Kategori arşivi: Hatıralar

“Kadınsın”

“KADINSIN”

Hem yaratılış hem yetiştiriliş tarzı ve anne olmanın verdiği duygusallığı, kadını anlayışlı sebatkâr çözüm üretici barışçıl kişiler olarak standart bir kılıfa bürüyor.

 

Ayrıca geçmişten günümüze süregelen sosyolojik bakış açısı kadının faklı kulvarlarda olmasının elini kolunu istemsiz bağlıyor yani karşılaştığı güçlüklere karşı çıkmayan, sorun çıkmaktansa zoraki bir anlayışla her olumsuzluğa bitmez tükenmez şefkatiyle göğüs geren, kadın modeline soyut bir kavram oluyor akıllarda…

 

 

Genel bir yakıştırma olan “sen kadınsın” dayatması ile zayıflığını iyice perçinleyen ve hatta kişiliğini zedeleyen kadını bulunduğu konuma sabitleyen sorumluluğunu ağırlaştıran bir yük daha bindiriyor omuzlarına…

 

Belki de karşılaştığı zorlukları gözünde büyütüyor ve her zaman çekimserliğine bir bahane uyduruyor kadın!

 

Fedakârlık Yapan Kadın

 

Bazıları kadere teslimiyetle nasip inancına sığınır çoğu zaman veya dünyevi fedakarlıklara mesela; çocuklarına sizin için katlanıyorum tüm zorluklara diyerek perdeler korkularını çekimserliğini…

 

Hâlbuki çocuklar da bu süreçte umutsuz çekingen ürkek mutsuzluklarla köreliyordur karamsar psikolojisi bozuk bireyler haline geliyordur. Sonucunu çoğu zaman hayatıyla ödediği…

 

Ekonomik özgürlüğünün olamaması aile ve psikolojik desteğinin olmaması daha da geçilmez duvarlar örüyor hayatını düzene koyacak farklı seçeneklere başvurmasına…

 

Kadındır genelde katlandığı her türlü şiddete karşı (fiziksel şiddet, sözel şiddet, ekonomik şiddet) yılmadan bir gün düzelecek her şey, benimde evime doğacak bir gün güneş, yeşerecek umut çiçeklerim diye mücadele gösteren…

 

Kimileri gerçekten inanır bir gün her şeyin çok güzel olacağına, bekler yıllarca… Kimileri kontrolsüz öfkenin hırsın şiddetin kurbanları olur acımasızca…

 

Hatalı Atasözleriyle Kadın Aleyhtarlığı

 

Ve dahi temeli bozuk ailelerin bir gün evlenip anne baba olacağı bir evin sorumluluğunu üstleneceği düşüncesi bile tedirgin eder biz ebeveynleri, geleceklerini hayal bile edemez insan, hasbelkader bir hayata gözü kapalı sürükleniverirler…

 

Bir de kadını bu mecburiyete sürükleyen basmakalıp fikirler düşünceler vardır hatta bazıları atasözü olarak yansır kişiliklere…

 

“Gelinlikle girdiğin evden kefenle çıkacaksın” hoş rastlamadığımız bir örnekte değildir ya!

 

“Evi dişi kuş yapar” dişi kuş bile evini erkeğiyle birlikte yaparken kadına bu sorumluluk yüklenir!

 

“Erkeği rezilde eden kadındır vezirde”

 

Çok acımasızca bir söz kalıbı değil mi?

 

“İnsanı rezilde eden kendidir vezirde” daha rasyonel sağduyulu bir yaklaşım olurdu…

 

“Erkeğinden sonra eve giren kadından hayır gelmez”! Galiba tüm gece nöbetinde bulunan doktor hemşire vb mesleklerde çalışan kadınlar hayırsız kadın konumunda oluyor…

 

Şurası bir gerçek ki,  erkeğin dindar olması kadına şiddet eğiliminin önüne geçen bir unsur olmaya yetmiyor maalesef!

