Kategori arşivi: Soru – Cevap

Risale-i Nurlar Neden Müceddiddir?

Neden asrımızın müceddidi Bediüzzaman ve Risale-i Nur eserleridir? Bunun dini müdafaa, Kur’ân-ı Kerim hakikatlerini ispat ve Sünnet-i Seniyyeyi ihya vazifelerinin yanında pek çok sebepleri vardır.

Her ne kadar Bediüzzaman “Müceddid” unvanını Risale-i Nurlara vermiş olsa da bu hizmet, şahsının gayreti, mücadelesi ve kalbini safi bir şekilde yüce Allah’a teveccüh ettirerek ilhama mazhar olacak hale getirmesi bakımından şahsının ve şahsiyetinin varlığını inkâr etmek elbette mümkün değildir. Bediüzzaman bir çekirdek olmuş, toprağa girip çürüdükten sonra şahsı “Risale-i Nur” şahs-ı manevisi olarak tezahür etmiştir. Ehl-i dalalete karşı “ölümüm başınıza bomba olup patlayacak” sözü böylece gerçekleşmiştir.

Birincisi, iman hizmetidir. İnsanın yaratılış amacı Allah’ın birliğine ve ahiret hayatına iman etmektir. Kurtuluşun sebebi ve saadet-i ebediyenin vesilesi imandır. İmansız amel ve ibadet makbul değildir. İmanda şüphe ve tereddüt imanı giderir. Bu asırda en büyük hastalık ve musibet imansızlık ve iman zafiyetidir. İman esaslarını izah ve ispat eden Bediüzzaman ve Risale-i Nurlardan başka eser ve Bediüzzaman’dan başka bir âlim bulunmamaktadır. Taklidî imanı tahkiki hale getirmek için Risale-i Nur’u okumak yeterlidir.

İkincisi, Kur’ân ve Sünneti Müdafaasıdır. Bu konuda Risale-i Nur’dan daha müessir başka eserleri bulmak zordur. İlk akla gelen kitaplar Risale-i Nur eserleridir. İslam ve peygamber düşmanlarının bütün hücumlarına cevap vermiştir. Sünnet-i Seniyye’nin önemi anlatılmış ve “her nevi bid’aların ilacının” sünnete sarılmak olduğu ispat edilmiştir.

Üçüncüsü, hitabı umumidir. Her tabaka insana hitap etmektedir. Gençler, hanımlar, ihtiyarlar, hastalar için risaleler yazılmıştır. İrşadı ve eğitimi insanların bütün tabakalarını kapsamaktadır.

Dördüncüsü, irşadı sosyal hayatın bütün tabakalarını kapsamaktadır. Ehl-i kitap, tarikatçılar, siyasiler, şia, ehl-i sünnet, materyalistler, vehhabiler, bid’atçılar, mezhepler ve mezhebsizler, milliyetçiler, müminler, münafıklar ve inkârcılar… Her birine hitap ederek onların meselelerini açığa çıkararak çareleri göstermiş ve her birini hak ve hakikate irşat etmiştir. Hiçbiri de Bediüzzaman’ın irşadına ve izahlarına cevap verecek ilmi seviyeyi yakalayamamış ve acizliklerini kabul ederek boyun eğmişlerdir.

Beşincisi, sosyal hayatta toplumun sıkıntılarının “Cehalet, zaruret ve ihtilaf” olduğunu teşhis etmiş, bunlara karşı Kur’ân-ı Kerimden çareler sunmuş ve siyasilere yol göstermiştir.

Altıncısı, Mü’minlerin arasındaki ihtilafların “İhlâs” eksikliği olduğunu teşhis etmiş ve çarelerini göstermiştir. Hizmetin başarısının sırrının ihlâs olduğunu izah ettiği gibi, Başarsızlığın sebeplerini de mü’minlerin ihlâstan uzaklaşma olduğunu izah ve ispat etmiştir.

Yedincisi, cihad kavramına çağın gereği olarak Kur’an ve Sünnete uygun Asr-ı Saadet bağlamında izahlar getirerek izah etmiştir. Cihadın amacının imanı kalplere ve gönüllere yerleştirmek olduğunu, bunun da bu zamanda iman hakikatlerini basın ve yayın yolu ile yaymak ve neşretmek olduğunu izah ederek “manevî cihad” kavramını öne çıkarmış ve bunun prensiplerini ortaya koymuştur.

