Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Meryem’in Rüyası

Meryem uyanmıştı, yatağından kalktı odasının penceresinden dışarıyı seyrediyordu, komşuları Ahmet amca koyunlarını otlatmaya götürüyordu, köpeği dermanda bir oraya bir buraya koşuyordu.
Annesi içeriye girdi,
-Kalktın mı Meryem, dedi.
Meryem
-Kalktım anne, dedi
Hadi kahvaltı hazır, elini yüzünü yıka gel, dedi annesi.
-Tamam anne diye cevap verdi Meryem.
-Anne biliyormusun bu gece rüyamda ne gördüm, dedi.
-Annesi “anlatmazsan nereden bileyim Meryem’ciğim” dedi.
Anlatıyorum öyleyse.

-Kocaman bir fabrikanın içinde idim, bütün makinalar çalışıyor fakat hiç ses çıkmıyordu, ne tuhaf değilmi anne, fabrikada hiç kimse yoktu, kimse çalışmıyordu, makinalar kendi kendine çalışıyor bir şeyler alıyor bir şeyler veriyordu. Fabrika birden ayağa kalktı yürüdü evet evet yürüdü ama yine hiç ses çıkarmadı, biliyormusun, birde ne göreyim fabrikanın küçücük penceresinden, içine bir şeyler giriyor pencereden girenler makinaların içine düşüyor orada işleniyordu, asıl ilginç olan ne biliyormusun anne,

-Nedir ilginç olan Meryem’ciğim,

sanki makinaların yakıtları da bunlardan sağlanıyor, hatta ve de hatta bozulan makinayı bile pencereden dökülen şeyler tamir ediyor, yok daha neler, deme sakın anne rüya bu, insan rüyada böyle şeyler görebilir.

Evet, evet bozuk ve çalışmayan makina, içine pencereden dökülenlerden aldı ve işlemeye başladı, yine ayağa kalktı fabrika, evet tutunmam gerek birde koşarsa düşebilirdim, pencere açıldı yine içeriye bir şeyler düştü makinaların içine defaatlarca aynı şeyler oldu anne.

Uzun bir aradan sonra dışarıdan bir şeyler duydum insanlar konuşuyordu ama ne dediklerini anlayamıyordum, fabrikanın yanına geldiler, ondan bir şeyler aldılar ama hiç göremedim ne olduğunu, ne kadar zaman oldu bilmiyorum ama fabrika, içinde bir fabrika yapmaya başladı, doğrusu şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Yine insanların sesini duydum ama oldukça kalabalıktılar bu sefer, sevinçle bir şey bekliyorlardı, bir el fabrikanın yaptığı o küçücük fabrikayı aldı fabrikanın içinden, insanların sevinç seslerini duydum bu kez.

Anne! hiç Kendi kendine çalışan fabrika olurmu?

Üstüne üstelik fabrika kendi kendine birde fabrika yaptı.

Hiç böyle şey olurmu?

Kapı çaldı, sütçü geldi. Dedi annesi..