 

Vicdan merhamet kavramları olgunlaşmayan ve dahi temeli bozuk mutsuz ailelerde yetişen bireyler çoğaldıkça bu süreci aşmak imkânsız gibi görünüyor.

RABBİM AİLELERİMİZE HUZUR VE SAADET İHSAN EYLESIN..

SELAM VE DUALAR İLE…

HATİCE BAŞKAN

Fidye

Diğer halamdan yaşça büyük olduğu için, biz ona Koca Hala derdik.

Hayatımın ve anılarımın arasında özel bir yeri vardır.

Canı gönülden severdim onu. Üzerimdeki hakkını unutamam, hayır duayla anarım…

Uzunca bir ömür yaşadı rahmetli. İnancı kuvvetliydi. Neşesi ve esprisi de hep yerindeydi, sevecen bir insandı.

Son yıllarda yaşlılık ve hastalık halleri üzerinde kendini iyice göstermesine rağmen ibadetlerini aksatmazdı. Orucunu da hiç bırakmazdı. Eh ne de olsa 80 yıllık bir beraberliği vardı oruçla.

Az bir zaman dilimi değil bu. Tâ küçük yaşlardan başlayıp, bu günlere kadar uzanan bir dostluk bu.

Ama artık eskisi gibi değildi… Bunu o da biliyordu…

Ramazan’ın yaklaştığı günlerden bir gün, ortanca oğlu sohbet sırasında sözü, o seneki oruca getirir.

Yaşlı ve hastalıklı haliyle orucunu tutmakta zorlanacağını düşündüğünden der ki:

“Anacığım bak çok hasta ve çok da yaşlısın, Rabbimiz zaten kolaylık da gösteriyor. Bu sene istersen orucunu tutma, onun yerine fidye veririz.”

Koca Hala biraz düşünür. Aklına yatar gibi olur ve oğluna sorar:

“Bu sene fidye miktarı ne kadar?”

Oğlu da:

“Bu sene günlük on lira olduğuna göre, aylık 300 lira yapar.”

Koca Halam, oğluna hayret dolu bir nazarla bakar. O parayı kazanmanın ne kadar zor olduğunu ve iktisadın da önemini bildiği için:

“Uhhh epey de çokmuş be… Allahın izniyle, tutarım bu orucu ben,” der.

Gerçekten de Koca Halamız o sene orucunu tutar.

Oğlu da bahsi geçen miktarı bahşiş nevinden kendisine verir.

Alır eline parayı sayar:

“Oğlum bu bana çok,” der.

Yarısını alır saklar, kalanı da oğluna geri verir.

Bu latif Ramazan hatırası ile onu ve cümle vefat etmişlerimizi de hayır, duayla yadetmiş olalım.

Rabbim mekanlarını cennet eylesin…

(Fidye: Oruç ibadetini yapmakla yükümlü olan bir müminin, bir sebeple yapamadığı takdirde, o ibadetin karşılığı olarak ödemesi gereken maddi bedel. Bu bedel oruç için, bir günlük bir fitre miktarıdır.

Fitre, şükür için verilen bir paradır ve miktarı her yıl tespit edilir. Ortalama bir insanın, bir günlük karnını doyurabileceği rakamdır.)

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi

Golyat Nasıl Battı?

