Kategori arşivi: Hatıralar

Risale-i Nur Hizmetiyle Alakalı NUSRET KOCABAY AĞABEYLE ROPÖRTAJ

Risale-i Nur Hizmetiyle Alakalı NUSRET KOCABAY AĞABEYLE ROPÖRTAJ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Risale-i Nur, ahir zamana mahsus, i’caz-ı azam-ı Kur’an’dan telemmu etmiş beşer için hidayet-i âmmedir. Cenabı Allah bizi ve sizi ve bütün nur talebelerini Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerin şahs-ı manevisine layık kılsın.

Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerin şahsı manevisinin liyakatini bahsediyoruz. O liyakati kesb eden bir nur talebesi çok istifade eder. Risale-i Nur’un tefeyyüzatından hikmet ve hakikatinden marifeti kesbeder, arif-i billah olur.

Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı manevisinin liyakatini kesbetmese, Risale-i Nur’un füyuzatlarından hikmet ve hakikatlarından biraz mesafeli gidiliyor, o pek hoş olmuyor. En güzeli, en âlâsı, en ahseni; Risale-i Nur’u kendi ikliminde birinci derecede yaşatmak lazımdır ki şahs-ı maneviye liyakatini kesbetsin.

Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden hakikati azimesi ise doğrudan doğru bu noktaya dayanıyor. Risale-i Nur talebesi, Risale-i Nur’un manevi iklimini itikadında, ihlâsında daima birinci derecede yaşatmak lazımdır ki, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerin zümresine iltihak etsin.

Maneviyat ikliminde maddiyatı birinci derecede tutanlar, muhakkak Risale-i Nur’u müesseseleştirmek ve Risale-i Nur’u Üstadımızın meslek ve meşrebine muhalif, istiğna ve feragat düsturlarına muhalif -Cenab-ı Allah muhafaza buyursun- maddeye müteveccih götürmek isteyenler oluyor. O zaman dershanelerimiz otele dönüyor. İhlâs, sadakat, muhabbet, metanet tamamen zarar dide oluyor. Öyleleri hakikate müteveccih gidemez. Gidemiyor ve gitmediğini de görüyoruz. Cenabı Hak bizi ve sizi muhafaza buyursun. Yani bu anlamda çok dikkat etmek lazımdır.

Bakıyoruz, bir kısım Risale-i Nur’un müdebbir ünvanını almış, hem de öncü olduğunu zanneden kendine vakıf ünvanını takmış birileri var ki, onun ikliminde sadece madde hâkim olduğu için, bakıyoruz hizmeti de semeradar olmuyor. Öyle yerlerde dershaneler, medreseler, hizmet biraz tevakkuf durumuna giriyor. O müdebbirlerin ve o şahısların âlemlerinde Risale-i Nur birinci derecede yaşanmadığı için, madde hükümran olduğu için, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil edemedikleri için orada hizmet tevakkuf eder. Cenab-ı Hak bizi muhafaza etsin. Cenab-ı Hak Risale-i Nur hizmetine fütur vermesin.

Nur talebesi, nur camiasında herkese karşı kendini mütevazı suretiyle, yani gösteriş şekliyle mütevazılığı göstermek değil, gerçekten kendini herkesten daha aşağı, daha kıymetsiz, daha mücrim, daha müflis olduğunu müşahede etmesi lazım. Bir nur talebesi kendini mütekebbirane yüksekten bakmak gibi, hizmeti kendi şahsında görmek gibi haletlere girdiği anda velev daire içinde görünse de, hakikat muvacehesinde onun görünmesi sathi ve suridir. Onun hizmeti pek âli değil.. Çünkü ihlâs-ı tammeye müteveccihen hizmet ve akide, itikat ve sadakat, metanet ve muhabbet kanadını doğru götürmediğinden burada biraz korku vardır. Cenabı Allah bizi muhafaza buyursun.

Hakiki olarak bir nur talebesinin, gece gündüz her an manevi ikliminde Risale-i Nur’un cereyan etmesi lazımdır. Risale-i Nur’la uğraşması lazımdır. Eğer okumak, eğer mütalaa etmek, eğer ders okutturmak, eğer dersi dinlemek… Bununla da bitmiyor. Böyle yapsa da tamam değildir. Risale-i Nur okumuş olduğu dersleri, yani kanaat ve sadakat, metanet ve muhabbet, tesanüt ve tefani ve mahviyeti ruh dünyasında kazanmak lazımdır ki, Risale-i Nur orada semeradar olsun. Allah hizmetimizde bizi, sizi Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine layık kılsın. Son nefesimize kadar imanımızı daim kılsın.

Bir de şu husus vardır; Risale-i Nur dairesi bir camiadır. Bir cemaat-i azimedir. O cemaatin içinde küçük küçük cemaatler vardır. Hepsi tamamen bir cemaattir. O cemaatlerdeki şahısların meşrep farkı olabilir. Amma meslek, hedef bir olduğu için, onları da aynı kendisi gibi bir dava kardeşi olarak hizmetin başında bulunan ve ehl-i hizmet olduğunu hüsnü zan ile, onları öyle müşahede etmek lazımdır.

Aman aman: “Yani ben nurcuyum, öteki hâşâ bilmem böyledir. Yani isim vermek, “o falan cemaattedir, bizim cemaatimiz başkadır” gibi demek hatadır. Yalnız yine kendi meşrebini muhafaza etmek olabilir ki, inşallah o meşreb de Risale-i Nur’un meşreb-i kudsiye-yi Kuraniyesine mutabık olacak. Eğer ona mutabık olmak için gayret etmiş ise, inşallah mutabık olacak.

Allah’ın izniyle bir nur talebesinin ihlâs, itikad akide ciheti sarsılmaz. Çünkü bunlar ezeli mevhibe olduğu için onlar devam ediyor ve devam edecek. Kıyamete kadar değil, ebede kadar devam edecek. Bir nur talebesi ebede kadar bu nur ile uğraşacak, bu nur ile beraber olacak.

Cenabı Allah bizi ahirzamana mahsus zuhurata mebni, nüzulün sırr-ı hakikatına matuf, ahirzamanın eşrat-ı kıyameti hengâmında büyük bir vazife ile tavzif etmiştir. Onların yüzü hürmetine, Cenab-ı Allah bizi de onlardan eylesin.

Aman aman, hiçbir zaman maddi ciheti nazarınıza almayın. Maneviyatı nazarınıza alın. Bu cümleyi çok tekrar ediyorum. Maddi masrafların tasarrufatı ile manevi semerelerin istihsalini dengede tutmak Risale-i Nur hizmetinde, davasında çok mühim bir meseledir. Öyle yapmak lazımdır ki, hizmeti semeradar olsun.