Sekizincisi, Avrupa’nın ilerleme ve Müslümanların geri kalma sebeplerini teşhis etmiş, çarelerini göstermiştir. Bu konuda ulema, din adamları, siyasiler ve eğitimcilerin neler yapması gerektiğini en güzel şekilde göstermiştir. Mü’minlerin geri kalmalarının en büyük sebebinin ümitsizlik hastalığı olduğunu teşhis etmiş ve ehl-i imanın ümit vermiş ve hedefler göstermiştir.

Dokuzuncusu, siyasi kavramlara Kur’an Sünnet ve Asr-ı Saadetten açıklık getirmiştir. Bu bağlamda, demokrasi, cumhuriyet, meşrutiyet kavramlarının içlerini doldurmuş ve olması gerektiği şekliyle ortaya koymuştur. Hürriyet, muhalefet, siyasi partiler, seçim ve lâiklik gibi kavramları izah etmiştir ki bu şekilde izah eden bir başka din bilgini yoktur.

Bütün bu hususlar Bediüzzaman ve Risale-i Nur eserlerinin müceddit olduğunu anlamak için yeterlidir.

M. Ali Kaya

www.sorularlarisale.com

İslamiyet’teki Mezheplerin Farklı Oluşunun Hikmeti Nedir?

Çeşitli kesimler tarafından gündeme getirilen konulardan biri de “mezhep” meselesidir. Mezhep meselesi bir taraftan İslam’da bir ayrılık unsuru gibi gösterilmeye çalışılırken, diğer taraftan bir takım demagojilerle saf zihinler bulandırılmak istenmektedir. Meselenin üzerine biraz eğildiğimiz zaman mezheplerin bir ihtiyaçtan doğduğu, hiç bir zaman ihtilaf unsuru olmadığı anlaşılacaktır.

İtikat ve amel diye iki kısımdan meydana gelen İslam dininde, mezhepler, ameli (pratikte yaşanan) kısımları konu edinir. Birden fazla mezhebin meydana gelmesi, nazari prensiplerin mezhep imamlarınca farklı anlaşılmasından ileri gelmiştir. (Mektubat, 449 )

Mesela Hz. Peygamber (asm.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber (asm.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber (asm.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı, İmam Azam Ebu Hanife ile Şafii mezhebi imamı İmam Şafii, abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler.

İmam-ı Azam hazretleri, “Peygamber (asm.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; İmam Şafii abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (ra.) validemizin Peygamber (asm.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır.

Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır.

Mezheplerin doğuşu

Peygamber (asm.) efendimize kadar itikadi noktalarda aynı olan şeriatlar teferruat kısımlarında değişerek gelmiş, hatta bir asırda ayrı ayrı kavimlere ayrı şeriatlar gönderilmiştir. Ancak Peygamber (asm.) efendimizle birlikte daha başka şeriatlara ihtiyaç kalmamış ve onun dini bütün asırlara kafi gelmiştir. Fakat teferruat meselelerde bir takım mezheplere ihtiyaç kalmıştır.

Hak mezheplerin imamları bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişler ve insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir. Peygamber (asm.) efendimiz bir mucize olarak bu imamların geleceklerini ve büyük bir vazife yapacaklarını daha bunlar gelmeden haber vermiş ve bu mümtaz şahsiyetler de yapmış oldukları hizmetlerle Resulullah (asm.) efendimizi fiilen tasdik etmişlerdir…

İslam mezhepleri -bir iki cüz’i mesele hariç- hiç bir zaman iç harp ve karışıklıklara yol açmamış ve bu mezheplerin imamları da birbirine daima saygılı olmuşlar, birbirlerini ret ve inkar etmemişlerdir. Ayrıca bir mezhep tesis etmek niyetiyle ortaya iddialı bir şekilde çıkmamışlar, daha sonra bir araya toplanarak bir mezhep haline getirilen içtihatlarını zaman ve ihtiyaç anında ortaya koymuşlardır.

Mesela: İmam-ı Azam (H. 80-150) bir hadise ile ilgili olarak fetva verdikleri zaman, “Bu Numan bin Sabit’in (İmam-ı Azam) reyidir. Çıkarabildiğimiz reylerin en güzeli budur. Kim bundan daha güzelini ileri sürerse, doğruya daha yakın olan odur.” derdi.