Sene 1915. Aylardan Mayıs. Marmara adaları civarında gece seferleri yapan ve İngiliz denizaltılarını avlamak gibi önemli bir vazifeyi yerine getirmeye çalışan, mütevazi harp gemisi Muavenet-i Milliye, Limana dönmüştü. Kaptan Yüzbaşı Ahmet Bey ve tayfası gündüz dinlenecekler, gece ise görevlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdi.
Öğleye doğru, Boğaz Kumandanlığı’ndan acil bir mesaj geldi. Muavenet’in acele Çanakkale’ye gitmesi emrediliyordu. Kaptan Ahmet Bey, bu beklenmedik mesajı:
‘Hayırdır inşaallah!’ diye karşıladı. ‘Herhalde önemli bir şey olacak!’
Karanlıkla birlikte Muavenet yola çıktı. Gün ağarırken Gelibolu önlerine ancak gelebilmişti. İngiliz donanmasının ağır gemileri, Gelibolu Yarımadası’nı durmadan top ateşine tutuyor, topların gümbürtüsünden, yer-gök ve deniz inliyordu. Muavenet’in güvertesinden bu müthiş manzarayı izleyen Ahmet Kaptan ve tayfası, öfkeden, hırstan ve karada göğüs göğüse direnen Mehmetçikleri düşündükçe, kederden dişlerini gıcırdatıyor ama bir şey de yapamıyorlardı.
Kaptan Ahmet Bey, gemide bulunan irtibat subayı ve torpido uzmanı Alman Rudolf Kirley’i de yanına alarak, boğaz kumandanının huzuruna çıktı. Ayrıntılarla meşgul olunacak zaman değildi. Mesele hemen izah edildi: ‘Morto Körfezi’ndeki bir İngiliz zırhlısına gece hücum edilecek!’
GOLYAT adındaki bu İngiliz zırhlısı, Seddülbahir tarafından sahile pek fazla sokulmuştu ve özellikle geceleri yaptığı yan ateşlerle Mehmetçiğe göz açtırmıyordu. Golyat’ın bu çok etkili bombardımanına bir son verilmeliydi. İşte Golyat zırhlısı’nın işini bitirmek vazifesi, Muavenet-i Milliye gemisine verilmişti.
Boğaz Kumandanlığı’ndan ayrılan Ahmet Kaptan, Muavenet’e döndü ve hiç vakit kaybetmeden plân yapmaya başladı. Golyat’ın yeri tespit edildi. Geminin bütün silahları gözden geçirildi. Torpidoların bakımı yapıldı. Mürettebat, yapılan bu hazırlıklardan, önemli bir göreve çıkılacağını anlıyor; fakat bunun ne olacağını kestiremiyordu.
Nihayet, karanlık bastı. Ahmet Kaptan, tüm personeli güvertede topladı ve kendilerine verilen vazifeyi anlattı: ‘Arkadaşlar, Golyat’ı susturursak, Seddülbahir’de çarpışan kardaşlarımıza en büyük yardımı yapmış olacağız. Allah yolunda, vatan yolunda hepinize başarılar dilerim. Allah hepimizin yardımcısı olsun!’ Mürettebat uzun ve içten bir ‘Âmin!’ çekti ve herkes, vazifesinin başına döndü.
Akşama doğru, Muavenet demir aldı. Sahile yakın ve ağır ağır, mayınlı hatları geçerek ilerliyorlardı. 12 Mayıs’ı 13 Mayıs’a bağlayan gece, Allah’tan gökyüzünde mehtap yoktu. Katran karası bir gök, herşeyi içine alıp, görünmez kılıyordu. Muavenet, Soğanlı Dere ağzında demir atmış, saatlerdir, karayı ateşler içinde bırakan zırhlıların susmasını bekliyordu. Nihayet, vakit gece yarısına yaklaşırken, gemiler bombardımana son verdi. Ahmet Kaptan, mürettebata seslendi: ‘Güvertede toplanın!’ Bir iki dakika içinde, bütün personel güvertede toplanmıştı, Kaptan onlara belki de son kez hitap ediyor olabileceğinin düşüncesi ile:
‘Arkadaşlar!’ dedi. ‘Mukaddes vazifemiz başlıyor. Birbiriniz ile helâlleşin. Kalplerinizi tüm samimiyetiniz ve aczinizle Rabbinize çevirin.’
Bu sözlerden sonra ellerini semaya kaldıran kaptan, ağlaya ağlaya duaya başladı: ‘Yâ Rabbi! Bize başarılar ihsan eyle!’ Herkes kalbinin tüm samimiyeti ile bu duaya ‘âmin’ dedi.
Sessizce demir alan Muavenet, ağır ağır seyre başladı. Bir yirmi dakika gitmemişlerdi ki, karanlıklar içinde, çok daha karanlık bir kara gölge, kalın direkleri ve bacalarıyla Golyat, önlerinde beliriverdi. Elbette Golyat’ın gözcüleri Muavenet’i farketmişlerdi. Ancak bu gece karanlığında; gelenin dost mu, düşman mı olduğunu anlamanın bir tek yolu vardı. Golyat’ın baş tarafındaki bir Mors lambası ile işaret verilmeye başlandı. Muavenet’in projektörü başında bulunan vazifeli, Ahmet Kaptan’a seslendi:
‘Efendim! Golyat parola soruyor!’
Ahmet kaptan:
‘Onları tekrar parola sormaya mecbur et! Zaman kazanmamız lâzım. Meselâ sen de onlara parola sor!’ emretti.
Muavenet’ten gelen mesaj üzerine, Golyat, parola sorgusunu tekrarladı.
‘Efendim yine soruyorlar!’
Ahmet Kaptan’ın buna cevabı:
‘Ateş!’ olmuştu.
Ard arda üç torpil ateşlendi. Her üç torpil de, hedefine tam isabet etti. Az zaman sonra, gecenin karanlığı, Golyat’tan yükselen alevler ile yırtıldı. Muavenet, batan Golyat’ı keyifle selamladıktan sonra, Boğaz Komutanlığına şu kısa ve mütevazi mesajı geçti: ‘GOLYAT BATTI!’
Hüseyin Emiroğlu

