda birini sâbit kılmak demek, onu o yolda baki kılmak, başka yollara kaymasına engel olmak, onu muhafaza etmek demektir. “ Allahümme yâ mukallibe’l-kulûb sebbit kalbî alâ dînike[3] ( Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi Senin dini üzerine sâbit kıl ) hadisi bu meseleyi vurgular. Âyette var: “ İn tensurullâhe fe yensurküm ve yüsebbit akdâmekum[4] ( Eğer siz Allah’a ve dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı dîni üzere sâbit kılar. ) Sübûtunun tahakkuku ise, kemal, bâtın ve zâhiri kuşattığı ve zuhur etmemiş kemal, kemal olmadığı ve İlâhî sanattaki nakışlarla İlâhî kemal zuhur ettiğinden, kâinattaki bu kadar ince ve hassas sanatlarla her şeyi nakış nakış işlemesi aslında kemalinin külli şekilde zuhur etmesine ve gerçek kemal olmasına, bu sürecin ebedî devam etmesi ise kemalin sabitliğinin kendini gözle göstermesine ve hakikatli olduğuna dair kanaat oluşturmasına işarettir. Cemal, gizlidir; kemal ise gizlinin gizlisidir. Çünkü bir insanın kemali idrak edebilmesi için, önce cemali görmesi; cemali görebilmesi için nesnelere sanat, muvazene, tenasüp gözüyle bütünden bakması gerekiyor. Kemal içinse o nesne ile içinde bulunduğu mekan, içinde bulunduğu an, geçmiş ve gelecek zamanlar ortasında bulunduğu konum noktasından bakması gerekiyor. Ki kâinattaki sanat ile ondaki sanatın ilişkisi ve bir birini bütünleyiciliği ortaya çıksın. Bu açıdan cemal tecellisini görüp Hakka âşık olan evliya çoktur. Ama kemal tecellisini görüp Hakka iştiyak makamına çıkan asfiya az sayıdadır. Üstad burada “mevcudatta tezahür eden” diyerek yine zuhur konusuna vurgu yapıyor. Zuhur hakikati, kâinatı ve mevcudatı görselliği olan bir keyfiyete büründürmüş. Bu cümleden alınacak ders “ yaratılanlardaki bu kadar ince sanatlar, en küçük mahlukta da en büyüğünde de olan bu sanat inceliği ve ustalıklar, her gün, her yıl yenilenen sanatlı yapılar gösteriyor ki kemal-i Hakk zâhir olmak istiyor, sâbit şekilde kendini göstermek istiyor, baki hakikatini zihinlerde sabitleştirmek istiyor. Ta ki insan nerede olursa olsun, nereye ve hangi âleme giderse gitsin orada da kemal tarafından kuşatıldığını bilsin. ]

ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz envâ-ı ihsan ve in’amatiyle bilyakîn ve belki bilmüşahede vücûdu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır.

[ Burada vurgu ihsanın vücudunun tahakkuk etmesine dair… Vücud, bir şeyin varlığı, bulunurluğu ve görünürlüğü demektir. İhsan, bir manada güzelleştirmek, çirkinliklerini gidermek demektir. Genel bilinen manada, maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderecek şekilde muhtaç birine yardım etmek, iyilikte bulunmak, hibe yapmak anlamına gelir. Bu kısımda da bu manada kullanılmış. Vücudunun tahakkuk etmesi ise, ihsan fiile dayalı isimlerden Muhsin isminin eseridir. Yaratmakla, ihsan hakikati kendini gösterir; varlığını bildirir. Bu manada yaratıcılık ve yarattığı şeylerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzen kurma ve sürekli şekilde onları destekleme bir ihsandır. Canlıların rızıklandırılması, dünyanın güneşten belirli bir mesafede tutularak güneşe çekilmesinin engellenmesi dünyaya ve üzerindekilere de yapılmış bir ihsandır. Fakat şuurlu bir canlı için ihsanın sâbit bir varlığı olması çok önemli ki, üzüntülere düşmesin. İşte bu noktada Üstad ihsanın varlığının tahakkuk etmesini vurguluyor. Bir şey var olunca, ala külli hal, görünür olur. Yani bu manada vücud, şuhudu doğurur. Mesela bir mağarada mantar bulmak demek, orada mantarın var olduğunu bulmak demektir. Var olmayanı bulamayız. Bu açıdan Arapça’da vücud, bulmak anlamındadır. Aynı zamanda bir şeyi bulmak, onu görmek, onun gerçekliğine taraftar olmak demektir. Arapça’da şuhud, bir şeyi görmek, onun gerçekliğine taraftar hale gelmek demektir. Bu manada kâinattaki görünen hadsiz ihsan türleri ve nimetlendirmeler ile biz ihsan hakikatinin varlığına yakinen eriyor, onu müşahede ediyoruz. Bu açıdan Üstad “bi’l-yakîn ve bi’l-müşahede ” diyor. ]