Ama madde cihetinde üç katlı, beş katlı, yedi katlı dershaneler yaparsın, ama semereye bakar isen, maddi masarifin tasarrufu çok, ama bakıyorsun semere yok. Burada çok üzülmek lazımdır. Durum çok acıdır. Cenab-ı Hak muhafaza buyursun. Bunun hesabını vermek de çok zor.

Bir nur talebesi kendini hiç kimseden üstün görmeyecek. Vazife ve hizmet cihetiyle bir kutb-u azamdan çekinmeyecek. Mütezelillane değil müstağniyane onun elini öpüp, bu hakikatleri kutb-u azama dahi okuyacak, ona tebliğ edecek. Çünkü tebliğ etme vazifesi çok âlâ. Bir nur talebesi bu âli vazifesini bildikten sonra nefis cihetinde kendini herkesten aşağı görmesi Üstadımızın emridir. Bu emre mebni çok dikkat etmek lazımdır.

Bir nur talebesinin imanla kabre girmesi katiyetle hükümdür. Eğer remzi, eğer işari, eğer telmihi, eğer mana-yı sarihi cihetinde dahi bu hakikatler çok tebeyyün etmiştir. Nur talebesi iman ile kabre girecek, ama iman ile kabre girmek iki şarta bağlıdır; Biri kanaat, biri sadakat. Risale-i Nur’un kanaat ve sadakati ile mücehhez olan bir nur talebesi inşallah, ümit ederiz, iman ile kabre girecek.

Şimdi, dikkat edin, bir nur talebesi sefine-i hidayette bir hademedir, hademelerdir, çalışıyorlar, ümmet-i merhume bu asırdaki derya-yı dalalette sahil-i selamete çıkarmağa muvazzaf oldukları için, çok dikkat etmek lazımdır, sarsılmamak lazımdır. Çünkü muzır mânialar ve şeytanların hücumu hizmeti kudsiyede öne çıkacak, şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşacak. Onun için çok dikkat etmek lazımdır. Her nur talebesi son nefesine kadar davaya sadık kalmak lazımdır. Risale-i Nur davasında tasavvufta olduğu gibi bir şahsa merbutiyet değil, doğrudan doğruya Risale-i Nur’a ve onun şahs-ı manevisine müteveccihen bakacak ve davaya kanaat edecek. Aziz kardeşim, ben pek meramımı anlatamıyorum.

Necati Zamur:

– Seyda Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi derken ne anlayacağız?

– Şöyle anlıyoruz. Risale-i Nur i’caz-ı azam-ı Kur’an’dan geldiği için, ahirzamandaki zuhurattır; Kur’an’ın zuhuratı. Bu ise ferdiyet makamının sırrı hakikatini nazara veriyor. Burada mehdiyet vücuda geliyor. Bu ise şahs-ı manevi dediğimiz bir hakikati nazarımıza veriyor.

Şahsi manevinin hakikati ise, doğrudan doğruya sırr-ı vahyin feyzinden telemmu eden bir hakikattir. Ahirzamandaki doğrudan doğruya âyât ve hadisten alınmış olduğu bir tavzif, bir vazife, bir hakikattir. Hz. İbrahim (AS)’ın âli, nübüvvettir. (soyu peygamberlerle devam ediyor.) Resul-u Kibriya (AS) âli, velayetten geliyor. (soyu velayetle devam ediyor.) Hatem-i divan-ı nübüvvet, Habibullah’tır. Hazret-i İbrahim’in nokta-i müntehası, Habibullahtır. Âl-i Muhammed(a.s.m)nokta-i müntehası ise, ahirzamanda gelmiş olan o şahs-ı manevidir.

Üstadımız kendi şahsiyetini merciyetten azlediyor. Ona bir makam verilse, Üstadımızın ruhu kabul etmiyor. Şahs-ı maneviye nazarları çeviriyor. O şahs-ı manevi ise, ise Risale-i Nur’un şahs-ı manevisidir. O şahs-ı manevi, âli Muhammed silsile-i nuraniyesinden gelen en son veraset-i nübüvvet ünvanıyla mücehhez olan bir zümredir. O zümre ise, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtlerin şahs-ı manevisidir. Onlar, sırr-ı veraset-i nübüvvetin ünvanına haiz zatlardır. Risale-i Nur’un şahsi manevisi âl-i Muhammed(a.sm)ın en son nokta-i müntehasıdır. O ise, ahirzamanda muvazzaf, vazife başında olan bir hizmet-i âliye-yi azimedir. Buna da çok dikkat etmek lazımdır.

Şahs-ı manevi deyince Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi yani bu günkü hizmetin, davanın Risale-i Nur’un inkişafı ve gittikçe âlem-i İslamiyet’e tesiratı zahiri manada ve hakiki manada herkese tesiratı vardır. Bu kimsenin irşadı değildir. Yani bu tesiri vakıflara, ağabeylere, Risale-i Nur camiasındaki şahsiyetlere vermemek lazımdırBu şahs-ı maneviyenin irşadıdır. Bu irşad illa hedefe kavuşacak. Eğer bu irşadı nur talebeleri ve hadimleri götürmezse, Cenab-ı Allah günahkâr, facir insanları getirip yine de dünyanın bir tek gün ömrü kalmış ise bu nurların, bu hakikatlerin yine de kabul olunacağını katiyetle itikadımız, imanımız, niyetimiz, nazarımız o sahada tamdır. Olacak.

Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi ise, doğrudan doğruya Kur’an’dan gelmiş hakiki bir tefsir olarak Cenabı Hak onun etrafında ezelden müntehib, iltifat-ı ilahiye mazhar, iltifat-ı Rasulullah’a mazhar, Üstadımızın iltifatına mazhar bir zümre, bu hizmetin başındadır. Ama hizmeti götüren, o Risale-i Nur’un şahs-ı manevisidir.

Şimdi dikkat et, bu intihaba mazhar olan has şakirtlerinin meselesi çok mühim. Cenab-ı Allah bizi onların şefaatine nail eylesin. Onların zümresine iltihak etsin. Şimdi hizmetin şahs-ı manevisinin hizmeti gidiyor, şahs-ı manevi namı hesabına tesiratını artırıyor. Çünkü Kur’an’ın nur-u feyzi ile gidiyor. Burada o tefsir-i hakikat olan Risale-i Nur, şahs-ı manevisi ism-i Hakim ve Rahim’e mazhar olduğu için, o iki şemsiye altındaki hizmet ve davayı, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden has şakirtleri ism-i Rahim ve ism-i Hakim’in hizmeti müstakimanesinde götürüyorlar. Cenabı Allah meccanen bizi de onlardan eylesin.

Necati Zamur:

– Risale-i Nur’un has şakirtleriyle Risale-i Nur’un şahsi manevisi nasıl tefrik edilir?

