Kategori arşivi: Soru – Cevap

Risale-i Nur Cemaati Neden Farklı Gruplara Ayrılmış?

Üstad vefat ettikten sonra neden cemaat farklı gruplara ayrıldı? Her grup Risale-i Nur okumasına rağmen sohbet yerleri farklı; başka ortamlarda neden toplanılıyor?

Bediüzzaman Hazretlerinin ilerde cemaatin farklı kollara ayrılacağıyla alakalı söylemiş olduğu herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Yanında kalan talebelerin gerek Üstad’tan almış oldukları dersler gerekse Üstad’ın hal ve etvarını üzerlerinde göstermiş olmaları noktasından yapı itibariyle farklılık arzetmekteler.

Bazı ayrılmalar fıtri bir şekilde gelişmekte; bazıları ise meşveret kararları sonucunda ortaya çıkmaktadır.

İhtilaf beşeri bir realitedir. İnsanoğlu tarih boyunca ihtilaftan kurtulamamıştır. Hemen her din mensuplarında farklı mezhep ve meşreplerin çıkması bunu açıkça gösterir. İslamiyete mensup olan zatlarda da bu durumu görürüz. Dinin iki temel kaynağı olan Kitap ve Sünnet farklı yorumlara tabi tutularak mezhepler ortaya çıkmış, keza muhtelif cemaatler teşekkül etmiştir.

Risale-i Nur Kur’anın ve bazı hadislerin çok harika tefsiridir. Ama bu mübarek tefsiri okuyanlar anlama noktasında veya hizmet ölçüleri hususunda farklı düşününce farklı hizmet grupları ortaya çıkmıştır. Özde bir olduktan sonra bu tarz farklılığı bir renklilik olarak görmek mümkün. Çünkü bu şekilde çok farklı mizaç sahipleri bu hizmet bünyesinde yer alabilmektedir. Herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket edip diğerlerine ilişmezse bunda bir problem olmadığı gibi rahmet olduğunu bile söyleyebiliriz.

Nasıl ki bir ağaç tek kökü var ve bir çok dala ayrılıyor. Bu dallar da umumiyetle meyveli oluyorsa… Bir babanın beş evladı olsa ve bunların ilerde (evlenip çocuk sahibi olunca) birlikte yaşamaları sıkıntı; ayrı durmaları rahmet oluyorsa… Yine bir savaşa gidildiği vakit; tank, top, uçak, gemi vs ile gitmek gerekiyorsa… Çünkü savaşı kazanmak için topyekün saldırmakla mümkün. Aynen öyle de nur talebelerinden teşekkül eden herbir cemaat bir misyonu üzeine almış. Kimisi okuyor, kimisi yazıyor, kimisi radyo ile kimisi de tv. ve internetle hizmet etmeye çalışıyor. Bunların tümü bir vücudun azaları gibi büyük, cesim bir gücü meydana getiriyor. Bu şekilde hayatın her safhasında gerek sefahet ve ahlaksızlıkla; gerekse de dinsizlik vesaireyle mücadele ediliyor.

Evet görünüşte nur cemaatlerinde bir ayrılık var. Ama bu ayrılıkta gayrılık yok. Çünkü hedef bir maksad aynı. Ama hizmet metodunda küçük bazı farklılklar olabilir. Bunu da insanların mizacının farklılığına yorumlamak gerek. Çünkü bu şekilde farklı mizaçlar farklı cemaatlerde istihdam edilebilmektedir. Bu meyanda şu hususlara dikkat lazımdır;

1. Müsbet hareket,

2. Gıybet ve dedikodudan kaçınmak,

3. En güzel benim mesleğimdir demek. Yalnız hak benim dediğimdir dememek ve sâire..

Risale-i Nur eserlerini okuyan, dinleyen ve yazanlara nur talebesi denmesi yönünden bu cemaatlerin tüm mensupları inşaallah bu çatının altındadırlar.

KONUYU ŞU ŞEKİLDE DEĞERLENDİRMEK DE MÜMKÜNDÜR:

Hiç bir insan kusursuz değildir. Kusursuz olmayan insanlarda meydana gelen bir cemaatında kusursuz olması beklenmemeli.

