Kategori arşivi: Yazılar

Ramazan bayramınızı tebrik ederiz

Evveli rahmet, ortası mağfiret sonu cehennem azabından kurtuluş olan mübarek Ramazan-ı Şerifi uğurladık. Ramazan bayramına bizleri kavuşturan Allah’a hamd ve şükürler olsun.

Ramazan Bayramının müminler arasında ayrı bir yeri vardır. Risale-i Nur eserlerinde, Yirmi Dokuzuncu Mektup ’ta “Ramazan Bayramı, her gün tutulan orucun iftar vaktindeki sevinci gibi, tutulan bir aylık orucun toplu bir iftar sevincini ifade eder.” Şeklinde beyan edilmiş.

Ramazan ve Kurban Bayramları Hicretin 2. yılından itibaren idrak edilmeye başlanmıştır. Ramazan Bayramı, bağışlanmış olmanın bir sevinç işaretidir. Bu bağışlanma müjdesini insanlara melekler veriyor. Allah’ın Resulü (asm) buyurmuş; “Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara dökülür ve şöyle seslenirler:‘Ey Müslümanlar topluluğu! Keremi bol olan Rabbinizin rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol bol mükâfatlar verilir. Siz gece ibadet etmekle emr olundunuz ve emri yerine getirdiniz. Gündüz oruç tutmakla emr olundunuz, orucu tuttunuz ve Rabbinize itaat ettiniz, mükâfatınızı alınız’.

Bayram namazını kıldıktan sonra bir münadi şöyle seslenir:

‘Dikkat ediniz, müjde size! Rabbiniz sizi bağışladı, evlerinize doğru yola ermiş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün semâ âleminde mükâfat günü olarak ilân edilir” buyurmuştur. O zaman Ramazan bittiği için değil, günahlarımızın af olduğu için, büyük sevap ve nimete kavuştuğumuz için bayram yapıyoruz.

Hadis-ı şerifte buyuruldu ki:“Bayram sabahı Müslümanlar toplanınca Allah’ü Teâlâ, meleklere, “işini yapıp ikmal edenin karşılığı nedir? Diye sorar.

Melekler de “ücretini almaktır” derler.

Allah’u Teâlâ da: ”Siz şahit olunuz ki, Ramazandaki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızamı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet ve celâlım hakkı için istediklerinizi veririm” buyurdu. (Beyhaki)

Resulullah (asm); “Bayramınızı tekbir (Allahuekber) getirmek suretiyle süsleyiniz.” buyurmaktadır. Dünyanın dört bir tarafına dağılan sayıları iki milyarı aşan Müslümanların aynı anda tekbir getirdiklerini düşündüğümüzde, karşımıza muhteşem bir tablo çıkmaktadır. Yeryüzü âdetâ tek bir ağız olmakta, tekbir getirip namaz kılar gibi bir hale bürünmektedir.

Bayram günleri, ulvî duyguların coştuğu, sevgi ve saygının mü’minler arasında canlandığı güzel günlerdir. Bayramda dargınlar barışır, barıştırılır, kalpler muhabbet, uhuvvet ve şefkatle dolup taşmalıdır. Şefkatte de insanlığa rehber olan peygamberimiz (asm) bilhassa Bayram günlerinde yetimlere sahip çıkar, onları himaye ederdi. Babası bir savaşta şehid olan, kimsesiz kalan Abdullah adında bir çocukla alâkadar olmuş, eve götürmüş, bütün ihtiyaçlarını temin etmiştir.

Bayram, yardımlaşmanın en güzel misalleriyle süslenmelidir. Bayram günlerinde, öncelikle anne- babalarımızı, aile büyüklerimizi, akraba ve komşularımızı ziyaret ederek onların gönlünü almalıyız. Ramazan’da elde ettiğimiz kazanımları ve güzellikleri bayram sonrasına da taşıyarak rahmet ve bereket iklimini yaşamaya devam etmeliyiz.

Ramazan Bayramı tüm âlem-i İslâm’a, bugün İsrail zalimin zulmü altında ezilen Filistin halkına hayırlara ve kurtuluşa vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz eder, Ramazan bayramınızı NurNet adına tebrik ederiz.