Çetin Kılıç

Elma ağacı

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde köyün kenarında bir elma ağacı varmış, köyün tüm çocukları elma ağacını çok seviyorlarmış, hergün elma ağacının dallarından kopardıkları elmaları bahçedeki çeşmede yıkayıp elma ağacının altına oturup yiyiyorlarmış.
Yine böyle bir gün elma ağacının altına toplanmış elmalarını yiyiyorlarmış.
Elma ağacı
-Çocuklar elmalarımı beğendiniz? lezzetlimiydi? Diye sormuş.
Çocuklar hepbir ağızdan.
-Evet çok güzeldi teşekkür ederiz, diye cevap vermişler.
Elma ağacı,
-İsterseniz dallarıma salıncak kurup sallanabilirsiniz, demiş.
Çocuklar çok sevinmişler, içlerinden birini üzgün gören elma ağacı
-Senin neyin var Kerem, niçin üzgünsün?
-Ayakkabım yırtıldı.
Elma ağacı
-Üzüldüğün şeye bak, ben sana ayakkabı alırım, deyince,
bütün çocuklar çok merak etmişler, ağaç nasıl ayakkabı alır ki diye düşünmeye başlamışlar.
Düşünmeyin öyle derin derin demiş elma ağacı,dallarımdaki elmalardan toplayıp şu kovalar doldurun hele bir,
Çocuklar hemen koşup kovaları getirmişler bir kısmı ağaca çıkıp dallardan kopardıkları elmaları aşağıdaki arkadaşlarına veriyor onlarda kovalar dolduruyorlarmış, tam üç kova elma toplayınca elma ağacı -Bunlar yeter zannedersem, şimdi bunları pazara götürüp satın ve kazandığınız parayla Kerem’e beğendiği güzel bir çift ayakkabı satın alın demiş.
Bütün çocuklar kovaların taşınmasına yardım ederek hepbirlikte pazara gelip elma ağacının dediği gibi elmaları satıp parasıyla Kerem’e bir çift ayakkabı satın almışlar.
Çok yorulmuşlar ama Kerem’in mutlu olduğunu hatta çok sevindiğini görünce bütün yorgunlukları bitivermiş.
Teşekkür etmek için tekrar hep birlikte elma ağacının yanına gelmişler.
Kerem bütün sevinciyle bağırmış, -Teşekkür ederim elma ağacııı.
-Bir şey değil Kerem’ciğim demiş elma ağacı.
Bütün çocuklar merak etmeye başlamışlar, elma ağacı acaba başka neler verebilir?
Elma ağacı bunların akıllarından neler geçirdiklerini anlamış.
-Ben biliyorum sizin ne düşündüğünüzü demiş elma ağacı.
-Şu yediğiniz elmaların çekirdeklerini toprağa gömer ve zamanında sulamasını yaparsanız yüzlerce elma ağacınız olabilir.
Osman hayretini gizleyememiş.
-Nasıl yani, bu çekirdeğin içinde kocaman elma ağacımı gizlenmiş.
Evet demiş elma ağacı tamda öyle o tohumun içerisinde elma ağacı var hemde üzerinde bir sürü elması olan bir ağaç.
Ekelim öyleyse demiş İsmail, ellerindeki çekirdekleri kazdıkları çukurlara gömmüşler, üzerlerine hergün su dökmüşler, her su dökmeye geldiklerinde bakıyorlar fakat elma ağacının dediği gibi elma göremiyorlarmış.
Acaba elma ağacı bize şakamı yaptı diye düşünmüşler.
Yaz bitmiş, o sıcak havalar yerini soğuk kış günlerine bırakmış, karlar yağmaya başlamış, çocuklar elma ağacına onları kandırdıkkarını zannederek küsmüşler.
Elma ağacının yanından geçiyorlar fakat onunla hiç konuşmuyorlarmış, bu durum elma ağacını çok üzüyormuş.
Bir gün yanından geçen çocuklara seslenmiş elma ağacı,
-Çocuklar biliyorum bana kırgınsınız ama size doğru söylediğimi anlamanız için biraz zamana ihtiyacım var.
-Ne zaman anlayacağız diye sormuş çocuklar.
-Havalar ısındığında ektiğiniz her çekirdeğin yerinde birer ağaç olduğunu göreceksiniz demiş elma ağacı.