İslamiyet kusursuz bir dindir. Fakat Müslüman kusurlu olabilmektedir. Hatta sahabeler döneminde ortaya çıkan fitne ve fesatlara nazar edildiğinde görülmektedir ki, kusursuz bir dinin en samimi takipçileri arasında bile çok kusurlar ortaya çıkabilmektedir. Değil ayrı düşünüp ayrı hareket etmek, birbirleriyle savaşmışlar ve Peygamber torunlarını bile katletmişler. Ve bunu da din namına yapmışlar. Hz Osman’ı ve Hz. Ali’yi katleden insanlar bile kendilerini daha iyi Müslüman görüyor ve yaptıkları bu elim cinayetleri din namına yaptıklarını düşünüyorlardı. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, kusurun İslamiyet’te değil bazı arızalarla İslamiyet’e ait kusursuzluğu temsil edemeyen Müslümanlarda olduğudur.

Buradan hareketle Nur talebeleri, Nur Risalelerinde sık sık vurgulanan birlik ve beraberlik, uhuvvet ve muhabbet vurgularına rağmen ve müsbet hareket düsturuna rağmen beşeriyet muktezası olarak, Nur Risalelerinin ruhuna taban tabana zıt menfî, hissî ve rekabetkerane davranışlarda bulunabiliyorlar. Bu da farklı hizmet gruplarına ayrılmaya neden olabilmektedir. Fakat şurası da şükre medar bir durumdur ki, Nur talebeleri arasında böyle bir farklılık var ve gereken uhuvvet ve ittihatta yoksa da önemli bir sürtüşme ve didişme yoktur. Bu bir anlamda Peygamberimiz buyurduğu gibi “ümmetimin ihtilafı rahmettir” vurgusu içinde değerlendirilebilecek bir durumdur.

Çünkü her grup kendi yolunda gitmekte ve birbiriyle uğraşmamaktadır. Bütün Nur talebelerinin kendilerini görevli saydıkları iman hizmeti için farklı hizmet tarzları geliştirmekte ve her insan farklı fıtratta olduğundan herkes kendi yapısına uygun bir hizmet modeli için de yer alıp ortak gayeye hizmet etmektedir. Bunu şöyle bir benzetme ile anlatacak olursak. Nur talebeleri birbirleri ile yeterli iletişimi olmayan birbirinden bağımsız birlikler gibi, fakat hepsi aynı düşman cephesine ateş etmekte olduğundan bir çeşit vahdete de sahipler. Tüm Nur talebeleri imansızlık cephesine top yekün hücum halindedir.

Üstadın ifadesi ile: “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilm(ektedir)iştir.

Fakat Risale-i Nur şiddetle uhuvvet ve muhabbete vurgu yaptığından Nurlar okundukça gerçek anlamda birlik ve bir beraberlik de tahakkuk edecektir inşallah. Bunun da çok yerlerde emareleri görünmektedir.

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur

Risale-i Nur’da Neden Uzun Cümleler Kullanılmış?

Risale-i Nur’da geçen cümlelerin ekseriyetle uzun cümleler olması ne hikmete binaendir? Halbuki daha kısa cümlelerle daha kolay ve herkesin kolayca anlayabileceği ifadeler olsaydı, daha istifadeli olmaz mıydı? Dini ve terminolojik alt yapısı olan biri bile bazı uzun cümlelerde dikkat ve idrak kaybına uğrayabiliyor.

Risale-i Nur, birçok yerde uzun cümleler tercih etmiştir. Ancak uzun ve kısa cümlelerin ard ardalığı dikkati çekiyor. Uzun cümlelere en iyi örnek, 1O.Söz [Haşir Risalesi] ve 7. Şua [Ayet-ül Kübra Risalesinde]dir. Ayrıca kelimelerin bitiş biçimleri, kullanılan zaman kipleri sürekli değişiyor.