08.04.2024

Rüstem Garzanlı

Bilim Tarihinin En Büyük Yalanı: Sebeplerin, sonuçları yaptığına İnandırılmışız!

“Modern – Seküler – Lâik Bilim/selliğe hâkim olan Materyalist – Natüralist – Determinist Epistemolojinin, telkin ve tekrara dayalı, zihnimize dayattığı subliminâl altmesaj ve endoktrinasyonları neticesinde; zihnimiz formatlanıp, yeniden programlanarak; bu virüslü mesaj ve kodlar neticesinde; sebeplerin, sonuçları yaptığına / yapabileceğine inandırılmışız!..”

Ayhan KÜFLÜOĞLU – metabilgi@metabilgi.org – 03.Nisan.2024

1600 – 1700’lü yıllarda, Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeninde doğup ve sonra, kültür ve coğrafyadan bağımsız olarak, tüm dünyayı hegemonyası altına alan ve başka bir epistemoloji, başka bir bilim anlayışı kabul etmeyen, üstelik reddeden; Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Epistemolojisi; Ateist-Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Felsefî Paradigmalar zemininde temellendiği için; gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerini dile dökerken, aksiyomatik olarak, “özne ve failsiz” cümle ve ifadeler inşa eder. Yani: “Tanrı yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin işleyişine karışmıyor(muş)” altzemin ve kontekstinde, ifadeler kulanır. Yani “evrendeki faâliyet ve sonuçlar, Tanrı’nın fiil ve eseri değil(miş)” bağlamında, cümleler inşa eder. Bilinçaltı zihne; bu alt/subliminâl mesajı, telkin ve ilka, kod ve programlayan; kirli – virüslü ifadeler kullanır; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza usulca fısıldar.

Halbuki, “Tersine Mühendislik” Yöntemini kullanıp; “sonuçlar”dan, “sebepler”e gidersek; gözü olmayanın, “görmeyi” ve “görme fiili”ni bilmesi ve buna göre bir  “göz” yapması veya “kulağı” olmayanın, “sesi” ve “işitme fiili”ni, bilmesi ve buna göre bir “kulak” yapması; mantıken muhâl ve mümtenî olması gibi; atom ve molekül veya sistem ve organizasyon olarak; “göz, kulak, bilinç, akıl” gibi duyu ve hislerden yoksun; yani “kör, sağır, şuursuz ve akılsız” ve en önemlisi, “cansız” olan kâinattaki “madde, kuvvet ve enerji”nin; göz ve görme, kulak ve işitme, akıl ve akletme gibi, fiil ve eser ve sonuçlara; “sebep” olmaları, olabilmeleri; mantıken muhâl ve mümtenî’, imkânsızdır…

Sırf eser/sonuçlardan önce geldikleri için ve devamlı, sonuçlarla bitişik ve ardarda/ardışık geldikleri için ve sonuçlara (nesne ve eserlere), “ısı, ışık, çekme – itme, basınç” gibi kuvvet uyguladıkları için, bunlara “sebep” ismi vermek ve sonra, sonuçlara, “sebep” olduğuna, olabileceğine inanmak, ma’kûl değil. Sebeplerin, sonuçları yaptığına ve meydana getirdiğine inanmak, mantıklı değil.

Sonuçlara, sebep olduğuna inandığımız bu “somut madde ve enerji” ve “soyut kanun ve mekanizmalar”, gözümüzün önünde olduğu için, arkasındaki dağ gibi “Büyük Kuklacı”yı gözümüzden gizleyen bir kibrit çöpü gibidir ki; gözümüzün önünde durduğundan, arkasındaki koca dağdan daha büyük görünüp, o dağı görmemize mâni, yani perde olmaktadır. Oysa, hayvan değiliz ki; sadece gördüğümüzle yetinelim, sadece gördüğümüze inanalım! Şapkadan tavşan çıkıyor diye, şapkanın tavşan doğurduğuna inanalım!…

Bir bilardo topunun hareketini, diğer bir bilardo topunun çarpmasıyla, nedenselleyebilir ve aklı, buna ikna edebiliriz ama milyarlarca bilardo topunun (yani atomların), “kütleçekim – elektromagnetizma vs…” rüzgarlarının, bilardo toplarını birbirine çarptırması sonucunda; ortaya, meselâ bir “insan” veya “ağaç” çıkmasını; Bilim/sellik Epistemolojisinin, bu analitik – tikel – indirgemeci, varlık tasavvur ve kurgusuyla açıklayamayız. Bu determinist – natüralist epistemoloji ve ontolojisiyle, nedenselleyemeyiz.