Elbette zişuurların en câmii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.

[ Câmi, kendinde cem eden, toplayan demektir. Cemal, Ehadiyetin tecellisidir. Ehadiyet ise, bir cem’dir, 1001 ismin cem olmuş halidir. Kemal, Vahdaniyetin tecellisidir. Vahidiyet ve Ehadiyetin toplamıdır. Vahidiyet, kâinattaki 1001 ismin cem olmuş halidir. Bu manada kemal, cem’in cem’idir. Bu cem’ü’l-cem’i idrak edebilecek yapı da zişuurun en câmiinde olabilir.

En cami’ potansiyel demek, zaruri olarak en muhtaç demektir. Çünkü Samed, müstağni demektir. Ondan gayrısı ise ihtiyaç içinde bir fakîr demektir. En büyük potansiyel kimdeyse en muhtaç odur. Onun ihtiyacına göre Samediyet hazineleri kapılarını açar. Samed, doyuran demektir. Bu manada hadiste “el-fakru fahrî”[5] (Ben Allah’a karşı fakrımın çapıyla iftihar ederim) deniliyor.

Buradaki “ cami ” lafzını Üstad insanın akıl-kalb-nefis boyutlarıyal eşleştirerek şöyle açıyor: Hırslı nefsiyle “en muhtacı”, meraklı aklıyla “en mütefekkiri” ve âşık kalbiyle “en müştâkı…” İhsanatın her çeşidine ve nimetlendirmelerine en muhtaç beşeriyettir. Kemalinin sonsuz perdelerini açma konusunda en meraklı hayranı, Âdemoğludur. Cemalinin tecellilerine âşık ve müştak insanoğludur. Bu açıdan hadsiz cemali, nâmütenahi kemali ve külli ihsanatıyla insanın fıtratından hadsiz bir muhabbetin Allah’a yükselmesi hikmet ve hakikat gereğidir.]

Evet herbir insan, o Hâlık-ı Zülcelâl’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi, herkesten ziyâde cemâl ve kemâl ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbûbiyete müstehaktır.

[ Üstad, bu iki cümle şu noktaya parmak basıyor: İnsan, fıtratı gereği Habîbiyetin sonsuz mertebelerinde ilerleyebilecek potansiyeldedir ve zikir gibi anahtarlarla bu potansiyeli aktif hale getirebilir. Sevgi meselesinin insana bakan cephesi bu şekilde izah edildi. Üstad şimdi, Mahbubiyet cephesine geçiyor ve Halık-ı Zü’l-Cemali ve’l-Kemal’in sonsuz bir mahbubiyete müstehak olduğunu ispat edecek… ]

(Devam edecek…)

[1] Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, İsm-i Kayyum Bahsi, 5. Şua, 3. Vazife.

[2] Taha suresi 36 ve 37. âyetlerde vurgulandığı üzere…

[3] Tirmizî, Kader 7, Daavât 90, 124. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 182, VI, 91, 251, 294, 302, 315.

[4] Muhammed suresi, 7. Âyet.

[5] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2/87.