-Ben sizin bana küs olmanıza hiç dayanamıyorum, o zamana kadarda bekleyemem gelin barışalım, size dallarımdan biraz vereyim onlarla kızak yapın karda kayın olurmu? demiş.
Bunu duyan çocuklar çok sevinmişler, hepsi ağacın yanına gidip ona sarılmışlar.
– Biz senin doğru söylediğini biliyoruz ama mahallede bazı çocuklar bizimle dalga geçiyorlar, hiç küçücük çekirdekten kocaman elma ağacı çıkarmı diyorlar.
-Üzülmeyin çocuklar zamanı gelince sizde, onlarda gerçeği göreceksiniz, siz sadece sabredip bekleyin.
Ağacın dallarından yaptıkları kızaklarla kayıp oynayan çocuklar çok mutluymuş, ama bazı arkadaşları soğuktan üşüyüp hasta olmuşlar, dışarı çıkıp kızak kayamayınca bunu fark eden elma ağacı
-Çocuklar Ayşe’yi, Zeyneb’i, Oğuz’u göremiyorum onlar niye gelmiyor? diye sormuş.
Çocuklar
-Onlar üşüyüp hasta olmuşlar, doktor onlara şurup içmelerini söylemiş, iyileşince onlarda bize katılacaklar demişler.
Elma ağacı
-Yaa çok üzüldüm, geçmiş olsun en kısa zamanda iyileşip tekrar aramıza katılırlar inşallah, o arkadaşlarınıza söyleyin şuruplarını içmeyi sakın ihmal etmesinler, hem o şuruplar benim yapraklarından yapıldı biliyormusunuz.
Nasıl olur demiş çocuklar.
Durun anlatayım o zaman demiş elma ağacı
-Siz benim dallarımdaki elmaları topladığınız gün beyaz önlüklü adamlar geldi, benim yapraklarımdan ilaç yapacaklarını söylediler, benden yapraklarımı toplamak için izin istediler, hatta şurupta yapacaklarını söylediler, bende merak ettim siz kimsiniz? Nasıl yapacaksınız bütün bunları? Diye sordum,
Eczacı olduklarını, ilaçları laboratuvarlarda üretecekkerini söyleyince çok sevindim, ne kadar isterlerse yapraklarımdan alabileceklerini söyledim.
Dedikleri gibi şurupda yapmışlar ne kadar mutlu oldum.
Çocuklar hayretle birbirine bakmışlar, elma ağacı diye bildikleri şey aynı zamanda şurup ağacıymış.
Öznur
-Sadece o kadarmı zannediyorsunuz, Kerem’in ayakkabısını ne çabuk unuttunuz, hem bizim evimizdeki masayı, sandalyeyi elma ağacının kocaman dallarından yaptı babam,deyince,
Çocukların hayreti bir o kadar daha artmış.
Kış bitmiş soğuk havalar yerini bu kez bahara bırakmıştı, her yer yeşermeye başlamış elma ağacıda yapraklarını çıkarmaya başlamıştı, çocuklar merakla ektikleri elma tohumlarının yanına gittiler, birde ne görsünler, her birinin üzerinde küçücük elma ağaçları var.
Elma ağacı çocukların o hallerini görünce onlara seslendi.
-Onlar küçücük birer elma ağacı, sizler gibi onlarda her yıl biraz daha büyüyecekler ve bir gün gelip baktığınızda dallarında elma dolu olduğunu göreceksiniz.
Çocuklar artık elma ağacının söylediği gibi bu küçücük elma ağaçlarının dallarında elmalar görecekleri den hiç şüpheleri yoktu.
Esma’nın aklına bir şey geldi.
-Arkadaşlar, bir sürü elma ağacımız oldu, bu küçük elma ağaçları büyüyüp elma vermeye başlayınca gelip toplayalım, pazara götürüp satalım, her birimize Kerem’e aldığımız gibi ayakkabılar alalım, varmısınız?
Eveeet,dedi bütün çocuklar hep bir ağızdan.
İskender
-Bakın, bakın inekleri görüyormusunuz, hadi yanlarına gidelim, dedi.
Muharrem
-Ben sadece inekleri değil, sütleri, yoğurtları, peynirleride görüyorum.
Bizde, bizde görüyoruz bütün bunları..