Zarların devamlı altı altı gelmesi gibi, devamlı gerçekleşen bu olayları; yani zarların devamlı düşeş gelmesini “tesadüf”le de açıklayamayız! Zarlarda bir hile ararız yani. Olanlar, arasıra olsa, tesadüfe verilebilir belki ama kâinatta zarlar devamlı düşeş geliyorsa; halâ tabiî sebep ve tesadüflerle olduğunda ısrar etmek, inattan başka birşey değil! Yani: Evrendeki bu fiil/faâliyetleri; atomlara, muhalif yönlerden gelen etkiler sonucu; bu atomların çarpışma – birleşmeleriyle açıklayamayız. Çeşitli yönlerden birbirlerini itme-çekme ve çarpışma-yapışma-ayrılmalarıyla nedenselleyemeyiz; aklı buna inandıramayız.

Evrende devamlı olagelen bu fiil ve olayları, “doğa, fizik – kimya kanunları”yla da açıklayamayız. Çünkü ve zaten: “Kanun” varsa; madde – enerji ve atomları, o kanuna uymaya sevkeden bir kuvvet, bir fail ve programlayıcı var demektir. Çünkü: Soyut ve zihnî olup, hiçbir somutluk ve maddîlikleri olmayan; yani fiziksel bir vücud/mevcudiyetleri olmayan “Doğa Kanunları”nın; somut maddeye etki edip, o madde ve enerji ve atomları, bir yerlere sevketmesi ve üç boyutlu belli koordinatlarda durdurup, “canlı insan” inşa etmesi, hattâ “cansız masa” bile inşa etmesi; “kanun” (Doğa Kanununun) tanımı icabı imkânsızdır. Çünkü dediğimiz” gibi; “soyut ve zihnî” yasa ve kanunların, “somut ve haricî” maddeye, kuvvet uygulamaları ve madde ve atomları, belli noktalara yönlendirmeleri ve bir noktada sabitlemeleri mümkün değildir.

Çünkü: Zihnimizdeki kanunu, kâğıda yazıp; meselâ “Kırmızı ışıkta duracaksın” kanunu var diye; zihnimizdeki, kâğıt üstündeki o kanuna, akılsız-cansız atomlar uymaz; bu kanunda bir yaptırım kuvvet, yani emir ve zorundalık görmezler.

O hâlde: O kanunu yazan, o kanunun uygulama ve müeyyidesini de yazıyor ve madde’ye uyguluyor, yaptırıyor ki; “madde” o kanuna, “haberi olmadan” uyuyor! O hâlde: Kâinatta sabit ve genelgeçer olan kanunları yazan ve atomlara emredip, atomları kudretiyle sevkeden ve emir-kural-kanunlarını uygulatan bir “kanunkoyan”, bir “Hâkim–i Hakîm” var…

Başka bir örnek: Anne karnındaki bebeğin, gelecekte doğunca süt emmesini amaçlayan, plânlayan ve bilen bir sebep, yani Rabbimiz; o bebeğe, daha doğmadan anna karnında parmağını emme stajı yaptırarak, bu dünyaya hazırlıyor… Demek: Ancak geleceği plânlayan ve bilen biri, “şimdi ve geçmişi” yazabilir; senaryonun bütününü bilen biri ancak, bu kurguyu tutarlı olarak tasarlayıp, yazabilir ve maddeye o rolü verebilir. İnsan ve hücrelerini, o yöne sevkedebilir; hücreleri, önceden belirlenmiş koordinatlara çekebilir ve/veya itebilir…

Başka bir yazının konusu olmak üzere, buraya şu notu da düşmek gerekiyor ki; sebeplerin, kâinattaki fonksiyon ve hikmet ve rolü biraz netleşsin:

Birşeyin yokluğunun sebebi, varlığının da sebebi demek değildir… Yani: Katil, katl/maktulün “sebebi” diye; aynı katil, o “maktul yaşarken de, yaşamasına sebepti” diyemeyiz Aynen bunun gibi: Meselâ suyun yokluğu, bitkiyi susuz bırakmak; bitkinin kurumasına, ölmesine “sebep” oluyor diye (yani ademî sebep); aynı “su” için, “bitkinin yaşamasına ve büyümesine de sebeptir” diyemeyiz! Bu, mantık kurallarına aykırı olur…

Elhasıl: Kâinatta hiçbirşey, “mümkün” olduğu için olmuyor. Ama biz, devamlı olageldiği için, “mümkün(müş)” zannediyoruz! Bu, bize zihnimizin bir oyunu!

Bugünkü aklımızla, 15 yaşında dünyaya doğsaydık: “Beni buraya kim getirdi, nereden geldim, niye geldim!?… Aaa! Çok tuhaf!; Yumurtanın içerisinden ‘kuş’ çıkıyor!… Ayağımla basıp, elimle ufaladığım, renksiz, tatsız, kaba topraktan; çeşitli renk ve tatta, sanat eserleri çıkıyor!…” diye herşeye, her yere hayretle bakardık. Ama doğarken başlayan ülfet ve alışkanlık, bakışımızı büküyor! Herşeyle kurmamız gereken ünsiyeti kuramamamızın bedeli, ülfetimizle ödeniyor maalesef!…

Evet; herşeyin bir bedeli var: “Kâinattaki herşey; tabiî sebeplerle, yani maddenin tabiât ve özellikleri icabı, kendi kendine (yani failsiz ve ustasız) ve tesadüfen olması mümkün ki oluyor; oluyor ki demek ki olması mümkün” şeklindeki; kısırdöngüsel (kuyruğunu ısıran yılan gibi, fasid daire); yani delil ve müddeâ, sebep ve sonucun devamlı yerdeğiştirdiği totolojik, fasid kıyasına inanırsak; kendini gerçekleştiren inanç (veya iddiâ, kehanet) gibi; bize herşey öyle görünür. (Birileri beni takip ediyor veya insanlar, beni sevmiyor diye inanan birinin; insanlardan gördüğü her davranışı, öyle yorumlama ve anlamlandırma, yani öyle görmesi gibi.)

Elhasıl: “Allah yok(muş), görmüyor(muş), bu işleri o yapmıyor(muş)!” gibi inanır veya davranırsak; Rabbimiz de bize, öyle davranır! “Yok(muş)” gibi davranır! “Ben kulumun zannı üzereyim…” Hadis-i Kudsî’sine bu açıdan da bakılabilir.

Önceki yazılardan: “Sormadığımız sorunun, cevabını göremeyiz… Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz… O hâlde; doğru cevaplardan önce, doğru soruları sormayı öğrenmeliyiz… Neyi ararsan, onu bulursun… Aradığın şeyi, kaybettiğin yerde ara… Doğru soru, ilmin yarısıdır…” gibi ifadeleri hatırlayanlarımız vardır muhakkak. İşte biz de; olaylara, olanlara, olgulara doğru sorularla yaklaşırsak, ancak o zaman görebiliriz, oradaki, olanlardaki cevabı! Yoksa; “Bu son paragrafta kaç tane ‘s’ harfi var?” sorusunu sormadan; o cevabı aramayız, görmeyiz, farketmeyiz!…

O hâlde kâinata bakarken, doğru soru nedir?, Evrene hangi soruların ışığında bakarsak, cevaplar görünür olur ve anlam arayışı son bulur?

Zekat malın bereketine, sadaka belanın def’ine vesiledir

Ramazan ayı maddî ve manevî birçok güzelliklerin bir arada yaşandığı, duygu ve hissiyatın da öne çıktığı mübârek bir aydır. Dinî açıdan taşıdığı önemle birlikte mü’minler arasında sosyal açıdan da yardımlaşma ve dayanışmanın en yüksek olduğu aydır.