Sünnet-i Seniyye ile Muhabbetullah İlişkisi-1 (11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’nin Şerhi)

Soru 14: Lem’alar kitabından 11. Lem’anın 10. Nüktesini açıklayabilir misiniz?

Cevap 14: Üstad Bediüzzaman bu Nükte’de şöyle diyor:

Âyetinde i’cazlı bir îcaz vardır. Çünkü: Çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir.

[ İ’caz ve îcaz farklı konulardır. İ’caz, muhatabını aciz düşürecek derecede ilmî ve edebî bir üslup kullanarak bir sözle anlatmak istediği mesajı karşı tarafa aktarmaktır. Buna, manevi mucize deniliyor. Vahiyler, bu tarz ilmî ve manevi mucizelerdir. Aynı sözle, farklı seviyelerde ve farklı asırlarda bulunan kişilere hakikati tabaka tabaka ders vererek geliştirmek bir mucize ve bir i’cazdır. Îcaz ise veciz söz söylemek, az sözle muhatabını ikna edecek şekilde konuşmaktır. Âyetlerde bu iki boyutun bir arada bulunması mucizeler mucizesidir. Çünkü söz azaldıkça, kullanılacak kelime ve üslup da daralır ve zorlaşır.]

Şöyle ki: Şu Âyet diyor ki: “ALLAH’a (celle celâlühü) îmanınız varsa, elbette ALLAH’ı seveceksiniz. Mâdem ALLAH’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, ALLAH’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, ALLAH da sizi sevecek. Zaten siz ALLAH’ı seversiniz, tâ ki ALLAH da sizi sevsin.

İşte bütün bu cümleler, şu Âyetin yalnız mücmel ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu Âyetin nassıyla gösteriyor ki: O matlab-ı a’lânın yolu, HABİBULLAH’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır.

[ Burada iman-sevgi ve sevme-sevilme bağlantısına vurgu var. Allah’a iman demek, Onun Mutlak Kemal ve Cemal’ine iman etmek demektir. İnsan fani güzellik parıltılarına meyleden ve âşık olan kalbinin elbette Allah’ı, Mutlak Cemal ve Kemal sahibi olarak bilip iman etmesinden sonra Allah’ı sevmemesi mümkün değildir. Tevbe suresi, 24. Âyete göre bir müminin dünyasında sevilenlerin sıralaması şu şekildedir: “ Allah, Resulullah ve Fî Sebilillah Cihad… ” Allah, Mutlak Kemal ve Cemal sahibi olduğu için sevilir. Resulullah (ASM) ve diğer resuller, O Mutlak Kemal ve Cemale kalbleri, ruhları, mahiyetleri ve hüviyetleri ile ayna oldukları için sevilir.  Fî Sebîlillah Cihad ise, insanı O Mutlak Cemal ve Kemal’e bâki bir ayna haline getirip fanilikten kurtaran yol olduğu için sevilir. Cihad, bakırı altın, kömürü elmas, zerreyi güneş haline getiren sırdır. Ham ruhlar, cihad ve sabır ile kemale ererler. Fakat cihad, kişinin kendi isteği ile kemale erme gayretini gösterdiği için sabırdan daha kıymetlidir. Cihad, Kutup Yıldızı kitabında vurguladığımız üzere, kişinin kendi nefsi ve enaniyeti ile savaşıyla başlar, diğer insanların nefis ve enaniyetleri ile savaşa geçerek ömür boyu süren bir savaştır. İçteki savaş da bu sırada devam eder. Bu, kılıçla savaş değildir. Kılıçla savaşın adı Kur’anda, “kıtal”dir (ölümüne savaşma). Bu çerçevede Kur’an “Yâ eyyühüne’n-nebiyyü câhidi’l-küffâre ve’l-münâfıkîne vağluz aleyhim[1] (Ey Nebi! Kâfirler ve münafıklara karşı cihad et, onlara kaba davran!) der. Münâfık, “Ben Müslümanım” dediği için öldürülmesi, haramdır. Resulullah (ASM) Medine’deki bütün fitnelerin menbaı ve müsebbibi olduklarını yakînen bilmesine rağmen hiçbir münafıkı öldürmemiştir. Bu durum “cihad” kavramını sınırlarını çizer. Buna mukabil Kur’an “ Kâtilûllezîne lâ yu’minûne billâhi ve lâ bi’l-yevmi’l-âhıri ve lâ yuharrimûne mâ harramallâhu ve resûluhu ve lâ yedînûne dîne’l-hakkı minellezîne ûtû’l-kitâbe hattâ yu’tû’l-cizyete an yedin ve hum sâğirûn[2] [ Kendilerine semvai kitap verilenlerden, Allah’a ve yevm’il âhire (Allah’a ulaşma gününe) inanmayan kimselerle (Yahudilik, Hıristiyanlık, SabiÎlik ve Mecusilik gibi semavi dinlerin mürtedleri olanlarla) ve Allah’ın ve O’nun Resûl’ünün haram ettiğini haram etmeyenlerle ve hak dîni, dîn edinmeyenlerle, onlar küçük düşüp, cizyeyi elleriyle verinceye kadar savaşın. ] ve “Yâ eyyühellezıne âmenu katilüllezine yeluneküm mine’l-küffâri ve’l-yecidu fîküm ğılzah va´lemu ennallâhe mea’l-müttekîn[3] [Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.] gibi âyetler öldüresiye savaş olan “kıtal” in kimlerle yapılabileceğini belirterek cihad-kıtal farkını belirtir.