Çetin Kılıç

Hayal

Yine çok yorucu bir iş gününün sonunda, eve doğru yola çıkarken ne kadar yorgun olduğunu düşünüyordu.

Gün boyu kendisini taşıyan bacakları isyan bayrağını çekmiş, sırtında sanki yüz kiloluk bir yük varmış gibi omuzları onu aşağı doğru çekmekteydi. Ah keşke otobüste oturacak bir yer olsaydı hemen uyuyuverecekti.

Otobüs durağına kadar yürüdüğü on beş dakikalık yol ve durakta on dakika otobüs beklemek yorgunluğunu daha da artırmış, son enerjisini de tüketmişti.

Nihayet beklediği otobüs geldi. Yolcu kartını cihaza okuturken bir taraftan boş yer olması için dua ediyor bir taraftan da hızlıca koltukları kolaçan ediyordu. Ön sıralar hep dolu olunca umutlarıyla birlikte otobüsün arkasına doğru ilerledi. Birden yaşlı bir adamın yanının boş olduğunu fark edip oraya doğru yöneldi. Yaşlı adam kendisine gülümseyerek yanındaki koltuğa koyduğu poşetlerini ayağının yanına alırken “Gel delikanlı!” dedi.

Bu hiç de iyiye işaret değildi. Muhtemelen bu ihtiyar yol boyu vır vır konuşacak, uyumasına izin vermeyecekti. Çok yaşamıştı bu sahneyi. Genelde “Nerelisin?” diye başlar neredeyse DNA’sındaki kromozom dizilimine kadar sorguya çekerlerdi bu amcalar.

Sevinç ve hüznü bir arada yaşarken kibarlığı elden bırakmadı: “Teşekkür ederim amca!”

Adam, “Gel otur, gel!” dedi. “Şu haline baksana, ayakta zor duruyorsun.”

  -Valla doğru söyledin amca. O kadar belli oluyor mu?

  -Olmaz mı? Boş yer olmasa kalkıp yer verirdim sana.

  -Yok artık canım, daha neler!

  -Şaka yahu! Vermezdim tabii. Ama hakikaten de bitkin görünüyorsun. İşin ağır herhalde.

  -Hafif iş mi kaldı amca? Üç kuruş için kendimizi paralayıp duruyoruz.

  -Herkes çalışıyor be delikanlı! Farz ibadetlerini ihmal etmiyorsan bu emeklerin hep ibadet olarak yazılıyor defterine.

  -Ben ibadet mibadet istemiyorum amca. Artık dinlenmek istiyorum.

  -Yine de çalışmadan olmaz ki delikanlı. Boş duranı ne kul sever ne Allah!

  -Varsın kimse sevmesin amca. Ama ben artık öyle yoruldum ki. Yataktan çıkmak istemiyorum.

  -Ha ha! O kadar da değildir yahu! Arada yemek için falan çıkman lâzım yataktan.

  -Yok yok. Madem Allah beni seviyor, rızkımı da ağzıma kadar göndersin. Etrafımda da hizmetçilerim olsun. Her ihtiyacımı görsünler.

  -Evlat o dönemi biraz geçmedin mi? Bebekken öyle değil miydin?

  -O zaman anlamıyordum ki amca! Şimdi öyle olmayı o kadar isterdim ki!

  -Aman delikanlı ne istediğine dikkat et! Dua hükmüne geçer. Öyle hayat mı olur? Gücün kuvvetin yerindeyken çalışmak en güzeli. İşleyen demir ışıldar derler. Sen biraz istirahat et, fikrini değiştirirsin.

  -Yok amca, yok! Ben fikrimi falan değiştirmem. Öyle yattığı yerden her hizmetinin görülmesini kim istemez?

  -Ben istemem! Ama madem sen öyle istiyorsun, öyle olsun!

Yaşlı adam bir sonraki durakta otobüsten indi. Delikanlının da birkaç durağı kaldığı için uyuyacak kadar zamanı yoktu. Yaşlı adamla konuştuklarını düşündü. “Hakikaten be! Ne güzel olurdu!” dedi. “Ama nerede! Bu zamanda kim kime böyle hizmet eder?”

Bu düşüncelerle eve gitti, hızlıca birkaç lokma atıştırıp kendini yatağa attı. O kadar yorgundu ki hemen uyuyakaldı.

Sabah insan sesleriyle uyandı. Alarmı duymamış olmasını yorgunluğuna verip hemen yataktan fırlamak istedi ama kalkamadı. Yavaş yavaş çevresindekileri de seçmeye başlamıştı.

-Nasıl oldu?

-Sanırım kendine geliyor!

-İyi ki ondaki garipliği vaktinde fark etmişsiniz. Biraz daha geç kalsanız kaybedebilirdik.

Konuşmalardan bir gariplik olduğunu anlamıştı. Kısa bir süre sonra hastanede olduğunu fark etti. Yanındakilerden öğrendiğine göre gece beyin kanaması geçirmiş ve vücudunun büyük bir kısmı felç olmuştu.

Biraz sonra hasta bakıcı elinde bir tas çorbayla geldi. En yakın arkadaşı çorbayı hasta bakıcının elinden alıp kaşık kaşık onu beslemeye başladı. O esnada odanın kapısının önünden geçmekte olan yaşlı adamla göz göze geldi. Bu, daha önce otobüste konuştukları adamdı.