Hazreti Muhammed (asm) “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, o oruçlunun alacağı sevabın aynısı iftar ettirene de yazılır ve oruç tutanın sevabından da bir şey eksilmez.” buyurmuş.

Cenab-ı Allah (cc) bu dar-ı dünyada geçim cihetiyle kimi zenginlikle; kimi fakirlikle imtihana tabi tutmuştur. Zenginler muhtaç ve fakir insanlara şefkat elini uzatmakla mükellef kılınmıştır. İnsanoğlu, bütün varlıklara karşı duyarlı ve şefkatli olmalıdır. Şefkati olmayanın Allah’ın rızasını kazanması da mümkün değildir.

Ben fakir bulamıyorum bir sadâka vereyim, herkesi kendi gibi zengin görüp yardım etmekten imtina edenler. Bahane aranmazsa herkes kendinden bir cihetle daha fakiri bulabilir.

Nice servet sahipleri gördük, fakir ve muhtaçlara zekât ve sadâka vermekten çekinip sahabe Sâlebe durumuna düştüler. Ölüm için kimsenin elinde senet yoktur. Belki bugün belki yarın an meselesi…

Bir gün Resulullah (asm) sahabelerle sohbet ederken yere üç çizgi çeker. “Birinci çizgi insan, ortada ki ecel, üçüncü çizgi ise tul’ü emeldir” buyurur. 

İnsanoğlu büyük iş ve işlemlerin peşinde çırpınırken ecel ortada onu yakalayıverir. Sabit zannedilen bu dar-ı dünya bir an-ı seyyâle gibi geçiyor. Bundan dolayı ömür sermayesi malâyanî şeylerle değil; meşrû dairede çalışıp, muavenet ve teâvünde öncü olmak lâzımdır.

Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuş: 

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” “Dicle kenarında kayıp olan bir hayvandan” kendini mesul gören ve ekmeği olmayan aç bir aile için sırtına aldığı un torbası ile sosyal adalet ve hayat-ı içtimaiye içinde medâr-ı fahr olan Hazreti Ömer’in (ra) adaleti bin dört yüz seneden beri iftiharla yâdediliyor.

Hazreti Ömer (ra) Halife olmasına rağmen sosyal yardımlaşmada öncelikle fert olarak toplum karşısında sorumluluğunu göstermiştir. Demek ki, evvelâ kişi topluma karşı sorumluluk bilincinde olmalıdır.

Bir zengin zekâtını fakire verdiği zaman, fakir de o zengine karşı hürmetkâr olur. Hele Müslüman toplumu içerisinde yardımlaşmanın vasıtası olan zekât İslâm’ın köprüsüdür.

Yoksa “Ben tok olayımda başkası açlığından ölürse ölsün bana ne”2, derse o zaman fakir de zengine karşı kin ve adâvet besler, zengini düşman görür. Hatta asayişi bozmaya kalkar, memleket dahi huzursuz olur.

Hülâsa: Bu mübârek Ramazan-ı şerifte sevabı birden bine çıkan yardımlaşma elimizi açık tutalım. Zekât İslâm’ın şartı, sadâka ise onun ziynetidir. Biri malın bereketine, diğeri belânın def’ine vesiledir. Vesselâm…

02.04.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Sünen-i Tirmizi.

2- İşaratü’l- İ’caz s. 49.

Muhabbete, muhabbet edelim

Evvelâ muhabbeti, muhabetullah olarak görmemiz lâzım. Çünkü muhabbetullah, Allah’ın kemâl ve cemâlini idrak, takdir ve takdis edebileceğimiz ölçüde kalp, ruh ve aklımızda yerleşen bir esastır. Cenab-ı Allah (cc) insanın kalbine muhabbet kabiliyeti lütfetmiştir ki bu muhabbetin de esası Allah’ı ve sıfatlarıyla birlikte tanımak ve O’na kulluk görevi yapmaktır. Aslında ne kadar güzellikler varsa O’nun zatının güzelliğindendir. Bunun için “muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücudu…” 1 olmuştur.