İmam Malik (Maliki mezhebi kurucusu. H.93-179), “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim rey ve içtihadımı inceleyiniz. Kitap veya sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir. (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, 33)

Hanbeli mezhebi kurucusu İmam-ı Hanbeli (H. 164-241) ve İmam-ı Şafii hazretleri (H. 150 – 204) de hiç bir zaman iddialı konuşmamışlar ve meslektaşlarını rencide edici sözler söylememişlerdir. Daha sonra bu büyük insanların rey ve içtihatları talebeleri ve alimler tarafından bir araya getirilerek Müslümanların gönül huzuru içerisinde ibadet yapmaları temin edilmiştir.

Hak birden fazla olur mu?

Bir zamanlar gazete sütunlarından Müslümanlara meydan okurcasına sorulan ve halen köşe bucak tekrarlanan bir soru vardır: “Hak bir olur; nasıl böyle dört mezhebin ayrı ayrı, bazan birbirine zıt hükümleri hak olabilir?”

Bu soruya Bediüzzaman Said Nursi özetle şu cevabı verir: “Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır. Önemli miktarda su kaybeden bir hastaya su içmesi vaciptir, şarttır. Yeni ameliyattan çıkmış bir hastaya zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer bir hastaya kısmen zararlıdır; su içmek ona tıbben mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir, tıbben ona sünnettir. Diğer birisine de ne zarardır ne de menfaattır. Tıbben ona mübahtır afiyetle içsin… İşte burada hak taaddüt etti, birden fazla oldu. Beşi de haktır. “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” denilebilir mi?

İşte bunun gibi İlahi hükümler mezheplere uyanlara göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her biri de hak olur, maslahat olur.

Birbirinden farklı gibi görünen mezheplerdeki teferruat meselelerinin hangisini ele alsak, imamların dayandıkları noktaların hak ve hakikat olduğunu görebiliriz. Bu hususta İmam Şarani Mizan” isimli bir eser yazmış, mezhep imamları arasında bir mukayese yaparak hangi hükmü nasıl anladıklarını ortaya koymuştur.

Bir misal:

Mezhep imamları İslami meselelerde değil, uygulanış tarzında kendilerine göre haklı sebeplerle ihtilaf etmişlerdir. Mesela abdest alırken başa meshetmekte bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Ancak meshin tarzında ve miktarında ihtilaf etmişlerdir.

Abdesti bizlere farz kılan Rabbimizin, “Başınıza meshediniz.” emri “bi ruusikum” ibaresiyle gelmiştir. Dillerin en zengini olan Arapça’da çeşitli kelimelerin başına gelen ‘b’ harfi, bazen “güzelleştirmek”, bazan “bazı” manasını vermek, bazan da “bitiştirmek” manasını vermek için gelir. Abdest ayetinin “ruusiküm” kelimesinin başına gelen ‘b’ harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.

Bunun içindir ki İmam-ı Malik : “Başa meshederken, başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki ‘b’ harfi kelimeyi güzelleştirmek için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur” der.

İmam-ı Ebu Hanife ise: “Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kafi gelir” der.

İmam-ı Şafii ise: “Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’ dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam olur” der.

Hal böyle olunca mezhep imamlarının her birinin hak yolda oldukları, teferruattaki ayrılık gibi görünen hükümlerin bir ihtilaf konusu olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar ve kötü maksatlı olanların iddialarını havada bırakır…

Prof.Dr.Alaaddin Başar

Sorularla İslamiyet

Cennet ne zaman kılıçların gölgesi altındadır?

HADİSLER ARASINDA dolaşırken, iki husus beni bilhassa hayrete sevkeder. ‘Algının seçiciliği’ ile doğrudan ilgili iki husus.

İlki, biri diğerini açıklayan veya çerçeve çizen hadislerle ilgilidir. Bu durumda, bir hadis diğeriyle birlikte anlaşıldığında gerçek yerini bulur. Bu hadisi diğer hadis görmezden gelerek ele aldığımızda ise, hadisi ait olduğu asıl çerçeveden uzaklaştırma gibi bir riske kapı aralanır. Bizi çift kanatlı halde hakikatin dengesine kavuşturup melekût semalarında özgürce dolaşmaktan alıkoyan, bir kanadımızı kırık hale getirip tek kanatla yere mıhlayan bir durumdur sonuç.