Risale-i Nur, bu özelliği ile monotonluğu yıkmıştır. Esasen insan zihni benzer kalıplarda gelen mesajlardan bıkar. Başucunda bir saat aynı tonda çalsa beyniniz bir süre sonra saatin sesini otomatiğe alır ve dikkatinizi saat sesinden koparır. Beyin, farklılaşmaları kavramaya endeksli bir yaradılışa sahiptir. Bu özellik edebiyatta da dikkati çeker. Aynı uzunlukta, aynı biçimde ve aynı zaman kipiyle sonlanan cümlelerden oluşan bir yazıyı okumayı deneyin. Bir sayfa geçmeden bıktığınızı, hem de dikkatinizi kaybettiğinizi göreceksiniz.

Bediüzzaman -burada dilini sadece şekil açısından tahlil ediyoruz- zihinleri zorluyor. Uzun cümleler kavrayış kapasitesinin inkişafına yönelik zorlamaları doğurur. Ancak bu zorlamalar hem kısa cümlelerle esnetiliyor, hem de dikkati canlı tutacak yeni unsurlar ekleniyor. Örneğin okuyucusuyla veya bir muhatabı ile sohbet ediyor. Bir anda muhatap olarak buluyorsunuz kendinizi… Dikkatinizin dağılmasına fırsat verilmeden bir soru soruluyor. Zaten okunan metin hayalden çok, zihinle konuştuğu için kaçamıyoruz.

Bediüzzaman zihni sürekli çalışmaya, ve her defasında daha çok çalışmaya zorlayan bir muhakeme biçimi kullanıyor. Muhakeme kabiliyetlerini beyin bilmeceleri yoluyla geliştirmemiş olanların Risale-i Nur’lardan ilk anda kavrayabilecekleri mesajlar sınırlı olabilir. Ancak bu eserlerin kavrama ve muhakeme kabiliyetinde oluşturduğu heyecan çok yüksek.

İki yıl önce Tabiat Risalesinin İngilizce baskısını Tunus’lu bilgisayar mühendisi bir dostuma takdim etmiştim. Ertesi gün okudu ve görüştüğümüzde bana “mesajını kavramakta güçlük çektiğini” söyledi. Aynı dikkatini kullanarak tekrar okumasını rica ettim. Daha sonra görüştüğümüzde, kavrayışının nasıl inkişaf ettiğini bana anlatırken duyduğu hayranlığı iyi hatırlıyorum.

Risale-i Nur’ların kavrama ve muhakeme yeteneğinde yol açtığı inkişafın sebebi üzerinde çok düşünmüştüm.

İngiliz Edebiyatı tarihine geçen yüzlerce eser sahibi meşhur yazar Arnold Beneth‘in “Günün 24 saatini yaşamak” isimli kitabını okuyunca bu sorunun cevabını buldum. Beneth, roman türü eserlerin beyne bir katkıda bulunmadığını savunuyor. Ona göre okurken belli bir gerginlik oluşturan, zihin yorucu eserlerin muhakemenin inkişafında etkisi çok büyük. Tanımladığı özelliklerin Risale-i Nurda mevcudiyeti şaşırtıcı olmamalıydı.

Tunus‘lu dostumun ifade ettiği gibi Risale-i Nur beyne sürekli muhakeme yaptırıyor. Okunan ya da dinlenen her şeyin düşünce kabiliyetini geliştirdiği sanılmamalıdır. Tam tersine bazıları paslanmasına yol açabilir. Alman Beyin Antreman Kurumu başkanı Bern Fishner‘in “Bir kaç saat televizyon seyretmenin beyinde oluşturduğu tembelliğin giderilmesi için bir haftalık egzersiz gerektiğini” söylemesi dikkat çekicidir. Beyindeki bu tembellik TV’den yayılan radyosyondan kaynaklanmıyor şüphesiz. Konu romanvari bir hikayenin, bir hayalin direnişsiz akışına bırakılan beynin uyarımlardan yoksun kalmasıyla ilgilidir. Bu ve benzeri birçok tezden hareketle, Risale-i Nurları ciddiyetle, dikkatle ve ısrarla okuyan kişilerin kavrayış ve muhakemelerinin ya da zekalarının çok fazla inkişaf edeceği tezi ileri sürülebilir. Bunun fiili örneklerini de görüyoruz.