Yaşlı adam acı bir gülümsemeyle delikanlının yanına gelip kulağına eğildi:

  • Delikanlı tebrik ederim duan kabul olmuş. Yattığın yerden bebek gibi ağzına besleniyorsun.

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2019 Kasım (514.) sayısında, yayımlanmıştır.

Muhiddin Yenigün

“-Yuh olsun!..”

Bir cenazeyi uğurlarken Batı’lı gayrimüslim bir müzisyenin bestelemiş olduğu bir “Cenaze Marşı” eşliğinde yavaş yavaş yürümenin, uğurlanan cenazeyi topluca alkışlamanın, ağıtlar okumanın, onun vefatının yıldönümlerinde kulakları tırmalayıcı tiz sesli sirenler çalmanın, saygı duruşlarında bulunmanın, vb, İslâm’ın kaynaklarında tavsiye edilmemiş şeyler yapmanın o cenazeye faydası olur mu? Bu mevzudaki bir kıssadan hisse çıkarabilmek faydalı olur.

* * *

Bir küçük yerleşim yerinde, bir vefat eden olduğunda o yerleşim yerinin meczubu olarak bilinen birisi ekseriya cenaze alayının geçeceği yol kenarında yüksekçe bir yere çıkar ve cenaze önünden geçerken;

“-Yuh olsun!..”

diye yüksek sesle bağırırmış”

Bilhassa o cenazenin yakınları o meczuba, bu yaptığından dolayı çok kızarlar ve meczuba;

“-Bizden evvel ölürsen, senin bu yaptığını biz de sana yapacağız”

derlermiş.

Nihayet, o meczubun da eceli gelmiş ve vefat etmiş. Onun cenazesi de, o yerleşim yerinde diğer cenazelerin geçirildiği yoldan geçirilerek götürülürken, o meczubun daha önce kendi akrabalarına yaptığını bu defa onun kendisine yapmak için bazıları, o meczubun hayattayken yol kenarında durduğu yüksekçe yerde toplanmışlar ve meczubun cenazesi tam önlerinden geçerken onlar da;

“-Yuh olsun!..”

diye meczubun cenazesinin ardından hep birlikte bağırmışlar!.

Böylece, daha önce vefat etmiş akrabaları için söylemiş olduğu “Yuh olsun!..” sözünü o meczuba iade edip intikamlarını aldıklarının rahatlığı içine girmek üzereyken, hiç beklemedikleri bir şey olmuş ve meczubun eller üstünde taşınan tabutunun kapağı açılmış! Meczub, tabutunun içinde ve kendisinin dünya hayatının sona ermesinin ardından “Yuh olsun!..” diye bağırmış olanlara doğru oturmuş halde, onların tümünden de daha yüksek sesle:

“-Eğer ben de dünyadan, sizin vaktiyle dünyadan ayrılmış olan akrabalarınız gibi ayrılıp gittiysem; bana da yuh olsun!..”  

diye bağırmış ve tekrar tabutunun içine boylu boyunca yatmış!.

             * * *

              Bu kıssanın ardından;

“-Böyle bir vak’a gerçekten olmuş mu?”

sorusunun üzerine lüzumsuz şekilde odaklanıp, herhalde bundan alınabilecek çok mühim bir hakikat dersine kayıtsız kalmamak gerekir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku  

Adı Huzurevi…

(5 senedir huzurevinde yaşayan bir annemizin kaleminden duygusal bir hikaye..)

Buz gibi odalarla dolu kocaman binalar diktiler ülkeme. İçine ömürlerinin son demlerinde olan anneleri, babaları doldurdular. Adına huzur evi dediler. Oysa huzur hiç uğramadı oraya. Eskiden yaşlılarımızı kapatmazdık başka yerlere. Onların yüzü suyu hürmetine belalar def oluyor der, onları nimet bilirdik. Boyunlarını bükük bırakmazdık.

Dışarıdan huzurlu gibi görünen, bu sessiz sakin binalarda, ne fırtınalar kopuyor kimbilir. Kaç anne anlatmak, haykırmak istedi duygularını, kaç anne yazmak istedi bilinmez. O annelerin adına yazdım bu satırları. Bu mektup huzursuz odalardaki yüreği yorgun annelerin sessiz çığlıklarıdır….