Diğer halde ise, belli bir zamanda söylenmiş ve bir bütün ifade eden hadis cümlelerinden yalnızca biri seçilir; ve böylece Peygamber aleyhissalâtu vesselamın beliğ bir cümlesi eskilerin tabiriyle ‘siyak ve sibak’ından, yeni tabirle bağlamından, öncesi ve sonrasından, hangi şartlarda ve hangi kayıtlar altında söylendiği gerçeğinden koparılmış olur. Bunun da kaçınılmaz sonucu, tıpkı diğer durumda sözkonusu olduğu gibi, hadisin özünde var olan ‘hakikatler dengesi’nin yitip gitmesidir.

Nitekim, en ziyade şöhret bulmuş, hafızalara yerleşmiş hadislerden biri olarak “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisi için durum, tam da budur.

Bu hadis, zihinlere tek cümleden ibaret bir hadis olarak yerleşmiş haldedir. Hadis, bu tek cümleyle, mü’minlerin zihnini ve kalbini doğrudan ve bizzat cihada odaklamakta; tek başına bu cümleden, her hal ve şartta maddî, yani kılıçla cihada bir övgü çıkmaktadır.

Halbuki, hem bu cümlenin söylendiği ortam ve vakit dikkat gerektirmektedir; hem de bu cümle uzunca bir hadisin en son cümlesi niteliğindedir.

Ashâbdan Abdullah b. Ebî Evfâ’nın rivayet ettiği bu hadis, tahmin edileceği üzere, Peygamber aleyhissalâtu vesselam tarafından, bir sefer esnasında söylenmiştir. Ama, zamanlaması manidardır. Bir müşrik güruhuyla mücahede uğruna ashabıyla yola çıkan Peygamber aleyhissalâtu vesselam, karşılaşılacak mahalle ulaşıldığında doğruca saldırıya geçmeyi emretmek yerine, ‘güneşin meyletmesini’ beklemiştir. Yani, doğruca savaşmak yerine, savaşsız bir çözüme, yani barışa bir zaman tanımayı tercih etmiştir.

Bunun böyle olduğunu, son sözü “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” olan hadisin önceki cümleleri zaten açıkça belgelemektedir. Kudsî nebî, doğrudan savaşa girişmek yerine ‘güneşin meyletmesini’ beklerken, niye böyle yaptığına şu hadisle açıklık getirmiştir:

“Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Buharî, Cihâd 156, 22, 32,112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20; Ebu Dâvûd, Cihâd 98)

Son cümlesi herkesçe bilinen hadisin hangi şartlarda ve hangi vakitte söylendiği pek bilinmediği gibi, önceki cümlelerinin de pek bilinmiyor olması herhalde dikkat çekicidir.

Halbuki, hem söylendiği zaman ve zemin, hem kendisinden önce gelen cümleler, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisine ve dolayısıyla cihad idrakine bir çerçeve çizerek asıl kıvamını vermektedir.

Demek ki, Peygamber aleyhissalâtu vesselam için bir gerilimi çözmenin öncelikli yolu, savaş değildir. Bilakis savaş, yani kılıçla cihad, barışçı çözüm içeren bütün seçenekler tükendikten sonra başvurulacak en son çaredir.

Nitekim, onun, komutan olarak bir sefere yollarken Hz. Ali’ye verdiği emir de, bu gerçeği bir kez daha teyid etmektedir. Orada da, Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ali’ye, karşılaşacağı müşriklere önce imanı tebliğ ederek İslâm’a davet etmesini emretmiştir. Bu davet reddedildiğinde Hz. Ali’nin komutan olarak yapacağı, yine, savaşa girişmek değildir. Bu durumda, onlar bir barış anlaşmasına davet edilecek; yani kendileri müşrik kalmakla birlikte İslâm’a karşı savaş halinde olmamaları ve yaşadıkları diyarda İslâm’ın tebliğine engel olunmaması istenecektir. Ancak İslâm’ın tebliğine dahi izin vermeyen bir katılık ve karşıtlıkla yüz yüze gelindiğindedir ki, son çare olarak cihad emredilmiştir.