Nusret Hoca:

– Risale-i Nur, Kur’an’dan telemmu eden, sırr-ı vahy-i feyzi ve icaz-ı azam-ı Kur’an’ın nur-u hakikatıdır. Ahirzamanda beşer için hidayet-i ammedir. Bu Risale-i Nur’u kucağına alıp da asırdan asra, milletten millete, kavimden kavime, diyardan diyara her yere götürecek kimler olacak? Nur şakirtleri olacak. O nur şakirtlerinin içindeki ruh-u maneviyesi mesabesindeki bir kısım nur şakirtleri vardır, onlara has şakirtler diyorlar. Onlar da namsız nişansız, böyle şaşaasız, benim gibi sakalını böyle uzatıp böyle bu halle kendisini nazara vermek değildir. Her birisi, nam nişan olmadan bir diyarda bir kutup mesabesinde Cenab-ı Allah’a mihver hükmündedirler. Cenab-ı Hak hizmeti onların üzerinde böylece götürüyor. Biz de hizmetin arkasından takip edip gidiyoruz. Ama onların da bir kısmının kendinden haberi vardır, bir kısmının da haberi yoktur. Yani böylece nazar-ı beşerde çok büyük görünen eşhas, nazar-ı hakikatte çok küçüktür. Ve zahiri nazarda çok küçük görünen bazı manevi şahısların kıymeti nazar-ı hakikatte çok büyüktür. Biz bunu bilemiyoruz.

Bu meselenin nokta-i mühimmesi şöyle; Her bir nur talebesinin manevi âlemi vardır. O maneviyat âleminde maddiyata girmemek için çalışmak lazımdır. Yani Risale-i Nur’u seyr-i fıtri içinde bırakmak. Yani Risale-i Nur’u kendi meşrebine, mesleğine, dediğine falan götürmemek lazımdır. Fıtri seyrine bırakmak gerekir. Nasıl Üstad’ımızın meslek ve meşrebi ortadır.

Lahikalara dikkat etmek lazımdır ki, o hakikatin idrakinde aciz kalmamak için çok dikkat etmek lazımdır. O lahikaları çok dikkatlice okumak lazımdır ki, Üstadımızın meslek ve meşrebine bizim hareket, sekenat, ahval ve ef’alimiz, zahirimiz, batınımız mutabık olsun.

Eğer Allah korusun Risale-i Nur’da benim gibi bazı eşhas şahsiyetini veya bazı kimseler maddeyi mana yerinde ikame etmeye kalkışırlarsa, hizmet semeradar olmaz. Madde manaya hükümran olduktan sonra, o şahıs hizmet bakımından terakki etmez. Terakki etmez. Hizmeti semeradar olmaz. Risale-i Nur’u birinci derecede o manevi ikliminde yaşatmak lazımdır. Risale-i Nur’a tam tefani ve mahviyet ile bağlanmak da lazımdır ki, hizmeti terakki etsin.

Şimdi dikkat edelim, bir de zahiri manaya da çok meftun olmayalım. Bu Risale-i Nur’un sırr-ı tenevvür diye bir düstur-u azimesi vardır ki, ona biraz dikkat edelim. Yani demek ki burada gizli nurlanmak sırrı hakikati ise demek bazı eşhaslarda vardır. Demek zahiri manada hizmet edenler, zahiri manada maddeye mebni hizmet ediyorlar. Ama maneviyat cephesi ise Risale-i Nur’un has şakirtlerine kalıyor. Ama her zaman her şahıs daima dikkat etmek lazımdır. Manevi semereleri nazara almak lazımdır. Maddi tasarrufatta titremek lazımdır.

Şimdi dikkat et, bir dershanedir, falan kafile kafile ikişer sene, dörder sene talebe gelip kalıp göçüp gidiyorlar. Askeri kışla gibi. Otel odası gibi. Hiçbirisi zerre kadar intibaha gelmiyorlar. İşte bundan korkmak lazımdır. Çok düşünmek lazımdır, çok titremek lazımdır. Korkmasa titremese, hakikat muvacehesinde laubali, lakayd hareket ediyor. O zaman Cenab-ı Hak muhafaza buyursun, vartaya düşmek durumu vardır.

Şimdi bu noktaların ışığında bir şu konulara göz atalım. Bir nur talebesi evlenmeyecek diye bir şey yoktur. Elbette ki evlenmek bir insanlık gereğidir ve nur talebeleri de evlenir. Nur talebesi ticaret yapmayacak, memurluk yapmayacak, sadece ve ancak hizmet yapacak diye bir şey de yoktur. Ama bu ehass-ı havas kişilere mahsus, Üstadımızın zamanında münhasır bazı hadiseler vardır, o başka durumdur.

Şimdi evlenme, memur olma, tüccar olma ve saire, onların hepsi ikinci üçüncü dördüncü derecede kalmak, Risale-i Nur’un birinci derecede o manevi ikliminde yaşatmak mesele-i mühimedir. Evet, üstadımızın Selahaddin Çelebi Ağabey evlenince (ölmüş) tabirini kullandığı sözü vardır, ama bu söz mutlak mana değil, herkese mahsus değil. Ama Risale-i Nur dairesinde bazı eşhaslar vardır, Cenab-ı Allah onların her birini Selahattin Ağabeyimiz gibi gizli bir kutup hükmünde, mihver hükmüne geçirmiş. Elbette ki bu ağabeylerin dünya yükü altına girmeleri onlar için çok ağır oluyor, artık o hizmet çarkı dönmüyor. Bu söz havaslara mahsustur.

Herkese “gel, vakıf ol” falan demek yerine vakıflığın, vakıflık kabiliyeti olanlara teklifi yerinde olur. Üstadımızın istiğna ve feragat düsturuna tam liyakat kesbetmiş bir nur talebesi zaten vakıf olacak. Cenab-ı Allah ezelde bunu ihsan etmiştir. İlla birisinin üzerinde ilhah ile durmak caiz değildir. Çünkü o zaman onu iclal (zorlama) altına alıyorsun. Onun ihlâsına zarar geliyor. Onun kişiliğine zarar geliyor. Yani senin şahsiyetin ona hâkim olur. Birisi de evlenmeye kararlı, memur olmaya kararlı, o öyle yapmak istiyor, sen de onu “vakıf olsun” diye zorluyorsun. Bu da caiz değildir.

Yani Risale-i Nur’u ve şakirtlerini seyr-i fıtrisine bırakıp “ya Rab! Herkes sadakatle, kanaatle hizmet etsin” demeli. Risale-i Nur dava ve hizmeti bu gün dünya çapında inkişaf ediyor. Bu hizmet elbette ki on misli, yüz misli daha inkişaf edecek. Yalnız bu müdahale ile Risale-i Nur’un seyr-i fıtriyesine mani oluyoruz.

Biz Risale-i Nur’u getirip de Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine taalluk eden hadiselere hissedar edip öyle gidiyoruz. Olmaz.