Çanakkale Şehitlerinin Aziz Hatırasına: Saka Eri Hüseyin

TAK! Bir topuk selâmı, cılız.

“HAYRABOLULU HÜSEYİN EMRET KUMANDANIM!”

Hüseyin oğlum, kaç yaşındasın? diye sordu kumandan. Karşısında hazrola geçmiş kibrit çöpünden hallice, çipil gözlü delikanlıya. Delikanlı dediysek de, asker kaputunun içinde ha var ha yok gibiydi. Henüz bıyıkları bile bitmemiş, parlak yüzlü bir oğlancıktı aslında Hüseyin, Hayrabolulu Hüseyin.

“Onüçümden ay aldım kumandanım.”

“Küçüksün!”

“Ama kuma..”

“Çocuksun!”

“Ama kumanda..”

“Sana silah emanet edemem. Seni cepheye süremem”

Hüseyin, ağlamaklı oldu.

“Lakin mühim bir vazife verebilirim. Seni Saka Eri yaptım Hüseyin. Bu bölüğün su ihtiyacını sen karşılayacaksın. Sana bir de katır verecekler. Eratı susuz koma. Koma ki; koşacak, hendek aşacak, fişenk atacak hâli dermanı kesilmesin.”

“TAK!” Bir topuk selâmı, cılız. “Emredersin kumandanım!”

Kendisine silah emanet edilmeyen Hüseyin, alacakaranlıkta katırını alır yola çıkardı. En yakın köye varır, tahta damacanalarını su doldurur ve akşam karanlığında bölüğe taşırdı. Görevini hiç aksatmazdı. “Aman erat susuzluktan yanıyordur şimdi” der, hiçbir yerde oyalanmazdı.

İkinci Anafartalar taarruzundan sonra, Devlet-i Âli’nin ordusu Anafarta Ovası’na ve tepelere yerleşmişti. Bu birlikler, kendilerine göre siperler kazıyorlar ve zaman zaman da İngilizler’in kısmî taarruzları karşısında, direnemeyip bu siperleri düşmana kaptırıyorlardı. İşte böyle bir günün arifesinde Saka Hüseyin, sabahın alacakaranlığında katırı ile yola çıktı. Bigali Köyü’ne gidip, kuyulardan su çekecek, akşam karanlığında da, geri dönecekti. Bir kaç saat sonra köye vardı. Kuyuyu bulup, damacanalarını silme doldurdu. Kuyunun başında bir miktar oyalanıp, günün batmasını bekledi. Hava alacalandı. Gün batmak üzereydi. Saka Hüseyin yola çıkmadan önce, her zaman yaptığı gibi katırının kulağına eğilerek:

“Deh! Büyük Anafarta Köyü’nün üstünden, Otuzbeşinci Piyade Alayı’nın bulunduğu siperlere!”