Risaleleri çok okuyanların simalarını gözlemleyebildiniz mi? Simalarındaki gençliğe ve parlaklığa dikkat ediniz. Hıristiyan olan bir Ingiliz dostum David Packam, yıllar önce Türkiye’ye geldiğinde bana “Ankara’nın sokağında beklesem, insanlar arasında arkadaşlarınızı simalarına bakarak tek tek seçebilirim.” demişti. Risaleleri çok okuyanların simalarında bu farklılık, yani gençlik ve parlaklık sadece iman ve ruhaniyetin inkişafından doğan bir hususiyet değildir. Olayın fizyolojik bir boyutu da vardır.

Risaleleri çok okuyanlar beynin devamlı aktif tutulmasının etkisi altında aralıksız düşünme alışkanlığını geliştiriyor. Genç kalmakla ilgili olarak ABD’nin bazı üniversitelerinde yapılan araştırmalar, genç kalma ile zihinsel aktivite arasında yakın bir ilişkiyi ortaya çıkardı. Zihin işçileri, çok daha fazla enerji tükettikleri halde beden işçilerinden daha genç gözüküyorlardı. Çünkü beyin sürekli çalışınca-beyin için bir potansiyel çalışma sınırı konulmadığını biliyoruz-vücudun fonksiyonlarının kontrolü daha mükemmel işliyor. Bu bedensel gençlik-ruhsal yönlerini ihmal etmemek şartıyla-genelde zihinlerini çok kullanan hemen hemen herkeste dikkat çekebilir.

Risale-i Nurun üslubunda dikkat çeken bir diğer özellik, bu eserlerin anlaşılması bağlamında-bir önceki bölümde değindiğimiz gibi-bir kısım ifadelerde örtüklüğün, imaların mecazların tercih edilmesidir.

Bu durumun tercih edilmesinin sebebi bazı yerlerde siyasal olabilir. Bazı yerlerde modern bilimlerin bir kısım hususları yeterince açığa çıkarmamış olması sebebiyle dar düşünen kimselerin açık itirazlarını yol açmamak amacı olabilir. Bazı yerlerde de gaybi olan-Kader-i İlahice gizli tutulması istenen hususların imtihan dünyasında olmamız sebebiyle, bazı hadislerinde yüce Peygamberimiz’in (ASM) veya bazı ayetler-de yüce Rabbimizin tercih ettiği gibi-net olarak ifade edilmemesi gereğinden kaynaklanabilir.

Hz.Mehdi (R.A), Hz. İsa (A.S) deccal, süfyan, İslamın dünyaya hakim oluşu vb. hususlarda örtük noktalar vardır.

Yine de açık olarak ifade ettiği bazı hususların belli bir zamana kadar yayınlanmamasını tercih etmiştir Bediüzzaman. “İnnaa’tayna Tefsiri“, “Sinek Risalesi” gibi… Sinek Risalesi sonradan yayınlanmıştır. Bu risalede Bediüzzaman insanların zannettiğinin tam aksine, Rabbimizin sinekleri yeryüzünün temizliği gibi bir kısım hikmetlerle yarattığını, ancak beşerin kasır fehminin bunu anlamadığını söylüyor. Bu risale ancak sineklerin, gerçekten de en çalışkan mikrop toplayıcı ve temizleyicisi olduğu, vücutlarının, sindirim sistemlerinin buna göre yaratıldığı ve sineklerin vücudunda mikrop tutunamadığına dair bilimsel araştırmaların yayınından sonra neşredilmiştir.

Risale-i Nur‘lardaki bu mecazi, örtük ifadeler okuyucunun merak ve tecessüsünü tahrik ediyor, okuyucuyu konunun muhtelif anlamları üzerinde odaklanmaya itiyor.