Takvime baktım da 5 sene olmuş buraya geleli. Nasıl geçti o 5 sene bir de bana sor. Çok bakmıyorum takvimlere. İçim sıkılıyor, zaman geçmiyor. Eskiden su gibi akıp geçiyor zaman derdim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Demek insan mutluyken çabuk geçermiş zaman. Hapishanedekileri şimdi daha iyi anlıyorum.gibii buraya bıraktığın gün anneler günüydü hatırlıyor musun? O günden beri anneler günü denen gün benim için daha da bir anlamsızlaştı. Her sene bugün anne olmak ayrı bir acı veriyor bana…

Sen küçük bir çocuktun daha. Hiç bir yere bırakmazdım ben seni, öyle savunmasız, öyle masumdun ki, kimselere güvenip yollamazdım. Yanımdan hiç ayırmazdım. Şimdi beni nasıl olupta tanımadığın insanlara teslim ettiğini düşünüyorum. Gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Yıpranmış, işe yaramaz. Kırgınlık mı? Belki, kırgınım biraz…

Geçen gün eski komşumuz Mevlüde teyzenin kızı Şükran geldi. Yolda görmüş seni. “Neden bıraktın anneni” diye sormuş sana. “Kendisi istedi” demişsin. “Maaşıda var bakıyorlar, yeri sıcak, her işi görülüyor içim rahat” demişsin. Kendim istemiştim evet, bazen naz yapma kabilinden ” Yaşlanınca huzurevine gönderin beni, kimseye yük olmak istemem” derdim. Ama içten içe hiç konduramazdım bu durumu, ne kendime, ne sana. “Bırakmaz beni bir yere” derdim. Tıpkı küçükken benim seni bırakmadığım gibi, beni hiç bırakmazsın sanırdım.

Yaramaz bir çocuktun sen. Yerinde duramayan serseri bir mayın gibiydin. Kaç kez ısırdım dudaklarımı sana bağırmamak için, kaç kez sıktım yumruğumu vurmayayım diye. Ama hiç vurmadım sana, hiç kırmadım kalbini… Komşulardan biri sana “çok yaramaz” dedi diye aylarca onun yüzüne bakmamıştım. Kimse laf söylemesin, incitmesin isterdim. Tahammül edemezdim sana dikilen sert bir bakışa bile…

Geçen gün bana “bunak kadın” dedi bakıcının biri. Hasta bezini lavaboda unutmuşum. Arada oluyor tutamıyorum diye vermişlerdi. Diğerleride duydu ya, nasıl utandım bir bilsen… Daha ne laflar söylüyorlarda dilim varmıyor söylemeye. Kırar mıyım, incitir miyim diye kim düşünüyor ki? Çok hassastım eskiden bilirsin, çabuk alınırdım. Hem benden titizi mi vardı? Kimselerin işini beğenmezdim. Şimdi yemek yerken bile yoruluyorum,üstüme döküyorum. Bazen yatarak kılıyorum namazlarımı. Secdeye başımı koyup uzun uzun öylece kalmayı ne çok özledim…

Yaşlansam da geleceğe dair umutlar besliyordum buraya gelmeden evvel. Evladımı büyüttüm nasıl olsa, artık yorgunluklar biter, ben rahat otururum torunlarımı severim, sen sorarsın “anne ilacını getireyim mi, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye. arkama yastık koyarsın, kesemediğim tırnaklarımı sen kesersin sanıyordum. Şimdi çoğu kez tırnaklarımı keserken kanattıklarını bilmezsin tabi…

Gerçi benden daha beterleride var burada. Emine Bacı vardı mesela. Köyden gelmişti. Bir ay kadar oldu öleli. Bir sene evvelde Alzheimer hastası olan kocası ölmüştü. Çok çekti zavallı. Üç oğlu varmış Emine Bacı’nın. Aslan gibiymiş hepsi. Ben görmedim, gelmezlerdi hiç. Üç adam bir anayı sığdıramamışlar evlerine. Bağ bahçe gezmeye alışmış kadın. Hiç oturup kalmamış yerinde. Burada nasıl zorlandı, neler çekti Allah biliyor. Her yaz köyüne gidecek diye umut ederdi. Haber göndermiş oğlu, “Annemin ancak ölüsü çıkar oradan” demiş. Köylülerden çıkarıp bakmak isteyenler olmuş, ona da izin vermemişler. Bir keresinde pencereden atlamaya kalktı da zor tuttu bakıcılar. En son oğlu bayramlık göndermişti, “zıkkım olsun ondan gelen” dedi, giymedi elbiseyi. Hiç oğlum, yavrum demedi. “Köyüm” dedi, “evim” dedi durdu gariban. Bir sabah yatağında ölü buldular. Ölümü bile yalnız oldu Emine Bacı’nın. Ooof off hangisini anlatsam, daha neler var neler…