Bundandır ki, insanoğlu her hoşuna giden şeye bir şekilde muhabbet besler. Meselâ aile hayatının esası ve devamı muhabbete bağlıdır; muhabbet kalktığında aile hayatı bozulur. Cemaatlerin rabıtası, ittihad ve tesanüdünü sağlayan muhabbettir. Cemaatlerin şirket-i manevîyesini teşkil eden gene muhabbettir. Hatta bir devletin devamı ve bekası da yöneticiler ile yönetilenler arasındaki bağı kuran gene muhabbettir. 

Aralarında muhabbet bağı koptuğu an, memleketin huzuru da bozulur.

Demek ki, “insan-ı mü’minde, hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedid alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i İlâhiyenin tereşşuhatıdır.” 2

Keza, “Bütün kâinâtın mâyesi muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbettir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve câzibe kanunları muhabbettendir.” 3

Said Nursî Hazretleri hayatı boyunca gerek tefekkür sahasında, gerek ameli hayatında muhabbet düsturuna önem vermiştir. Kendine düstur edinen muhabbeti talebelerine de Kur’ân’ın hizmet metodunda muhabbeti öncelikli düstur edinmiştir.

Risale-i Nur’un dört esasından şefkat ve tefekkür düsturu muhabbete dayanıyor. Bediüzzaman Hazretleri sadece insanlara değil, kâinatta bulunan on sekiz bin âleme canlısı-cansızı her şeye muhabbet göstermiştir.

Kara sineklerin istirahatını bozmamak için elbisesini ipe astırmamış, yediği çorbanın tanelerini karıncalara ikram etmiştir. 

Konumuzu Bediüzzamanın şu ifadeleriyle özetlemek isterim: “semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelâl’inin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san’atını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.”  4

Haydi, zikir ve tefekkür için, ittihad ve tesanüd için, hâlisen lillâh için muhabbette buluşalım.

Rüstem Garzanlı

28.03.2024

Dipnotlar:

1- Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal, s. 574.

2- Lemâ’lar, On Birinci Lem’â, s. 187.

3- Sözler, s. 624.

4- Barla Lâhikası, s. 260.

Şark’ın Alimleri Bediüzzaman’ı anlatıyorlar!

“Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.”

23 Mart deyince çağımızın İslam âlimi ve mütefekkir, Risale-i Nurların müellifi Said Nursi hazretlerinin vefat yıl dönümü akla gelir. Hadis-i Şerifte Efendimiz (asm) şöyle buyurmuş: “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” 1,

Keza, Enes (ra) anlatıyor: “ Resulullah (asm) buyurdular ki: “Bir mü’min için mutlaka  (semadan)  iki kapı vardır: Birinde ameli yükselir, diğerinden de rızkı iner. Bu mü’min ölünce her iki kapı da ağlarlar.” 2, Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar, denizdeki balıklar bütün mahlûkat ağlar.

Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden Kur’an-ı Kerim‘de mealen şöyle buyurmuş: “Ne gök ne yer onların üstünde ağlamadı”3- Bu ayetin mefhum-u muhalifinden (karşıt) şöyle anlaşılıyor: Ehl-ı imanın dünyadan gitmesiyle “semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

Şarkın âlimleri Bediüzzamanı anlatıyorlar!

Seyyit Muhammed el- Arapkendi anlatıyor:

Said Nursi hazretleri 23 Mart 1960’te Urfa’da vefat ettiği gün semavat ve zemin ağladığını tarikat şeyhlerinden Seyyit Muhammed Arapkendi hatıralarında şöyle ifade buyurmuş:

Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı Arapkend Köyü’nde ikindiye yakın bir vakitte hava aniden kararmıştı. Şimdiye kadar hiç görülmeyen boğuk bir hava ortalığı kaplamıştı.

Gökyüzü akşam ile yatsı arası gibi bir havaya bürünmüştü. Ardından yağmur yağmaya başladı. Yağmur, normal bir yağmura benzemiyordu. Yağmur değil sanki bulutlardan kan yağıyordu. Sabah olup gün aydınlanınca gözün gördüğü her şey; taş, toprak, ağaçlar kana bulanmış gibi kıpkırmızı olmuştu.