Sözün kısası, ilgili hadiste Peygamber aleyhissalâtu vesselam kılıçla cihadı ancak ‘en son çare’ olarak başvurulması kaydıyla övmektedir. Cennet, barışa fırsat tanındığı halde savaştan başka bir yol kalmadığı durumda kılıçların gölgesi altındadır; barışa asla fırsat vermeden doğrudan kılıçlara sarılma durumunda değil…

Hadis, diğer taraftan, mü’minlerin sahip olması gereken asıl ruh halinin ne olması gerektiğini de açıkça göstermektedir. Bir savaş ortamında, üstelik cihad için yola koyulup düşmanla karşılaşılacak mahalle gelindiğinde ‘güneşin meyletmesini’ bekleyerek barışa zaman tanıyan, sonra da “Ey insanlar! Düşmanlar karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin” buyuran kudsî nebî, böylece, mü’minlerden çatışmacı değil barışçı bir ruh haline sahip olmalarını istemekte; onları gerilimden değil afiyetten yana bir duygu durumuna davet etmektedir.

Barışa fırsat tanınmalı; savaş için yola çıkılırken dahi, savaşsız bir çözüm temenni edilmeli; kalbler ve zihinler bu yönde çalışmalıdır. Savaş, barışçı çözüm seçenekleri tükendiği durumda kullanılacak son çaredir. Bu durumda dahi, mü’minleri yöneten ana duygu, öfke değil, sabır olmalıdır.

Ve ancak bu takdirde, cennet kılıçların gölgesi altındadır.1

1. Hadisin tam metni şu şekildedir:

Resûlullah düşmanla karşılaştığı günlerden birinde, güneşin meyletmesini bekledi. Sonra kalkıp yanındakilere şöyle dedi: ‘Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesindedir.’

Resûlullah sözlerini şöyle tamamladı:

‘Ey Kitab’ı indiren, bulutları yürüten, Ahzâb’ı hezimete uğratan Rabbimiz! Bunları da hezimete uğrat ve onlar karşısında bize yardım et.’”

(Buharî, Cihâd 156, 22, 32,112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20; Ebu Dâvûd, Cihâd 98)

Metin Karabaşoğlu

www.karakalem.net

Stresin en önemli kaynağı nedir?

Bazen gazetelerde insanın tüylerini ürperten resimler görürüz. Çoğunlukla Kuzey Afrikalı fakir ve perişan insanların resimleri… Her biri sanki canlı birer iskelet… Kemiklerle etler arasında nerdeyse mesâfe kalmamış. Bu halleriyle bize olanca güçleriyle haykırırlar: “Biz açız, bize yardım elinizi uzatın!” diye…

İşte maddî açlık insanı böyle perişan, böyle zayıf, böyle güçsüz ediyor… Beride maddî problemleri yok denecek kadar az, ama kendilerini eğlenceyle, sefahatle, içkiyle yahut uyuşturucuyla avutmak isteyen huzursuz kalabalıklar. Bunların dertleri öncekilerinden daha ileridir.

Ruh, beden ülkesinin sultanıdır. Açlıktan kıvranan insanlarda hizmetçi zayıf düşmüştür, huzursuz insanlarda ise sultan perişandır. Birincilere her insaf ve vicdan sahibi acır, merhamet eder. İkincileri ise herkes kınar, herkes onlara düşman kesilir. Halbuki asıl acınmaya, el uzatılmaya muhtaç olanlar bunlardır… Çünkü bunlar hem hastadırlar, hem de ilâç düşmanıdırlar. Bunlara karşı, tedavi ehlinin çok şefkatli ve çok sabırlı olması gerekir. “Fâsıklara ancak ârifler acır.” Abdulkadir Geylâni (ks.)

Bugün huzur ve saadet arayanlar sadece bu insanlar değildir. Hemen herkes bu dertten bir iz taşımaktadır. Öyle ise biz öncelikle kendi nefsimize bir şeyler söylemeye çalışalım:

Neden yer yer ruhî sıkıntılara giriyor, sabırsızlanıyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabıyla ruhumuzu kıvrandırıyoruz. Beden sıhhatimizden, mali durumumuza, toplumdaki itibarımızdan dünyevî zevklerimize kadar her şeyi kendimize dert ediniyor ve bunları çözemeyince de üzülüyor, rahatsız oluyoruz…

Niçin, dünyanın üstünde gezeceğimize altına giriyor, bize hizmet etmesi gereken eşyaya biz hizmetçi oluyoruz.