Ne zaman hissiyatımız kalp ve ruh derecesine çıksa zahirden hakikate geçmek velayet-i kübra sahibi olmak, ferdiyet makamının liyakatini kesbetmek olursa, o zaman olabilir; ama benim gibi bir mahrum, bir mücrim, bir müflis, bir günahkâr mesela böyle etse hakikat muvacehesinde biraz nahoştur. Benim bu konuşmam sana mahsustur. Ben sana diyorum. Ya başkalara münhasır değildir.

Sen benimle burada iki sene beraber kaldın. Bu beraberlikte kardeşane hizmet oldu. Cenab-ı Hak kabul buyursun. Biz seni seviyoruz. Senin asaletin de Araptır. Arap asaletine, sonsuz derece kavm-i Arab’a karşı saygı ve muhabbetimizi Cenab-ı Allah ebede kadar devam ettirsin. Bilirsin, ben de seni seviyorum. Biliyorsun, bunları sadece sana söylüyorum.

Bunlara dikkat et; Risale-i Nur cemaatinde meşrepçilik yapma. Risale-i Nur’da meşreb-i kudsiye-i Kur’an’iye mevcuttur. O meşrebe merbut olduğunda, o her şeye kâfidir.

Risale-i Nur dairesinde şahsiyete müteveccih olma. Sen benim yanımda iki yıldır kalıyorsun. “Yok, hocam böyledir, yok hocam şöyledir, hocam bağdır, bostandır, püsküldür demenin ne gereği var? Hoca faninin biridir, yarın ölüp gidecek. Risale-i Nur vardır ve bakidir. Demek Üstadımız şahsını merci olmaktan azletmiş. Her bir nur talebesi de kendisini merciden azledecektir. Sen de hiçbir zaman Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini bırakıp başka fani şahıslara müteveccih olma, zarar edersin.

Yalnız bir de cemaatler mevzu vardır. Bilirsin çok cemaatler vardır. Sen iki senedir bizimle berabersin, ben hiçbir zaman dedim mi; “Bu gazetecidir, bu Abdullah Yeğin Ağabey’cidir, bu Meşveret cemaatidir, bu Kurtoğlu cemaatidir. Bu Abdulkadir Badıllı cemaatidir.” Ben bütün cemaatlerin hak ve hukukuna karşı muvazenesizlik yaptım mı, yapmadım. Beş tane Kurtoğlu’nun vakıfları geldi, Ali Mutlu geldi, ikisinin arasında zerre kadar fark oldu mu, hiç olmadı. Gördün da.

Sen benim yanımda iki yıl kaldıktan sonra elbette ki gidip meşrepçilik yapmazsın. Senin yanına hangi cemaatten gelirse gelsin, hepsini kabul edeceksin. Hepsi de nur talebesidir. Hepsi de kardeşindir.

…Kasetin arkasında ise hocaefendi şunları söylüyor:

-Yalnız kavmiyetçilik olmamak şartıyla.. Çünkü kavmiyetçilik davaya, hizmete şahs-ı maneviye afattır. Eğer hangi milletten, Arap’tan olsun, Türk’ten olsun, Kürt’ten olsun, Fars’tan olsun, kavmiyetçilik olmamak gerekir.

Eğer bir nur talebesi gördünüz ki, kavmiyetçilik yapıyor, ondan çekinin; akrepten yılandan çekindiğiniz gibi çekininiz. Kavmiyetçilik geldi mi, değil Risale-i Nur’a, İslamiyet’e zarar-ı azimesi görülüyor. Hâlbuki bizim gayemiz Arap olmasın, Acem olmasın, Kürt olmasın, Farisi olmasın, isterse Yahudi olsun, isterse Ermeni olsun, Müslüman olsun. Hangi ırktan gelirse gelsin, gayemiz İslamiyet’tir. Çünkü İslamiyet gelmiş, cehaletin gelenekleri tamamıyla ortadan kalkmış. Allah maddi ve manevi her iki cihanda aziz eylesin. Allah bizi bizim gözümüzde küçük, herkesin gözünde büyük kılsın. Allah nur-u iman ile maneviyatımızı mücehhez kılsın. Allah aklımızı, ruhumuzu, kalbimizi Risale-i Nur’a hadim eylesin.

Necati Zamur:

Seyda, Üstad diyor ki Risale-i Nur’a beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Beşinci halifeden maksat nedir? Onun hizmeti bu zamanda nasıl yürüyor?

– Risale-i Nur, hilafetin iki unvan-ı azamı ile muvazzaftır. Biri, devri teselsülle gelmiş olan hilafetin sırrını taşıyor. Diğeri Hazreti Hasan’dan (R.A) metruk ve baki kalmış, Hazret-i Muaviye’ye geçmiş altı aylık hilafetin sırrını taşıyor. Siz bu altı aylık kısa zamana ve ondan -uzun bir zaman sonraki zamana- beşinci halife zamanı nazarıyla bakabilirsiniz. Şam ve Irak İslam orduları karşı karşıya gelince, Hz. Hasan iki ordu hazır kılıçlar çekilmiş halde diyor ki: “Ben hakkımdan vazgeçiyorum, fakat ben hilafeti de Muaviye’ye vermiyorum.” İşte onun yarım bıraktığı hilafeti beşinci halifenin devamı olarak Risale-i Nur tamamlıyor.

selam ve dua ile..

kaynak:cevaplar.org

www.NurNet.org

Risale-i Nur’un te’lifatı ile alakalı Zübeyir Gündüzalp’in mektubudur

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ  وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Esselâmüaleyküm ve rahmetullâhî ve berakâtühû, Vel fecri veleyâlin aşrin Aziz, sıddık ve kahraman kardeşlerimiz!

Risale-i Nur’un te’lifatı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Denizli hapsinden çıktıktan sonraki zamana kadar Risale-i Nur Külliyatını, Risaleler hâlinde neşrediyordu.

Risale-i Nur’un te’lifi yirmi üç senede tamam oldu. Bu neşir ve tamim tarzından sonra Risaleler hâlinde olan eserlerinden birer kısmını bir araya getirip; tertip ve tasnif ederek büyük mecmualar hâlinde, “Kuvvet icmâdadır.” Müessir ve müsmir düsturuna binaen neşretme safhasına giriyor.

O sıralarda bir inayet-i İlahî bir imdâd-ı Peygamberî olarak Üstâd-ı zîşanımızın harikulâde ihlâsına Isparta Nur kahramanlarının yüksek himmet ve gayretlerine mükâfaten bir çoğaltma makinesi bulunuyor.

Bu makineyle hizmet-i Nuriye’de saff-ı evvel teşkil eden bu halis ve fedakâr Nur nâşirleri müttehid ve mütesânid bir cemaat hâlinde meşveret ve taksim-ül âmâl düsturuna riayet ederek bu mecmuaların bir kısmını hatt-ı Kur’ân’la yazıp çoğaltıyorlar. İhtiyatlı, dirayetli, Nurları çoklukla böyle halisâne vaziyette neşrediyorlar. Bu uğurda bütün maddî mânevî mevcudiyetlerini feda edercesine çalışıyorlar.