Seyit Muhammed Arapkendi Hazretleri, havadaki bu durumu görünce cemaatiyle birlikte cami balkonuna çıktı ve havaya bakarak:  “Allah muhafaza buyursun. Böyle bir hava Hz. Hüseyin’in (ra) şehit edildiği günde de görüldüğü rivayet edilmişti. Bu hava büyük bir musîbetin habercisi ve büyük bir zat vefat edince olur.” dedi.

Seyyit Muhammed Arapkendi Hazretleri ertesi gün öğle saatlerinde Bediüzzaman Said Nursî’nin (ks) vefat haberini alınca çok üzülür. Bediüzzaman Hazretleri’nin mübarek ruhuna Fatiha okuyarak duâ eder ve şöyle der: “Bediüzzaman’ın bu kadar büyük bir zat olduğunu bilseydim mutlaka ona ulaşır; onu ziyaret ederdim.” Şeklinde ifade etmişlerdir.

Şeyh Seyda el- Cezerî, Bediüzzamanı anlatıyor:

Şeyh Muhammed Said, bölgede “Şeyh seyda” sıfatıyla tanınan bir Nakşibendi tarikatı şeyhidir,1890’da Cizre’de doğdu, 1968 yılında Cizre’de vefat etti. Binlerce müridi olmuştur. Türkiye’de olduğu gibi Suriye, Irak ve İran’da da bağlıları vardır. Bediüzzaman hazretiyle manevi âlemde müşküllerini halleden, Bediüzzaman “yalnız benim değil, bütün âlem-ı İslam’ın üstadıdır. Ben o zata talebe olmanın şerefiyle huzur- u İlâhiye’ye çıkmak istiyorum,” diyen bir zattır.

Cizre’den Şeyh Seyda bir grup halifesi, seveni ve müritleriyle beraber Urfa’da Bediüzzaman hazretlerini ziyaret etmek istemişlerdir. Ancak Mardin’ne bağlı Midyat ilçesine vardıklarında Bediüzzamanın vefat haberi ulaşır, orada gıyabı cenaze namazını kılarlar.

Molla Ramazan Kurt Bediüzzaman’ı anlatıyor:

Molla Ramazan Kurt 1932 Siirt’tin Kurtalan kazasına bağlı Uşiyê köyünde doğdu, küçük yaşta medrese tahsiline başlamış, medrese usulü sıradaki kitapları ilerleyince, Kurtalan’a bağlı Zokat köyünde Şeyh Muhammed Cüneydi el- Zokaydi’nin yanında okumaya başlamış. Medrese tahsilinden sonra imamlık, müderrislik ve Kur’ân kursunda hocalık yapmıştır. 93 yaşında El’an Erzincan’da ikamet etmektedir. 1958’lerde Risale-i Nurlarla tanıştığı günden bu güne kadar Risale-i Nur’ları okuma ve mütalaası ile meşguliyeti devam ediyor.

Molla Ramazan ile bir sohbetimizde, hasta olmasına rağmen, konu Bediüzzaman Said Nursî olunca rahatsızlık emaresi onda kalmadı, konuştukça adeta rahatlıyor, rahatladıkça üstadı Said Nursî’den bahsediyordu. Sorduğum suallerime Risale-i Nur penceresinden ezbere anlatıyordu.

Ramazan hocanın unutulmaz sohbeti ve hatıraları ile çok mesrur oldum. Sohbeti hepsi de yazmaya, anlatmaya değer, ancak bir hatırasını siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim, şöyle.

Molla Ramazan anlatıyor: Kurtalan’dan iki talebe arkadaşımla 1951 veya 52 yılında yayan Cizre’ye şeyh Seyda’nın ziyaretine gittik. O zaman Şeyh hazretleri Cizre’den 6-7 Kilometre uzaklıkta Serdâhlê yaylasında olduğunu söylediler. Biz de yaylaya gittik. O gece caminin damında yattık.

Sabah namazı ezanı birisi okudu, böyle ezan okuyan memleketimizde yoktur dedim. Acaba, Bilal-i Habeşi mi manen buraya geldi. Sesi, sedâsı ve kıraati mükemmeldi. Cami misafirlerle doluydu, her kesimde insanı görebilirsin. Kamet getirildi, namazı kıldık, şeyh hazretleri namazdan sonra evine gitti.