Risale-i Nurun dili ve üslubu üzerinde buraya kadar kısmen değindiğimiz özellikler bu eserlerin Türkiye’de yüce Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok satılanlar listesinde yer almasında önemli bir paya sahip olmalıdır. Bu eserlerin bir roman gibi yazılması da tercih edilebilirdi. Ama bu haliyle küçük bir çocuktan bir akademisyene kadar herkes çok şeyler anlıyor ve her okuyan her defasında yeni anlamlar kavrıyor. Hiçbir Risale-i Nur okuyucusu her şeyi bütün yönleriyle anladım diyemeyecek kadar derin ve yoğun anlamlar bu eserlere sıkıştırılmıştır.

Muhammed Bozdağ / Sorularla Risale-i Nur

Said Nursi Ne ile Geçindi?

Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yiyle geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum, o parayı da mânen millete iade ettik). Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur’ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum. Cenâb-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum.

İkincisi: Şu mübarek Ramazan’da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, bütün Ramazan’da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan’dan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi.

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi.”

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” çektiklerini anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

Risale-i Nur, Mektubat, On Altıncı Mektup

www.NurNet.org

Kuran’ı Kerim’deki Kıssalar Bize Ne Anlatmak İstiyor?

“Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır. Bu Kur’ân ise uydurulabilecek bir söz değildir. O kendisinden öncekileri doğrular ve herşeyi iyice açıklar; iman eden bir topluluk için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Yusuf Sûresi, 12:111)

Kıssalar, Kur’ân-ı Kerimin bahisleri içinde çok önemli bir yer tutar. Hattâ Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını, adeta herbir kıssada Kur’ân’ın özünü bulmanın mümkün olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için, herşeyden önce, Kur’ân kıssalarının tümüyle gerçek olduğunu ve içlerinde hiçbir hayale, hurafeye yer vermediğini dikkate almak gerekir. Yüce Kitabımızın geçmiş kavimlerden bize naklettiği hadiseler, yaşanan hayattan alınmış ibret levhalarıdır. Bunlar tarihin bir döneminde, belirli bir toplumda olup bitmiş vak’alar gibi görünse de, gerçekte, devam eden ve yaşanmakta olan bir hakikatin kesitleridir. O gün belirli bir toplumda, falan veya filan kahramanların oynadığı rolleri bugün burada biz oynarız, yarın başka yerde daha başkaları.

Şairin dediği gibi, “Vak’a hergün tebdil-i kıyafetle gelir.” Kıyafet ne kadar değişse de, yaşanan vak’alar, değişmez hakikatleri tekrar tekrar canlandırmaya devam eder.

Kur’ân’ın kıssalarından yararlanmak için gerekli olan şey, tıpkı Kur’ân’ın bütününe yönelirken olduğu gibi, onlara “ibret” gözüyle bakabilmektir. Nitekim Kur’ân da kıssaların bu özelliğini vurguluyor ve onlarda “akıl sahipleri için ibretler bulunduğunu” belirtiyor.

Kur’ân’ın bu vurgusu üzerinde ne kadar duracak olsak, onun önemini abartmış olmayız. Çünkü kıssaların merak çekici yönleri pek çoktur. Eğer insan ibret gözüyle bakmaz da onlarda neyi aradığını bilmeden kıssalara yaklaşırsa, kendisini asıl anlamdan çok uzak yerlerde bulabilir. Meraklar, gereksiz ayrıntılara saplanır; hurafelere kapı açılır; baştan sona hakikatten ibaret olan gerçek kıssalar, gönül eğlendirici efsanelere dönüşür. Nitekim Tevrat ve İncil’deki kıssaların başına gelen şey aynen bundan ibarettir.

Ne yazık ki, eski kitaplara karışan hayaller ve iftiralar, zamanla Müslümanların kültürüne de sızmış, onları Kur’ân kıssalarındaki ibretleri bulup çıkarmaktan alıkoymuştur. “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi ipe sapa gelmez sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi palavralarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Oysa Kur’ân kıssalarından herbiri, önümüze ibret levhaları koymakta, bizi önemli sorular karşısında bırakmakta ve son derece ciddî bir muhasebeye sevk etmektedir.