Cemali seven, cemale erişmek ister; kemali seven, kemale ulaşmak ister. Cemal ve Kemal sahibini sevmenin en ileri boyutu Onun tarafından sevilmektir. Cevşen’deki ifadeyle Habîb ve Mahbûb olmaktır. Habîb, seven; Mahbûb ise sevilen demektir. Allah sevmeyi sever, sevilmeyi de sever, sevdirmeyi de sever. Âyetin sonundaki “yuhbibkumullah” ifadesi “ Allah da sizi sevdirsin ” manasındadır. Ki bir hadis bu konuyu ifade eder: “ Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrail’e:

-“Ben filanı seviyorum onu sen de sev!” diye emreder. Cebrail onu sever ve sonra gök halkına:

-“Allah filanı seviyor, onu siz de seviniz” diye seslenir. Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde o kimseye karşı bir sevgi uyanır

Allah Teâlâ bir kula buğz ettiği zaman, Cebrail’e:

-“Ben, filanı sevmiyorum, onu sen de sevme!” diye emreder. Cebrail de onu sevmez. Sonra Cebrail gök halkına:

Allah filan kişiyi sevmiyor, onu siz de sevmeyin, der. Göktekiler de o kimseyi sevmezler Sonra da yeryüzündekilerde o kimseye karşı bir kin ve nefret uyanır.”[4]

Esmaü’l-Hüsna’dan Vedûd ismi, hem seven hem sevilen anlamına gelir. Üstad “ her cemal ve kemal sahibi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister” sırrıyla yaratılışın temelini açar. 32. Söz’ün 3. Mevkıfında Cemîl ismi, Vedûd ve Rahîm isimlerini içerir, der. Mesnevi-i Nuriyede ise, kemal sıfatı, cemal ve celal sıfatlarını içerir, der. Yani Kâmil ismi, Cemîl ve Celîl isimlerinin toplamıdır, der. Bu manada bakılırsa Allah kâinatı 2 gaye için yarattı diyebiliyoruz:

  1. Ubudiyet: Bu kısma “Rahîm” ismi bakıyor. Ubudiyet ile kullar varlık kazanırlar. Hiçlikten kurtulup ruhlarını açabilme fırsatı elde ederler. Bu Allah’ın kullarına şefkati ve özel rahmetidir.
  2. Hilâfet: Bu kısma “Vedud” ismi bakıyor. Hilafet ile kullar cemal ve kemale erişirler. Evliyalar, cemal aynası; asfiyalar, kemal aynası bir seviyeye erişirler. Bir kul açısından en üst seviye, Allah’a ayna haline gelmektir. Yani Onun cemal ve kemalini gösteren, her haliyle Yaratanını tanıttıran ve sevdiren bir hal kazanmaktır. Bu ise, daima Onu zikreden bir dil, daima Ona şükreden bir kalb ve daima Onu fikreden bir akıl ile olur. Hilafet 2 seviyedir:                                                                           a) Cemal Hilafeti: Kişisel hayatında hilafeti başaran kişi, bakıldığında Allah’ın cemalini insanlara yansıtan bir seviye kazanır. Kalb, hak aşkı ile dolu olduğu ve yüzü Allah’a odaklı olduğu gibi, kullara karşı da sonsuz şefkat ve rahmet doludur. Örnek Yusuf (AS)…                                                                                                                                                                   b) Kemal Hilafeti: Eğer devlet başkanı gibi bir seviye elde eder de Allah’ın kanunlarını devletinin ruhu ve ana programı yaparak, İlahî celal ve ihtişamı gösteren bir devlet kurarsa o zaman o kişi Allah’ın kemalini hayatında sergiler. Cenab-ı Hakk’ın hakkı olan, İlâhî emirleri ve yasakları insanlık dünyası ve yeryüzünde uyguladığı gibi, halkın hakları olan meseleleri de hassas şekilde uygular. Zulüm ve haksızlıkları, başka ülkede dahi olsa durdurur. Bu konuda misal: Süleyman (AS), Zülkarneyn (AS), Davud (AS), Efendimiz (ASM) ve 4 Halifeyi verebiliriz.

İnsanın İlahî cemal ve kemale ayna haline gelmesi, Allah katında sevilir bir seviyeye çıkması demektir. Bunu elde etmenin yolunu ise Kur’an, model şahsiyet olarak Peygamber Efendimiz (ASM) üzerinde gösteriyor. Her peygamber kendi ümmetinin model şahsiyetiydi. Fakat bunlar arasında her cihetçe ve bütün ümmetlere hitap edecek derecede model seviyeye çıkanlar Efendimiz (ASM) ve Hz. İbrahim’dir (AS). Kur’an her iki peygamberi model olarak sunar.[5]

Üstad âyetin tefsiri olarak işin temeline iniyor. İnsan neyi sever, insan fıtratında ne kadar muhabbet potansiyeli var, muhabbeti cezbeden şeylerin sınıfları, İlahi sıfatlarla bunların ilişkileri, Peygamber Efendimiz’in (ASM) burada üstlendiği rol modellik nasıl sorularını 3 nokta halinde gösteri.

Külliyatta Üstad anlatacağı mesele, çok zâhir ise, “nokta” olarak onu isimlendirir; eğer mesele ince ve dikkat istiyorsa “nükte” olarak onu nitelendirir. Tabir caizse noktalar, hakikatlerden bahseder. Nükteler ise, sırlardan… Mesela 23. Söz 5 Nokta ve 5 Nükte’den oluşur. Burada Üstad meseleler gözle göründüğü için 3 Nokta ile meseleyi izah edecek: ]

(Devam edecek…)

[1] Tevbe suresi,73 ve Tahrim suresi, 9.

[2] Tevbe suresi, 29.

[3] Tevbe suresi, 123.

[4] Müslim, Birr, 157.

[5] Mümtehinne suresi, 4. Âyet Hz. İbrahim’i (AS); Ahzab suresi, 21. Âyet ise Hz. Peygamber’in “üsve-i hasene” olduğunu vurgular.