Şeyhin halifeleri, imamları, talebe ve misafirleriyle kuşluk vaktinde sabah kahvaltısını caminin avlusunda yaptık. O arada ezanı okuyan esmer adama biri dedi ki: Nereden gelmişsin? O da Irak’tan geldim, Irak’ta muhabirim matbaam var. Gazetemin bir sayfasına Risale-i Nur’ları yazıyorum. O zaman şeyhi ziyaretine hem de tarikatına girmek için mı buraya geldiniz.

Irak’lı genç : Hayır, ben Isparta’ya Bediüzzaman’ı ziyarete gideceğim, dedi. Bediüzzaman hazretleri Said-i Meşhur lakabıyla biliniyordu. İnsanlar, Medine’den gelip şeyhin tarikatına giriyorlar. Sen şeyhin tarikatına girmeyip Said-i Meşhurun yanına, Isparta’ya kadar gideceksin, dedi.

Irak’lı dedi ki: Eğer Bediüzzaman beni beş dakika kabul ederse burada ki şeyhin kırk sene sohbetine tercih ederim. O asrın Mehdi-i a’zamıdır, dedi. Böyle söyleyince sanki kıyamet koptu, orada bulunan Molla Halil, Irak’lı kardeşimiz doğru söylüyor. Bediüzzaman ahir zamanın Mehdi-i a’zamıdır, dedi. Ortalık daha da kızıştı, durumu Seyda’ya intikal etmek üzere biri Şeyh Seyda’nın evine gitti.

Kurba,(saygı ifadesi) halk bir birine girmiş, deyince, Şeyh Seyda hemen camiye geldi, halifeler imamlarıyla, ağalar hizmetçileriyle velhasıl tüm kesimden şeyhi ziyarete gelenler vardı, ayağa kalktık. Seyda “Hele oturun… Oturun,” dedi. Aranızda ne var diye sordu? Halifelerinden biri, kurba, Molla Halil, Said-ı meşhur için Mehdi diyor. Bunun için itirazımız var.

Şeyh Seyda: Molla Halil doğru söylüyor, Bediüzzaman hazretlerine hangi fistan giydirseniz giydiriniz onun kametine az gelir. Mehdilik bile ona azdır. Ona peygamber demeyin, ne derseniz deyin. Şeyhin bu ifadelerinden sonra ortalık sakinleşti. Irak’lı muhabir de Isparta’ya gitmek üzere yayladan ayrıldı.

Bu arada, Molla Ramazan ağabeye, Bediüzzaman hazretleri için kısaca duygularınızı alabilir miyim? Dedim.

Molla Ramazan: Bediüzzaman hazretleri bütün Nur talebelerinin imamıdır. Bütün Müslümanların imamıdır. Bütün muvahhidinin imamıdır. Bediüzzaman hazretleri ahir zamanın Mehdi-i muntazırıdır.

Bediüzzamanı bihakkın tanımak için, ancak onun eserleri olan Risale-i Nur külliyatını hakkıyla, düşüncesiyle, tefekkürüyle ve büyük bir itina ile okunursa Bediüzzamanın büyüklüğü o zaman eserleriyle bilinir.

Son sözüm: Lahikaları günde beş sahife de olsa okuyalım, Lahikalar Risale-i Nur’ların adeta tekerliğidir, nasıl bir tren tekerleksiz yürüyemezse, bu hizmette Lahikasız yürümez. Üstat, talebelerinden gelen mektupların önemine binaen Risale-i Nur külliyatına koymuştur. Lahikaları mutlaka okuyalım, okuyalım ki, bu cadde-i Kübra’da istikrarlı yürüyebilelim… Her kesi muhabbetle kucaklar, fiemanelillâh….

23 Mart 2024 Bediüzzaman hazretlerinin vefatının 64. Yıl dönemi münasebetiyle bir kez daha rahmetle yad eder, ruhu şadolsun…

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar: 1- Derimi, mukaddime  32.1/ 351. 2- Kütüb-ü sitte, Tercüme ve Şerhi.3- Duhan sure 44/Ayet,29