Bu halimiz ruhumuzu hayli yoruyor ve takatten düşürüyor. Bütün bu olup bitenlere karşı sabırla karşı koymayı da başaramıyoruz. Zira, Üstat Bediüzzaman’ın o güzel teşhisiyle, biz sabır kuvvetimizi maziye ve müstâkbele dağıtıyoruz; hâle karşı sabrımızda güç kalmıyor ve sonunda sıkıntıya, ümitsizliğe düşüyoruz.

Bütün bunların kaynağına indiğimizde şu yanlışla karşılaşırız: “Biz nefsin doymasıyla, kalbin tatmin olmasını birbirine karıştırmışız.”

Yanlış yoldan giden yorulur. İşte bizi yoran, sıkıntıya düşüren ve sonunda perişan eden bu büyük hatadır. Bundan döndüğümüz an huzur ve saadete yönelmiş olacağız.

Nefis şerle beslenir. Şer ise kalbi yaralar, vicdanı rahatsız eder ve huzuru kaçırır. İşte bu fasit daire, stresin ve huzursuzluğun önemli bir kaynağıdır. Bu çemberi aşamayanlar, nefislerini besledikçe kalp ve vicdanlarında huzur melekesini kaybederler. Ve bunun çaresini yeniden nefsin tatmininde ararlar.

Sadece birkaç misâl:

Nefis cimrilikten yanadır. Para biriktirdikçe mutlu olacağını zanneder. Halbuki, kalp ve vicdan muhtaçları doyurmaktan zevk alırlar.

Nefis büyüklenmekten hoşlanır. Kalp ve ruhun rahatı ise tevazuda, alçakgönüllü olmaktadır.

Nefis oyun ve eğlence düşkünüdür. Akıl ise çalışmayı ve gayreti emreder, onunla rahat bulur.

Ve nihayet nefis, fâni ve geçici eşyanın meftunudur. Kalp ise bekâya, ebediyete aşıktır. İşte bütün huzursuzluklar bu çelişkilerin ürünüdür. Ve insan, nefsini beslemekle değil, kalbini tatmin ile saadet bulur.

Ve her türlü bunalım ve huzursuzluğun İlahî reçetesi:

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur). (Ra’d Sûresi, 28)

Maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan insanoğlunun kalbini, ancak Allah’ı zikir, yâni O’nu yâd etme, O’nu hatırlama tatmin edebilir. O halde insan, Ondan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, Ondan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.

Prof.Dr. Alaaddin Başar

sorularlaislamiyet.com

Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

Bu sorunun temelinde “zaman” ve “ezel” kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır. Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir.

“Zaman”, mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde “olaylar zincirinin birbirini takip etmesi”, “mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi” gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahluklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler. Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder.

“Geçmiş, şu an ve gelecek” olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir. Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, “asır, sene, gün, dün, bugün, yarın…” ancak mahlûkat için söz konusudur.

Ezel’e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.

Ezelde “geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk” yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman “devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an…” gibi birimlere taksim edildiği halde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.

Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.) “Allah vardı; beraberinde başka birşey yoktu.”(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.

O halde Cenâb-ı Hakk’ın ezelî olması demek, O’nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne ve tek bir” olan O Vâcib-ül Vücud’un“evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır.

Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir. Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah’ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk’ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O’nunla kıyasa girmez. Zira, böyle bir mukayese, Kadîm’i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile, mahlûku Hâlık ile, sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm’dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.

Bu soru ancak şöyle sorulabilir:

Ezelde Allah vardı. O’nunla beraber hiçbir şey yoktu. O halde ezelde Allah ne yapıyordu?

Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk’a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, birşey yapmamak da O’nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz.

Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:

1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi Zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî Zâtını ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.

Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O’na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O’na mahsustur.

Marifetullah’ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi’râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân’ı bizzat gördüğü halde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:

Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim… “(2)

Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise “Sen kendini sena ettiğin gibisin.” buyurmuştur.(3)

2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi. (4)

O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve “kün” emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa, mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdesin kemâlinde bir artış olmamıştır.

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah’ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebin, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmdur.

Dipnotlar:
—————————————
(1) Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.

(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 2, S:405.

(3) Ebu Davud, Salat 340, (1427); Tirmizi, Da’avat 123, (3561); Nesai, Kıyamu’l-Leyl 51, (3, 248-249)

(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi’nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezelde “inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle “kün” emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu.”

Mehmet Kırkıncı

Kaynak: Sorularla İslamiyet