El yazıları ile yazmaya da yine devam ediliyor. Âli-himmet bir hâlet-i ruhiye içinde Isparta, İnebolu, Safranbolu’nun Nur hâdim ve nâşirleri bu şaheserleri hatt-ı Kur’ân’la ve Asâ-yı Mûsa mecmuasını ve bazı Risaleleri de yeni yazı ile binlerce nüsha teksir ederek Anadolu ve âlem-i İslâma kadar ulaştırmaya inayet-i İlâhî ile muvaffak olurlar.

Üstad’ımız buyuruyor ki, “Ben de Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyanın bir mânevî tefsiri olan Risale-i Nur’un Talebesiyim. Kim benimle ders arkadaşlığını yapmak isterse o da Risale-i Nur’u okusun. Benim şahsımın ehemmiyeti yoktur. Ben sadece Kur’ân’ın dellâlı ve mücevharat dükkânının dellâlıyım.”

Said Nursî

İhlas timsali Üstâd-ı pâkilerinin duâlarıyla, duâlarınızı bekleyen kardeşiniz Zübeyir

Kaynak: Üstadım Bediüzzaman s. (394)

www.NurNet.org

Bediüzzaman’ın kardeşi, alim Abdülmecid Nursi

Şu günlerde vefat yıldönümü olan Abdülmecid Efendi’yi biraz tanımaya çalışalım. Abdülmecid Efendi, 1884’de Bitlis’in Nurs Köyünde doğar. Taği ve Arvas medreselerinde okuduktan sonra 1918’den 1920’ye kadar Şam’da kalır ve Van Medresesinden icazet alır.

Bu arada kendisi farklı kitaplar neşreder. Örneğin “Dü Mezhebi“, “İman Dili“, “Mantık“ ve “Fuadiye“ kitaplarını yazar. “Haleb-i Sağir“ ve “Kaside-i Bürde“ kitaplarının şerhini de yapar.

9 Haziran 1944 günü vefat eden oğlu Fuad’ın adına kaleme aldığı ve “Fuadiye“ ismini verdiği eserinin başında şöyle bir cümle gecer: “Şu risale, Nurlar’dan doğma olduğu gibi, onlara da lâhika olması lâzımdır. Zaten büyük Üstad’ın bu hususta bir va’dleri de sebkat etmiştir. Mesnevî’nin üçüncü cüz’üyle Üstad’a gönderdim. Münasib görüldüğü takdirde, Mesnevî’ye bir lâhika suretiyle kabul ve beraberce teksirini lütuf buyurulmasını, Nurlar’a pek müştak olan “Fuad” namına istirham eylerim.”

Aynı eserde Abdülmecid, oğlu Fuad’ın ölümünden duyduğu acıyı dile getirir: “Ey mezarcı! Göm beni de şu Fuad’ın kabrine. Firkatın dayanmaz vallahi asla kahrine. Katılsın zerratımız, âlem-i berzahta keza, Sarılsın birbiriyle ruhlar, ilayevmi’l-ceza. Ey mezarcı! Cebeci’de bana da kaz bir mezar, Olalım ünlü Fuad’ın komşusu leyl-ü nehar.“

Öğretmenlik günleri

Birinci Dünya Savaşında Abdülmecid, Bediüzzaman ile beraber Bitlis civarinda harp eder ve bu nedenle Gazi ünvanını da almış olur.

Abdülmecid, Diyanet müftüsü olarak da görev yapar ve 1955’de emekliye ayrılır. Emekliliğiyle beraber Konya’ya yerleşir ve kızının tahsilini destekler.

Konya’da da Abdülmecid Efendi boş durmaz. 1955-1956 yıllarında Konya İmam Hatip Okulunda meslek dersleri öğretmeni olarak görev yapar. İlerlemiş yaşlarda olmasına rağmen hergün okula yaya olarak gidip gelir. Kendisi için bir araba tutmayı teklif etmelerine rağmen kabul etmez. Öğrencilerinin yorulmaması için oturarak ders vermesini rica ettiklerinde “Bu, helaket ve felaket asrında iman, Kur’ân dersi almaya gelen, malumat-ı diniyeyi öğrenmeye koşan sizin gibi gençlerin karşısında oturarak ders vermekten hicap duyuyorum ve bu hareketimle huzur duymaktayım. Ben vücudumun değil, ruhumun rahat etmesini temine çalışıyorum” diye cevap verir.

O dönem talebelerinden biri olan Süleyman Uğur, Abdülmecid Efendinin öğretmenliğini şu şekilde anlatır: “Derste soru sorulmasını ve itiraz edilmesini pek severdi. Sual sorun, itiraz edin, cevap vereyim ki, takrir, takrib tamam olsun.”

Risale-i Nur tercümeleri

Bediüzzaman Said Nursi’nin “İşaratül İcaz“ ve “Mesnevî-i Nuriye“ eserlerinin Arapçadan Türkçeye farklı tercümeleri mevcut. Fakat hiçbiri bizzat Bediüzzaman’ın kardeşi olan ve kendisinden 15 sene ders almış olan Abdülmecid Ünlükul’un daha üstad bizzat hayattayken yaptığı tercümelere benzemez.

Abdülmecid Efendinin tercümelerini okuduğunuz zaman, adeta Bediüzzaman’ı okuyor gibisiniz, üslup, kelime hafızası birbirine çok benziyor. Bazı bölümleri kendi anlayışına göre özetlemiş olmasına rağmen, özet olduğu dahi anlaşılmıyor. Aynısı Bediüzzaman’ın az bilinen “Kızıl İcaz“ eseri için de geçerli. Abdülmecid Efendi, bu zor eseri 1965’de şerh eder.

Tercümeleri o kadar iyiki, bundan dolayı Bediüzzaman’ın talebesi Zübeyir Gündüzalp, şartlar uygun olsaydı bütün külliyatı Türkçe’den Arapça’ya, Arapça’dan Türkçe’ye Abdülmecid Efendiye tercüme ettirmek istemişti.

“Mesnevî-i Nuriye“nin tercümesiyle ilgili Abdülmecid Efendi şu ifadeleri kullanır:

“Risâle-i Nur Külliyatı’ndan el-Mesneviyyü’l-Arabî (Mesnevî-i Nuriye) ile muanven büyük Üstad’ın cihanbaha pek kıymettar şu eserini de Allah’ın avn ve inayetiyle Arabîden Türkçe’ye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız, aslındaki ulviyet, kuvvet vecezaleti tercümede muhafaza edemedim. Evet, o cevher-baha hakikatlere zarf olacak ne bir harf ve ne bir lâfız bulamadım.Tercüme lisanı da fikrim gibi nâkıs ve kasır olduğundan, o azîm imanî ve cesîm Kur’ânî hakikatlere ancak böyledar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatin hatırı kalmış. Fabrika-i dimağiyemin bozukluğundan,bu kadarını da, müellif-i muhterem Bediüzzaman’ın mânevî yardımlarıyla dokuyabildim. Evet, bir tavuk, kendi uçuşuyla şahinin veya kartalın uçuşlarını taklit ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir-Pek kısa bir meal, bazan da tayyedilmiş, tercüme edememiş. Çok yerlerde yalnızmealini aldım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak, aslındaki hakaiki evlâd-ı vatana gösteren küçük bir aynadır.”