17. Lem’a 6. Nota’ya Dair Bir Soru ve Cevap

Soru: Lem’alar kitabından 17. Lem’anın 6. Notasını açıklayabilir misiniz?
Cevap: Üstad bu Nota’da şöyle diyor:
Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.
[ Bazı insanlarda akıl göze indiği için bir yolun doğruluk veya yanlışlığını o yolda gidenlerle ölçer. Sayıları çoğaldıkça o yolda gidenlerin gittiği yolun doğruluğu konusunda onda bir kanaat oluşur. Burada “ Bu kadar insanın hepsi mi yanılıyor? Elbette doğru görüyorlar ki bu şekilde bir yola girmişler ” algısı kaynaklık ediyor. Bu aslında hakikat-perestlik değil kesret-perestliktir. Çünkü bir yerde sayı çoğaldıkça, kalite azalır. Kalite azaldıkça, birçok kişi çeşitli gerekçeler veya görenek gereği o gruba katılır. O grubun savunduğu fikrin eğri veya doğru olduğunu bilmez. Sürü psikolojisiyle, uçuruma da gitse körü körüne tabi olur. Bu noktada din, bilerek, görerek yürüyen insanlar yetiştiriyor. Bu tarz kişiler, “1” dir. Sürü psikolojisinde olanlar “0” (sıfır) olur. Milyarlarca sıfırı yan yana koysak değeri yine sıfırdır. Bir tane 1 o bütün kuru kalabalıktan daha değerlidir. Abese suresinin inmesinde de bu sırrı görüyoruz. Abdullah ibn-i Ümmü Mektum isimli a’ma sahabenin Peygamber Efendimiz’e (ASM), tam müşriklikte diretenlere tebliğ yaptığı an gelmesi esnasında, Peygamberimizin sergilediği tutumu Allah eleştirir. “ A’ma geldi diye yüzünü ekşittin ” der. Gerçi Efendimiz’in (ASM) niyeti hizmeti devam ettirmekti. Fakat Allah’ın muradının tam bu manada İbni-i Ümmü Mektum’u “1” olarak gördüğü, müşrikleri “0” olarak gördüğü şeklinde belirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü “ Kim bilir belki o bir ders alacaktı ” diye ifade ederek, Hakikate karşı sağır, Hakka karşı kör olan müşrikleri Cenab-ı Hakk sıfır olarak gördüğünü bildiriyor. Bu açıdan Hak ve Hakikate değer vermeyen bütün dünya insanları bir kefede olsa, bütün benliğiyle Hakkın esiri, Hakikatin kölesi olan bir Ebu Bekr-i Sıddık etmezler.]
İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imâreti için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.
[ Burada Üstad, kâfirlerin varlığının hikmetlerini bildiriyor. Müminler Ahireti imar eder; kâfir ise bütün emeğini dünyanın imarına çalıştırır. Bir ayette bildirildiği üzere sonra o imar ettikleri dünyayı Allah salih kullarına miras olarak verir. Sasani ve Bizans imparatorluklarının bütün dünyevi imarları Sahabelere ve İslamiyete miras kalması gibi… Vâris ismiyle Allah bu lütfa salih kullarını eriştiriyor. Kâfirleri, habis hayvanlara benzetmesi, Enfal suresinden bazı ayetlerin tefsiridir. ]
İşte, küffârın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-i imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir.
[ Küffâr, hakikate karşı kör olanlar, hakikati göremeyenler demektir. Münkir ise, hakikati görmesine rağmen reddeden kişiye denilir. Küfür, bir cehalettir. İnkâr ise, tam bir körlüktür, küfürden daha beterdir. İnkârda inad etkilidir. Bu manada ehl-i dalalet, münkirlerdir diyebiliriz. Görüntüde 100.000.000 ateist Allah’ı ve Âhireti inkar ediyor olabilir. Manzara hepsinin aynı şeyi söyledikleri şeklinde… Fakat derinliğine indiğimizde aslında aynı şeyi söylemiyorlar. Bazısı menfaati için, dünyadan vazgeçemediğinden Ahireti inkar eder, bazısı günahlarının cezasından kaçmak için Ahireti ve Cehennemi inkar eder, bazısı dünyayı rahat yaşamak için Ahireti inkar eder, bazısı yaşadığı hayattaki eksiklikleri