Katır gide gele bu yolu iyice bellemişti. Emri alır almaz yola koyuldu. Katır önde Hüseyin arkada yola çıktılar. Hüseyin elinde bir değnek taşa çalıya çaktıra çaktıra giderken, bir de türkü tutturmuş: Çeşmeye varmadın mı Gül koydum almadın mı Ben sevdadan ölüyom Sen sevdalanmadın mı? Rina rina yarim Rina, rina….

Hava iyice karardığında Hüseyin, alayın yakınlarına varmıştı. Varmıştı ama, o gün iş de iyice kızışmıştı. İngiliz topçusu, nefes aldırmadan siperlere bomba yağdırıyordu. Güllenin merminin sayısı belli değil. Saka Hüseyin siperlere yaklaşmanın imkânı olmadığını anlayınca katırıyla birlikte bir çukur bulup sindi. Saatler sonra bataryalar durdu. Makineli tüfeklerin tarrakası sustu. Ses, duman, gümbürtü kıyamet kesildi. Hüseyin çukurdan çıkıp katırı dehledi. Katır önde, o arkada, yollarına devam ettiler.

“Bölük su bekler” diye iç geçirdi. “Üstelik yaralılar da vardır şimdi. Onlar iki kere su bekler.” Ansızın bir ses karanlıkta kükredi. Hüseyin bu garip kelâmın ne olduğunu anlamadı ama, hiddetinden ve şiddetinden “dur” anlamına geldiğini anladı. Durdu. Birden iki yanında iki karaltı belirdi. Yine hiç duymadığı bir lisan ile bağırmaktaydılar. Saka Hüseyin vaziyeti farketti. Siperler el değiştirmişti. Burası artık Otuzbeşinci Piyade Alayının değil, bilmem kaçıncı düşman alayınındı.

Auckland Taburu’nun Anzak devriyelerine yakalanmıştı. Saka Hüseyini aldılar, katırı da arkasından çeke çeke kumandanlarının karşısına çıkardılar. Hüseyin önceleri çok korktuysa da, hissettirmedi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, ellerini kollarını sallıyor ve katırın üzerindeki su damacanalarını gösteriyordu. İngiliz kumandan Hüseyin’in bu tuhaf neşesine bir anlam veremedi.

“Tercüman bulunsun” diye emretti. Buldular.

“Kimsin?”

“Otuz Beşinci Piyade Alayı İkinci Bölükten Saka Eri Hayrabolulu Hüseyin, emret gavur kumandanı.”

“Burada ne işin var?”

“Bu su damacanalarını kumandanım gönderdi. Git dedi. Yaralıları vardır. Su bizim tarafta kaldı gelip alamazlar, sevaptır. Eğer suyun zehirli olduğundan şüphe ederlerse de gözlerinin önünde bir tas iç.”

Anzak teğmen kıpkırmızı kesildi. Bütün gün başlarına gülle yağdırdığı, taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmasın diye yapmadığını bırakmadığı insanlar, nasıl bu kadar iyi olabiliyorlardı. Bu akıl alacak iş miydi? Gözleri doldu. İlk iş Hüseyin’i tutup yanaklarından öpmek oldu. Oturtup biraz dinlendirdiler. Sonra suları katırdan indirip yerine paket paket sarma tütünü, çikolata, et konserve.. artık ellerinde ne varsa erzak, yığma yaptılar.

“Haydi, good bye, good bye, yallah!”