Kur’ân kıssaları, yerin dibine geçen veya bir sayha ile olduğu yerde çöküp kalan yahut bir taş yağmuru altında yok olan kavimlerden haber verir. Peki, bu kavimler niçin helâk olmuşlardı? Öğüt verenlere karşı onların tavırları ne olmuştu? Onlardaki bozulmalar ile bugün bizim toplumlarımızdaki bozulmalar arasında paralellikler var mı? O vak’aları zamanımıza taşıdığımızda kahramanların yerine kimleri koyabiliyoruz? Daha da önemlisi, kendimizi bu kahramanlardan hangisinin yerine koyabiliyoruz?

Kur’ân’daki kıssalardan hangisini önümüze alıp da bunlar gibi soruları peş peşe sıralayacak olsak, ondan çıkarılacak nice ibretler buluruz. Nitekim Kur’ân da dikkatimizi kıssaların bu özelliğine yöneltiyor ve “Onlarda ibretler var” diyor—tabii gerçekten “akıl sahipleri” isek!

Kur’ân’ın “O kendisinden öncekileri doğrular” ifadesi de dikkat çekicidir. Daha önceki kitaplarda yer alan bilgilerin sahih olan kısmı Kur’ân’da doğrulanmış, beşer elinden bu kıssalara bulaşmış olan asılsız hikâyeler ise ayıklanmıştır. Onun için, Kur’ân’da yer alan kıssaların ayrıntıları için eski kitaplara başvurmak ve Kur’ân’ın ayıkladığı şeyleri tekrar oradan bulup çıkarmak doğru değildir. Doğru olan şey, önceki kitapları Kur’ân’ın tasdikine sunmak ve ancak onun tarafından doğrulanmış olan şeye yönelmektir.

Yine Kur’ân’ın tanımlamaları arasında geçen “Bu uydurulabilecek bir söz değildir” ifadesi, bize bu konuda büyük bir özgüven aşılıyor. Önceki kitaplara karışan beşer eli, o kıssaların arasına, Allah’a noksan sıfatlar yakıştırmaya ve peygamberlere iftira atmaya kadar işi vardırmış ve onları okuyanları neye inanacaklarını bilemez hale getirmişti.

Kur’ân’da yer alan kıssalar ise baştan sona hakikatlerden ibarettir. Üstelik onlarda gerekli olan “herşeyin ayrıntısı” vardır. Gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Bundan ötesine göz dikmek akıl sahiplerine yaraşacak bir iş değildir.

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com

Said Nursi Şeyh Midir? Mesleği Tarikat Mıdır?

“Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız Cennete giden pek çok, fakat imansız Cennete giden yoktur”

“Efendiler, ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım. Birtek adama tarîkat verseydim, şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: “İman lâzım, İslâmiyet lâzım. Tarîkat zamanı değil.”

Bediüzzaman hem eserlerinde, hem de hayattayken yanında bulunanların şehadetiyle; sürekli olarak kendisinin şeyh olmadığını ve yaptığı iman hizmetinin bir tarikat ve tasavvuf mesleği olmadığını vurgulamıştır.

Her hal-ü kârda kendisinin asıl vazifesinin imanı kurtarmak olduğunu defalarca belirtmiş ve hayatı ile de bilfiil bunu ispat etmiştir. 6000 sayfayı aşan eserlerinin yarısından çoğu iman hakikatlerini mantıki izahlarla anlatırken, eserlerinin geriye kalan kısımları ise, bu asırdaki hizmet metodunun nasıl olacağı konusunu derinlemesine işlemiştir.

Fakat bu ifadeler, Bediüzzaman’ın tarikatı beğenmediği anlamına gelmemektedir. Eserleri içersinde Telvihât-ı Tis’a adını verdiği risalesinde velâyet ve tarikatler hakkında derinlemesine ve çok harika bir tarzda bilgiler vermekle beraber; tarikattan maksat olan evrad ve zikirleri, kendi hizmet metodu içerisine serpiştirmiş, namazlardan sonra yapılan tesbihatlar ile tüm tarikat virdlerini tabiri caizse özetleyip talebelerine miras bırakmıştır.

bediuzzamansaidnursi.org