Şu bakıcı kadını sevemedim bir türlü. Sanki özel olarak seçmişler. Bu kadar mı merhametsiz olur bir insan ? Hiç mi gülmez yüzü ya hu? Her gün odaya gelince burnunu tutuyor. Pis kokuyormuş. Pencereyi sonuna kadar açıyor. Mutlaka yarım saat açık tutuyor. Çok üşüyorum. Zaten parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi…

Hatırlar mısın ilkokula gittiğin o yılları. Kışın kuzine sobayı yakardım. Sen gelmeden yemeği hazır eder, sobanın üzerine koyardım. Sen seviyorsun diye sobanın fırınında bir kaç tane küçük patatesi pişirirdim muhakkak. Okuldan gelir gelmez sobanın yanına koşardın. İlk işin tencereye bakmak olurdu. Genelde sevdiğin yemekleri yapardım. Ellerin üşümüş diye avuçlarımın içine ellerini alır ısıtırdım, öperdim öperdim…

Sık sık uğrarım demiştin. Tam 8 ay olmuş uğramayalı. İşlerin yoğunmuş, zamanın yokmuş. Torunlarımda sormuyorlar demek. Yeni eve taşınmışsın aldım haberini. Arkadaşın Zehra söyledi. Vefalı kızdır, arada geliyor sağolsun. Annesi de babası da yanında vefat etmiş. Hiç bırakmamış bir yere, yanından ayırmamış. İmrenmedim desem yalan söylerim… “Evi çok büyük” dedi. Kocaman odaları, geniş bir balkonu varmış evinin. Yeni mobilyalar almışsın, eskileri elden çıkarmışsın.Tıpkı beni çıkardığın gibi… Herşeyi sığdırdın da evine, bir beni sığdıramadın a kuzum. Hadi onu da geçtim. Bir kere “Anne gel evimi gör, bir kaç gün kal” bile demedin… Zehra’ya “Anneler gününde görmeye gideceğim” demişsin… Ben anneler gününü hiç beklemiyorum biliyor musun? Anne olmak acı verir mi insana? O gün bana acı veriyor yavrum. Artık kendimi bir anne gibi hissedemediğim için belkide… Bir evlat bir torun sevemezsen, çevrende anne diyen olmazsa sana, ne anlamı var anne olmanın?

Ölene imrenilir mi hiç? İmreniyorum işte. Kimin öldüğünü duysam “darısı başıma” diyorum. Hayaller umutlar, mutlu zamanlarmış insanı ayakta tutan. Onlar yoksa yaşamak zulüm olurmuş meğer…

Kim icat etmiş bu huzursuz evleri? Rahat yüzü görmesin deyip her gün beddua ediyorum. Huzur eviymiş. Hergün ölüp ölüp diriliyorum bu huzursuz odada. Hiç tanımadığım, mizacımın uymadığı insanlarla yatıp kalkıyorum. Hiç bir şey bana ait değil. Söz hakkım yok, elbiselerim bile benim değil sanki. “Allahım al emanetini ne olur, bu yükü taşıyamıyorum…”

Bu huzursuz evleri icat edenler mi çıkarmış anneler günü denen yalancı günü? İnsanlar yaşlı annelerini bu evlere kapatsın da sonra anneler günü olunca ziyaret etsinler diye öyle mi?

Bak yine geldi o uğursuz gün. Zehra geleceğini söylemişti. Gelsen de bir, gelmesen de artık. Ben anneler gününü hiç sevemedim biliyor musun? Dünyalara sığmayan anne yüreğim huzursuz bir odaya hapsedildi. Ne sevmenin, ne anneliğimin bir anlamı yok artık… Çok üşüyorum. Hem parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi

(Alıntıdır)

Çetin Kılıç