Saka Hüseyin, gecenin karanlığında siperden sipere atlaya zıplaya alayının mıntıkasına vardı. Başından geçenleri bir bir anlattı. Gerçi Mehmetçik, domuz etidir diye ete konserveye dokunmadı ama diğer kumanya pek makbule geçti. Kumandanı Hüseyini tebrik etti, alnından buseledi.

“Harp sonunda göğsünde nişanını hazır bil” diye de muştuladı.

O gece sessiz geçti. Saka Hüseyin, çehresine sabitlenmiş bir tebessümle yıldızları saya saya uyudu. Sair erat, yaralarını sardı, şehitlerine dualar etti ve Hüseyin’in cinliğini anlatıp anlatıp gülüştü. O gün de cephede işte böyle geçti.

Hüseyin Emiroğlu

Zafer Dergisi

“Hz. Peygamber (s.a.v.) İslam ile ahlak arasındaki ilişki”

“Hz. Peygamber (s.a.v.) İslam ile ahlak arasındaki ilişki”

“Din (İslam), güzel ahlâktır;  ahlâk, İslam’ın hedefidir: “Ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.(1)

Ahlâk, imanla sıkı bir bağa sahiptir: “Müminlerin imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır.” Ahlâktan soyutlanmış bir iman kabul olunmaz:

 

“Güvenilirliği olmayanın imanı yoktur, ahde vefası olmayanın dini yoktur.”(2)

 

Ahlak, kıyâmet günü hasenât ile mizanı dolduran şeydir:

 

“Mizanda güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur.”3)

 

Yine ahlâk, insanların cennete girmesine sebeb olan şeylerdendir: Bir gün Hz. Peygamber’e (s.a.v) insanların cennete girmesine en çok vesile olan şey soruldu, o şöyle dedi: “Allah’a takvâ ve güzel ahlâk.” 4 Yine güzel ahlâk, kıyamette Hz. Peygamber’in meclisine yakınlaştıran şeydir:

 

“Kıyamet Günü bana en sevimli olanınız ve yerce bana en yakın olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır.”5

Dolayısıyla, ahlâkın, imanın ve sahih itikadın semeresi olduğu söylenebilir.

 

Ahlâklılığın, rabbânîlik, âlemşümûllük, insânîlik, vasatlılık, tamlık-mükemmellik, hoşgörü ve çeşitlilik ile birlikte İslam’ın mümeyyiz vasıflarından biri olduğu söylenebilir. 6 İslam, ahlâkın bölünmesini veya insanlardan ayrılmasını tanımaz; helal ve hayır, herkes içindir, haram ve şer de böyledir. İslam, “Amaçlar, araçları mubah kılar” kaidesini tanımaz. Allah temizdir, sadece temiz olanı kabul eder.7

 

İbadetlerin gayesi, fazilet ahlâkını gerçekleştirmektir. Namaz, fahşâ ve münker işlerden alıkor:

 

“Namaz, edepsizlikten ve uygunsuzluktan nehyeder.” 8

 

Oruçta, organlar kötülüklerden alıkonulur:

 

“Her kim iftirayı ve onunla ameli bırakmazsa Allah’ın onun yiyip içmeyi bırakmasına ihtiyacı yoktur.”9

 

Zekât, “onları tathîr ve tezkiye” eder.10 Hacca gelince;

 

“Hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek ve kavga etmek yoktur.”11

 

Said Nursî, ahlâkın önemini ve imanla bağlantısını vurgular ve

 

“…gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber.”  der.

 

Belîğ üslûbuyla müminden, Kur’ân’ın emirlerine imtisal eden Müslüman’dan bahseder ve onu kâinât ağacının meyvesi olarak görür.

 

Ahlâkın insanlar için önemi Allah, insanı Rahmân’ın sûreti üzere yaratmasından kaynaklanır ki, bu, “sîret ve ahlâk” anlamına gelir.13 Bunun yanısıra Allah Teâlâ, Resûlünü (s.a.v.) güzel ahlâkı sebebiyle sevmiştir. Bu muhabbet, Allah’ın kendi cemâline, san’atına ve mahlûkâtının ahlâkına muhabbeti zımnında yer alır. Nursî şöyle der:

 

“Hem kendi mahlûkâtının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil-ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâmı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever. En yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâma mahsustur ki, ‘Habîbullah’ lakabı ona verilmiş.”