Bediüzzaman’ın Talebelerinden Hulusi Yahyagil, tercümelerle ilgili şunları söyler:

“Hazret-i Üstad Abdülmecid Efendi için daima ‘mühim bir âlim’ diye bahsederlerdi. Hem Mesnevî hem de İşârâtü’l-İ’câz eserini tercüme etmiştir. Hazret-i Bediüzzaman, Arabî Mesnevî-i Nuriye’yi çok eski tarihlerde Ankara’da tab etmiştir. O zamanların âlimleri, ondan istifade edememişler. Onun üzerine kardeşi Abdülmecid’e tercüme ettirmiştir. Buna rağmen Arabî eserinin bazı bahislerinin içinden çıkamayınca ‘Burasını müellifi müşarün ileyhe bırakıyorum’ diye yazardı. Gösteriyor ki bu iki eser, bu iki kardeşin ve üstadlarımızın tefsiri ve tercümeleridir.”

Tercümeleri Bediüzzaman istemiş

Bu muhteşem tercümeleri de bizzat Bediüzzaman kendisinden istemişti. Bediüzzaman, Abdülmecid’e “Abdülmecid Mesnevi ve İşaratu’l İ’caz’ı Türkçeye tercüme et” der. Abdülmecid ise “Seyda, senin eserini ancak sen tercüme edebilirsin. Senin üslüb-u Ali ile neşrettiğin eserleri ben değil yüz ulema bir araya gelse yine tercüme edemezler” şeklinde cevap verir. Bediüzzaman tekrar “Kırk yıldır seni görmedim, hem bu hizmet-i imaniyedeki tekasülüne keffaret olarak Mesnevi ve İşaratu’l İ’caz’ı tercüme etmelisin” der. Abdülmecid kendisine yine “Aman Seyda, ben nasıl cüret edeyim? Ancak siz yapabilirsiniz” diye yanıt verir. Bediüzzaman üçüncü defa “Kardeşim Abdülmecid, sana emrediyorum Mesnevi ve İşaratu’l İ’caz’ı Türkçeye tercüme edeceksin” deyince, artık kabul eder ve “Emir buyurursunuz Seyda, sizin manevi muavenetiniz ve ruhaniyetinizin imdadıyla inşaaallah ancak muvaffak olabilirim” der.

Risale-i Nur’da Abdülmecid ile ilgili mektuplar

“Emirdağ Lahikası“nda Bediüzzaman, Abdülmecid’den bahseder “[…] öz kardeşim Abdülmecid, beni çok merak ediyor; görüşemediğim buranın müftüsünden, halimi anlamaya çalışıyor. Bundan sonra Feyzi ve Emin’in üçüncüsü Abdülmecid olsun. Safranbolu kahramanlarından aldıkları lüzumlu mektupları ona da göndersinler. Hem, benim tarafımdan ona yazsınlar ki: Eski Said’in birinci talebesi bulunduğun gibi, yeni Said’in dahi Hulusi ile beraber yine birinci safta talebelerisiniz.”

Yine “Emirdağ Lahikası“nda Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecid için “Eski Said’in birinci talebesi bulunduğun gibi, yeni Said’in dahi Hulusi ile beraber yine birinci safta talebelerisiniz” der.

“Mektubat“ta geçen bir bölümde “Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvâlât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem, elimden gelmeyen mânevî himmet ve medet bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birden bire, mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalâa ettikten sonra yazıyor ki: ‘Elhamdülillâh, kurtuldum. Çıldıracaktım. Bu Sözler’in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum’ diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip, o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.” diye bahsedilir.

“Barla Lahikası“nda da Abdülmecid’in Bediüzzaman’a yazdığı bir mektup yer alır: “Ellerinizi öper, duânızı isterim. Dünyadan dargın nefsinde aciz olan Abdülmecid’e güzel bir üstad ulvî bir mürşid olacak yeni eserleriniz geldi. Lâfzî bir üstadı kaybettimse de manevî müteaddit mürşidleri buldum diye kendimi teşhir ettim. Hakikaten irşad edecek nurlu eserlerdir. Allah çok razı olsun.”

Bediüzzaman ve Abdülmecid son defa helalleşiyorlar

Bediüzzaman Konya’dayken Abdülmecid ile görüşmeleri çok nadir gerçekleşir. Bediüzzaman birgün Konya’dan ayrılırken arabadan, “Abdülmecid ben Urfa’ya gidiyorum. Belki bir daha görüşemeyeceğiz. Bana hakkınızı helâl ediniz” buyurdular. Abdülmecid Efendi, “Seyda bizim sana ne hizmetimiz oldu ki hakkımız olsun. Asıl sen bize hakkını helâl et. Bizi sen okutup yetiştirdin” dedi. Bunun üzerine Üstad, “Senin de Rabia’nın da bende çok haklarınız vardır. İkiniz de bana hakkınızı helâl ediniz” buyurunca karşılıklı helâlleştiler.”

Abdülmecid uğruna elini öptürüyor

Bediüzzaman kimseye elini öptürmezdi. Celal Başer bir gün elini öpmeyi başarır. Hikayeyi kendi ağzından dinleyelim:

“Yanına yaklaşarak, yorganın üzerinde bir deri bir kemik halinde duran mübarek elini öptüm. Üstad bu durumdan çok müteessir oldu. ‘Elimi öpmemeli idin!’ dedi. Kendilerine, ‘Üstadım, ben sizin elinizi öpmeyeceğim de, kimin elini öpeceğim?’ dedim. Üstad: ‘Hayır!… Bizler talebeyiz ve kardeşiz. Ben bunun altından nasıl kalkacağım, sana kitap versem kitaplar sende vardır.’ Ben Üstadın bu üzüntüsü karşısında şaşırmıştım: ‘Üstadım, ben talebe kardeşlerimi dolaşarak geldim. Cümlesi de kendi yerlerine elinizi öpmemi istediler. Ben bu vazifeyi yerine getirdim.’ Üstad yine üzüntülü ve ancak duyabilecek bir sesle, ‘Hayır… Onlar da benim kardeşlerimdir’ dedi. Ben bu sefer: ‘Üstadım ben Konya’ya da uğradım. Kardeşiniz Abdülmecid Efendiyi de ziyaret ettim. Abdülmecid Efendi hassaten ellerinizi öpmemi istediler.’ Üstad Hazretleri, bu sözlerim üzerine derin bir nefes aldı. ‘Ha… İşte oldu. Abdülmecid benim küçüğümdür. Beni bir yükten kurtardın’ diyerek doğrulmak istedi. Kardeşler sırtına bir yastık dayadılar, beni bağrına bastı.“

Edebiyata hakimdi

Hayreddin Karaman birgün Abdülmecid’e soyadı “Ünlükul“u nereden aldığını sorar. Abdülmecid, isminin Arapçasından çıkardığını söyler, çünkü arapçada “Abdülmecid“, “Ünlünün Kulu“ manasına geliyor.