bir zulüm gördüğü için Allah’a küser ve dolayısıyla Ahireti inkar eder vesaire vesaire şeklinde gerekçeler uzar. Bazısı da hayalindeki Allah ile gerçek Allah uyuşmadığı için inkara sapar. Bu açıdan ehl-i dalalet ve ehl-i küfür bir birine destek ve kuvvet olamazlar. Mesela adam tabiata tapıyordur, her şeyi doğal bir faaliyet olarak görür. Bu yüzden Allah’ı inkar eder. Bazısı her şeyin tesadüfen olduğunu savunur. Bu cihetten Allah’ı inkar eder. Bazısı her şeyin atomlardan ve hareketlerinden meydana geldiğini düşünür. Bu yüzden Allah’ı inkar eder. Fakat dindarlar aynı Allah’ın varlık ve birliğini dava ederler. Allah’ın atomları kudretiyle yaratan, kuvvetiyle hareket ettiren, havliyle onları şekilden şekle, halden hale sokan olduğunu dava ettiği gibi, tabiat kanunları denilen fıtrat kanunlarını koyan ve bu kanunların yönetimi altında ilim ve hikmetiyle kâinatı bir iktidar ve saltanat haline getiren olduğunu da görür ve ispat ederler. Aynı zamanda her bir faaliyet, her bir olan biten işi ve her bir yaratılan şeyi iradesiyle, kasdıyla yaratıp hikmetlerle düzenlediğini, her şeyi bir sanat eseri olacak şekilde güzel ve estetik şekilde yaptığını, her şeyi çeşitli gayeler için diğer şeylerden farklı özellikte yarattığını, her şeye çeşitli sonuçlar verdirdiğini görüp tesadüfe kâinâtta tesadüf edilmediğini delilleriyle gösterip ispat ederler. Bu manada bütün dindarlar kudret, ilim, irade, hayat, kelam sahibi tek bir Allah’ın varlığını, birliğini, sıfatlarını kabul edip öyle iman ederler. Birbirlerine destek ve kuvvet verirler. Bu manada dindarlar, ilim ehli ve mütehassıs bir profesör gibi maneviyatta ve tevhidde icma ile konuşurlar. Kâfir ve münkirler ise, avam tabakası gibi… ]
Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin (büyük çoğunluğun) nefiy ve ittifakı sukut eder.
[ Hilal, Uluhiyetin sembolüdür. Hilali görmek, gözümüzle olduğu gibi kâinat aynasında Allah’ın ilahlığının tecellilerini görmek de basiret gözüyle olur. Nasıl ki Ramazan orucuna başlamak için hilali görmek şarttır. 2 şahid hilali gökteki makamında görüp gösterseler ispat ederler. Mesele biter. Milyon kişi reddetse hiçbir etkisi yok. 2 dahiliye uzmanı bir hastaya kanser teşhisi koysa, belirtilerini gösterse ve o belirtilerin kansere ait olduğunu delilleriyle ispat etse isterse milyon mühendis gelsin, etkisi yok. Eğer ispatı hakikate uygunsa o sahadaki diğer doktorlar da onlara katılmak zorunda kalacaktır. Çünkü müşahede edip ettiriyorlar. İmani meseleler de aynen öyledir. Kâinattaki düzen Allah’ı net gösterir. Kimse inkâr edemez. Her şeydeki sanat Allah’ı sanatkarlığıyla gösterir. Kimse reddedemez. En büyük filozof da gelse, en dinsiz kâfir de gelse, en büyük ârif ve âlim de gelse düzenin arkasında görünen ilmi ve iradeyi okur. ]
Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir.
[ Küfür ve dalalet, varlığı değil yokluğu savunuyor. Allah’ın yokluğuna delil aramaya çalışıyor. Oysa ilim, var olana dair olur. Yokluk bilinemez. Varlık bilinir. Hayat görünür. Bu açıdan küfrün temel özelliği görünene gözünü yummak, işitilene kulağını tıkamaktır. Hakka ve Hakikate karşı laubalilik, ciddiyetsizlik, yalanlama ve hıyanettir. ]
Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-i imaniyede, şuhuda istinad eden iki mü’minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder.