 

Müslümanlar için mühim olan ahlâk nedir?

 

Ahlâk bakımından en faziletli ve en iyi olanı araştırdığımızda, ahlâkî hasletler arasında tercih yapmamız zor olmakla birlikte en faziletli olana ulaşmak mümkündür; nitekim o, bu zamanda ahlâkın esasının takvâ olduğu görüşündedir:

 

“Her zaman def-işer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahat ve câzibedâr hevesât zamanında bu takvâ olan def-imefâsid ve terk-i kebâir üssü’l-esas olup büyük bir rüchâniyet kesbetmiş.”

Nur talebelerinin takva ile silahlanmalarını tavsiye ederek bunu vurgular ve şöyle der:

 

“Risâle-i Nûr şakirtlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı ictimâiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i i ctinabla yüzer amel-isâlih işlenmiş hükmündedir.”16

Âyette geçen “umulur ki sakınırsınız” şeklindeki ibarenin tefsirinde beşerin yaratılış hikmetinin takva olduğunu ifade eder. Aynı şekilde ibadetin neticesinin takvâ mertebesi olduğuna işaret eder. Yine takvânın mertebelerin en büyüğü olduğuna imâda bulunur.17 Ardından takvânın mertebelerini zikreder: Şirkten takvâ, bunun ardından Allah’ın gayrından -mâsivâdan- kalbi hıfz ile takvâ, cezâdan kaçınma ile takvâ, gazaptan sakınma ile takvâ.18

Said Nursî, birbirine yakın olup karıştırılabilecek ahlâkî hasletler arasındaki sınırları ve farklılıkları ortaya koyar. Mesela izzet-i nefis, kuvvetli kişide tekebbür olur; tevâzu’ tezellülden, vakar tekebbürden farklıdır. O şöyleder:

“Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevâzuu, zayıfta tezellül olur. Mesela, bir ulu’l-emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevâzudur.”

“Mizana konan ameller arasında güzel ahlaktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur.İnsan güzel ahlakı sayesinde oruç tutan namaz kılan kimseler derecesine yükselir.

Başka bir hadiste “Bir baba evladına güzel ahlaktan daha büyük bir miras bırakamaz.”diye buyurulur.İslamın güzel ahlakıyla ilgili daha verilebilecek yüzlerce binlerce örnek vardır.Önemli olan bunları bilmemiz değil hayatımıza uygulamamızdır.Yüce Allah ahlakımızı güzelleştirsin hayırlı ameller nasip etsin…

 

Selam ve dua ile…

Hatice Başkan

DİPNOTLAR:

  • Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/381; Mâlik, Muvattâ, s. 651.
  • Ahmed, Müsned, 3/135.
  • Buhârî, el-Edebu’l-mufred; Ebû Dâvûd, 7/172. Tirmizî
  • Buhârî, el-Edebu’l-mufred; Tirmizî. Ayrıca bk. Fethu’l-bârî, 10/458.
  • Tirmizî, 4/370. O, bu rivayetin hasen olduğunu söyler. Ayrıca bk. Câmiu’l-usûl, 4/6.
  • es-Sekâfetu’l-arabiyyeti’l-İslâmiyye beyne’l-asâle ve’l-muâsara, s. 26.
  • g.e., s. 27. Hadisin rivayeti için bk. Müslim, hd. no 1015; Tirmizî, hd. no 2989; Ahmed, 2/328.
  • el-Ankebût, 29/45.
  • Müslim hariç Kütüb-ü Sitte’deki diğer eserler rivayet etmiştir. Ayrıca bk. et-Tâc, 2/61.
  • et-Tevbe, 9/103.
  • el-Bakara, 2/197.