Edebiyat ve şiire çok hakim olan Abdülmecid, 23 Mart 1960’ta Bediüzzaman vefat edince bir şiir yazar: “Ey mezarcı, o makamda bize de kaz bir mezar, Olalım nazik Said’in komşusu leyl-ü nehar.”

Zorla imza attırarak, Bediüzzaman’ı mezardan çıkarıyorlar

Bediüzzaman’ın vefatından sonra 27 Mayıs 1960’da askeri darbe gerçekleşir. Ardından 12 Temmuz 1960’da askeriyenin talebiyle, Abdülmecid’e zorla imza attırılır, Bediüzzaman Urfa’daki mezarından çıkarılır, Abdülmecid’in gözleri bağlı bir şekilde uçakla başka bir yere götürülür ve çok az kişinin bildiği başka bir mezara gömülür.

Abdülmecid’i yanıltamadılar

1963’de küçük bir grup Abdülmecid’i de ikna etmeye çalışarak, Risale-i Nur’un herkes tarafından neşrini durdurarak, basımını sadece kendileri tarafından yapmak isterler. Bu nedenle dava açarlar.

Bunun üzerine Bekir Berk Konya’ya gelir ve Abdülmecid ile görüşür. Ardından Abdülmecid kendi gayretleriyle mahkemeye iptal ve avukata red dilekçesi verir. Dava da düşer.

Bu olaydan sonra. 1966’da Zübeyir Gündüzalp, Abdülmecid hakkında çok detaylı bir kitap yazan Halil Uslu’ya “Allah Abdülmecid Nursî Ağabey’den razı olsun, neşriyata ve fütûhata mâni olmadı. Konyalılar Abdülmecid Efendiyi anlamadılar. Vaktim yok, hastayım, yoksa Konya’ya gelip Abdülmecid Efendiden Risale-i Nurların Arapçadan Türkçeye, Türkçeden de Arapça tercümesi için her şekilde emrinde olacağım. Çünkü Üstadın üslubunu bilen çok büyük bir âlim ve hem de talebesidir.” der.

Veda zamanı

Sene 1967’ye gelindiğinde Abdülmecid Efendi herkesle vedalaşmaya başlar. Çünkü Bediüzzaman son görüşmelerinin birinde, “Abdülmecid hakkını helal et, bizi birbirimize hasret bıraktılar, senden helallik almak için geldim. Sen üzülme, az kaldı, yedi sene sonra beraber olacağız, sen geleceksin“ diye ilham ile bildirir. Abdülmecid Efendi bunun gerçekleşeceğine inanmış olmalı ki, yavaş yavaş herkesten helallik diler ve vedalaşır. Ve gerçekten de 1967’de vefat eder.

Abdülmecid Efendi 11 Haziran 1967’de vefat ettiğinde, Konya eski müftüsü Tahir Büyükkörükçü onun için “Muhterem cemaat, bir âlim ölmedi, bir âlem öldü” der. Konya eski müftüsü Mehmet Ulucan “Konya Müftülüğünde iken Arap edebiyatının en müşkül bahislerini Abdülmecid Efendiden kolaylıkla öğrendim. O bir hârikaydı” ifadesine kullanır.

Bugün Konya Üçler Kabristanı’nda mezarı bulunan Abdümecid Efendiyi rahmetle anıyoruz…

Cemil ŞAHİNÖZ

Kaynakça:
Korkmaz, Kübra Örnek: Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Nursî, 11.06.2019
Nursi, Said: Barla Lahikası, Sözler Yay
ınları, 2009

Nursi, Said: Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınları, 2009
Nursi, Said: Mektubat, Sözler Yayınları, 2009
Nursi, Said: Mesnevî-i Nuriye, Sözler Yayınları, 2009
Şahiner, Necmettin: Son Şahitler, Nesil Yayınları, 2018
Uslu, Halil: Abdülmecid (Nursî) Ünlükul ve Risâle-i Nur, 11.06.2010
Uslu, Halil: Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Nursî (Ünlükul), 10.06.2013
Uslu, Halil: 47 yıl öncesinde Abdülmecid Ünlükul (Nursî), 13.06.2014
Uz, Mehmet Ali: Konya’nın velileri, alimleri ve hocaları. Meram Belediyesi, 1993