[ İmanî meseleler haktır, gerçeğe uygundur. Dış dünyada eserlerini görebiliyoruz. Çünkü canlıların ihtiyacı olan gıdalar —ağaçlarda olduğu gibi— ona bir şekilde ulaşıyor veya o ulaştırılıyor. Bu şekilde yeryüzünde milyonlarca tür canlı karada, denizde ve havada milyar yıldır yaşıyor. Bu durum gösterir ki öyle bir düzen var ki ne denizin karanlık kısmındaki canlıları unutuyor, ne toprak altında yaşayan solucanları es geçiyor. Her şeyi görüyor, ihtiyacını işitiyor, muhtaç olduğu şeyleri ona yetiştiriyor. Aksi takdirde hayat devam edemezdi. İşte bu durum sürekli müşahede edilen bir manzara… İçinde rızık, hikmet, duyulma, görülme, cevap verme gibi sayısız hakikat görünüyor. Din, bu görünen, hakkın ta kendisi olan, sabit şekilde devam eden, varlığı delillerle ispat edilen imani meselelerden ve tevhidi fiillerden Allah’a, Onun varlığına ve Birliğine ve sıfatlarına intikal ediyor. Onun dünyayı Ahiret için bir tarla, imtihan salonu, manevra meydanı kıldığını görüyor, gösteriyor, hikmetle ispat ve izah ediyor. Bu açıdan ilimle, müşahede ile, hikmetle, münazara ile gördüğü ve gösterdiği için hiçbir peygamberi geldiği toplum fikren mağlup edememiş. Kaba kuvvetle, baskı, işkence ve hicrete zorlamakla onlarla mücadeleye kalkışmışlar. Bu durum gösterir ki nebilerdeki ilim karşı konulamaz derecede hakka ve hakikate uygundur. Bütün hepsi bu şekilde bir sürece girmeleri gösterir ki, peygamberlerle ilim ve hikmet boyutuyla mücadele edilemez. Zaten din ve dinsizlik savaşı ilim-kudret savaşıdır. ]
Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir (çok sayıda); birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur” der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.
Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefsü’l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve “Nefsü’l-emirde vardır” der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü’l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır.
 (Mutlak yokluk veya bir şeyin mutlak yokluğu çok büyük müşkilattan sonra ancak isbat edilebilir) bir kaide-i usuldür.
[ Bir şeye yok diyebilmek için bütün varlık âlemlerini, bütün muhtemel boyutları, bütün âlem çeşitlerini, bütün zamanları-mekanları, zamansızlık ve mekansızlık âlemlerini kişi gezecek, hepsini sonsuz bir görme ile görecek, sonsuz bir duyma ile duyacak, sonsuz bir bilme ile bilecek ki ondan sonra yok diyebilsin. Yani Allah yok diyen kişinin bir ilah olması lazım. Bir insanın ilah olması ise imkansızdır. Mutlak ilim ve hikmet, mutlak varlık ve kudret sahibi olarak Allah, “ Benim bilmediğim şeyleri ve isimleri bana ortak koşuyorlar ” diyor. Yani demek istiyor ki, putların hakikati yok. Şirkin varlık ve sonsuzluk âleminde yeri yok. Hayal ürünüdür. ]
Evet birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin. İşte bu sırra binâen; ehl-i küfrün bir hakîkatı nefyetmesi ise, bir mes’eleyi halletmek veyahud dar bir delikten geçmek veyahud bir hendekten atlamak misâlindedir ki; bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat isbat edenler nefsü’l-emirde hakîkat-ı hale baktıkları için, müddeaları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyâde kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.
[ Üstad bu boyutu vurgulamak için bazen 14 asır boyunca her asırda 350.000.000 kişinin Onun risaletine şahidliği… diyor. Bu şekilde insanın sayı çokluğuna müptela duygularına da hitap ediyor. Fakat bu 350 milyon kişi sürü gibi değiller. Her biri Allah’ın varlığı ve birliğine delil sahibidirler, der. ]