Kaynak: Bediüzzaman’ın kardeşi, alim Abdülmecid Nursi – Cemil ŞAHİNÖZ

Merhum ve Mağfur Vahdet Ağabeyden Ders Alalım

Ey şehit torunları vatandaşlarım!
Sakın o mübarek ecdadın sana yadigâr olarak bıraktığı İslam ahlakını terk etme. Yoksa o pişmanlık gününde, pişmanlığın çok kötü olur. Burası imtihan dünyası olmasa idi, burada yapılan günahların cezasını Allah hemen burada verseydi, günah yapanı göremezdin. Namaz kılmayanın başına gökten taş düşseydi; Siz söyleyin namaz kılmayan kalır mıydı.
Aşağıda İslam ahlakını yaşayan Merhum Vahdet Ağabeyden bahsedeceğim:
Rahmetli olan Vahdet Ağabeyimiz de bizim gibi İnsan idi ama, büyük fedakârlık yapıp, günahlı işlere tekme vurup, devamlı Allah’ın rızasını gözeterek Yaşıyordu. Nur Talebeler çoktur ama Rahmetli gibi, Nurların şartlarına onun gibi uyan azdır. Nurların Prensiplerine uyup lazım olan işleri yapmak için gece gündüz çalışırdı. Rahmetli her zaman kendini beğenmekten uzak durup büyük fedakarlıkta bulunurdu.
Ben fakir Rahmetliyi kırk seneden fazla bir müddettir tanıyorum, tanışıyorum. Kumkapı’nın üst tarafındaki dershaneye çok sefer derse gitmişimdir. Dikkatle bakmışımdır; kendisi nefsine pay çıkarmaktan çok korunmuştur. Devamlı hizmet peşinde koşardı. Beraber kaldığı kimselerle asla kavgalı değildi. Rahmetli bu günkü ölüm hayatını hiç aklından çıkarmazdı. 
Rahmetlinin nazarında bu geçici hayattan leke almadan kurtulmaktı. Yapıp ne yapıp insi ve cinni şeytanların oyunlarına gelmeden kurtulabilmek. Allah’ın rızasını yaşayabilme gayretinde olmaktı. 
Allah nasip etti Rahmetlinin arabasıyla beş kişi  Makedonya ve Kosova’ya Nur hizmetine gitmiştik. Yanımızda Necmi İlgen Ağabey de vardı. Çok güzel bir yolculuk, bir hizmet olmuştu. Ben Risale-i Nurları Arnavutça’ya tercüme  ettiğimden, epey kitap yanıma almıştım. Kitapları muhtaç olanlara dağıtmıştık. Rahmetli tevazu göstererek her ne kadar o ordayken imam olmak istemesem de, her zaman namazda zorla beni imam çıkarır idi. Hele ki rahmetlinin şoförlüğü de meşhurdu. Nur içinde yat hizmette Ağabeyim. Sevgiline kavuştun. Makamın Cennetül Firdevs ola…
AV. OKTAY ERDOĞAN’IN RAMETLİ İLE HATIRALARI SUNUYORUM:
50 yıllık bir hukukum vardı Vahdet ağabey ile. Beni ilk defa terziye götürüp elbise ve palto, (evet Erzurum kışı için palto) diktiren adamdı. Param olmadığını anladığında gece ben uyurken pantolonumun cebine para koyan ve “benim param yoktu, cebimde para var; biri galiba yanlışlıkla kendi pantolonu sanmış para koymuş” dediğimde de, “berekettir bereket, kimse koymaz” diyen adam. Ben hiç emir dinlemezdim; hep sürtüşürdüm; ama o hiç beni ezmeye kalkmazdı. Bildiğini okurdu, Erzurum’da Süleymaniye’de altlı üstlü kaldık, vallahi herkesten çok okurdu. Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun kilit, kapı, konak serisini 10 günde bitirdi ve Sepetcioğlu Erzurum’a geldiğinde ona bi hakkın mihmandarlık etti. Düzgün yatağa girip uyumayı bilmez di, kıvrıldığı yerde uyurdu.
Erzurum’da 7 düvelle barışıktı. Hızır gibi hocamı her yere yetiştirirdi. Talebelerin dersleri ile ilgilenir ve biran önce mezun olmalarına gayret ederdi. Hatta bir ağabeyin okulunu bitirmesi için gidip hocası ile konuştuğuna şahidim. Bayramı, seyranı, kendine mahsus hayatı yoktu. İçimizdeydi. Herkesi ismi ile tanır; ailesinin sosyo ekonomisini bilir; insanlara öyle davranırdı. Sigara içen, kot pantolon giyen, şehir çocuklarını benim gibilere sap ederdi.
Bilmem ki ne diyeyim. Bilmem ki ne yazayım 1973 ye hapishaneye İdris Akkuşun ders notlarını hemen hemen her görüşte götürürdüm. İdris abi görüşe çıkamazdı, o her görüşe çıkar notları alır, İdris Akkuş a verirdi. Duvar yapardı, sıva yapardı, yemek yapardı, misafir ağırlardı. Şoförlük öğretirdi, adab öğretirdi.
Bir mesai arkadaşımın düğünü vardı. Ben dershanede kalıyordum, kalk arkadaşının düğününe git diye beni ikaz etti. Bilmem ki ne diyeyim; ne yazayım. Hizmet etti. Solumadan koştu. Dinlenmeden çırpındı.
Allah rahmet etsin. Makamı cennet olsun. Hocama, Üstadıma, Ağabeylerime, Efendimize selamımızı götürsün.
GAYYUR. CEVVAL. MÜÇAHİTTİ. GÖZÜ PEKTİ. FİKİR NAMUSU SAHİBİYDİ. Hürmetlerim ile 
Güle güle Vahdet Ağabey
Av. Oktay Erdoğan
(Paylaşan: Abdülkadir Haktanır)

Deli Şükrü’nün Risale-i Nur’la yaptığı iman hizmetini diplomalı, rütbeli yapamazdı

Ali İhsan Tola anlatıyor: 

1951-52 yıllarıydı… Tahirî Ağabeyle Sav’da teksir yapıyorduk.

Bir tane yatak vardı, ona Tahirî Ağabey yatıyordu. Onun dışında bir kıl kilim vardı, onun üzerine de ben yatıyordum. Sav’da böylece bir sene neşriyatta beraber çalıştık. Evinde teksir yaptığımız İbrahim’in kimsesi yoktu, kendi halindeydi. Değirmenin varislerindendi. Evi değirmenin yanındaydı.

O zaman Sav’da bir Efe Şükrü vardı, bir de Deli Şükrü... Deli Şükrü’nün adı deliydi, işi deliliğe vuruyordu. Kafasında değişik bir külah, üzerini iki okka kir kaplamış, takkenin aslıyla yamanın adedini bilemezsin. Sırtındaki elbise hakeza… Ayağındaki şalvar öyle. Ayağının çorabı yırtılmış, çarık bir metre arkadan geliyor.

Deli Şükrü gelir, sessizce doldurur, karlı yola girer

Akşam namazı oldu mu Deli Şükrü gelir, “Gidecek bir şey var mı?” der. Çıkardığımız teksir kâğıtlarını sandıklara yerleştirir. Üzerine elma mı koyacak, armut mu, ne koyacaksa… Eşekle kar altında Isparta’ya götürür. Deli Şükrü’nün bir de acayip bir hanımı vardı, bağırır çağırırdı. Deli Şükrü gelir, sessizce doldurur, karlı yola girer. “Deh, deh” gider. Kimse nereye gidiyorsun demez. Teksirleri çıkarır koyar, gelirken de onun yerine kâğıt getirir.

Torbanın altına mumlu kâğıdı yerleştirir, üzerine de yiyecek

Hüsrev Ağabey teksir olacak kâğıdın aslını mumlu kâğıda yazardı. O kâğıdı evinden almak da bir meseleydi. Çünkü Hüsrev Ağabeyin kapısında polis beklerdi. Sırtında yamalı torbayla Deli Şükrü gider, Hüsrev Ağabeye selam verir, “Fukaraya bir şey verir misiniz?” der. Kimse inanmaz, yapamaz dersin. Hüsrev Ağabey de “Torbanı ver de koyuvereyim be adam” der. Torbanın altına mumlu kâğıdı yerleştirir, üzerine de yiyecek… Deli Şükrü boynunu büker, “Allah kabul etsin” der. Böylece yazılan yazıyı alır getirir. Bu hizmeti falan diplomalı, falan rütbeli yapamazdı. O rütbeleri aynı dakikada söker, altını üstüne getirirler. Ama ondan kimse ümit etmez. O gün paşa oydu.

(Kastamonu Yılları Kataloğundan…)

Kaynak:RisaleHaber