Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Binbir Geceden Biri

Bir zamanlar, Doğu’nun şehirlerinden birinde, zengin ve varlık bir adam ölmüş. Haberciler ve tellallar şehrin sokaklarına yayılıp halka şöyle seslenmişler:

‘Ey ahali! Bildiğiniz gibi Veli Ağa vefat etti. Önemli bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek için yardımcı arıyor. Kim mezarda geçireceği ilk gecede ona eşlik ederse, Veli Ağa’nın servetinin yarısı kendisine verilecektir.’

Tellalların onca bağırıp çağırmalarına rağmen, kimse bu ilginç teklife talip olmaya cesaret edemedi. Akşama doğru, şehrin en fakir adamlarından biri olan hamal, bakmış ki, elinde mal olarak bir küfe ve ipten başkası yok.

‘Hamal olarak yatar, ağa olarak kalkarım’ diyerek koşmuş ve diri diri mezarda gecelemeye talipli olmuş.

Ertesi gün, genişçe bir mezar kazmışlar. Bir tarafına iyice kefenlenen Veli Ağa’yı bir tarafına da hamalı yatırıp mezarı kapatmışlar. Az sonra sual melekleri çıkıp gelmiş.

‘İkisi de artık bize emanet’ diye aralarında konuşuyorlarmış.

Biri: ‘Öyle de..’ demiş. ‘Zengin olan zaten burada kalıcı, önce şu hamaldan başlayalım.’

Öteki melek bu teklifi makul görmüş ve hamalın baş ucuna gidip sorguya başlamışlar:

‘Dünyada malın mülkün var mıydı?’

‘Alay etmeyin’ demiş hamal. ‘Sırtımdaki küfeden ve ipten başka bir şeyim hiç olmadı benim.’

‘Öyleyse söyle bakalım’ demiş melekler. ‘O küfe ile ipi hangi kazançla nasıl aldın?’

Hamal başlamış anlatmaya: ‘Beş kişinin malını on kuruşa taşıdım. İkisini yedim sekizini sakladım. Ertesi gün de aynı işi yaptım. Böyle böyle para biriktirdim. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım.’

Melekler: ‘Olmadı’ demişler. ‘Olmadı hamal efendi. Falancadan aldığın para hak ettiğinden çok azdı. Biz bunun hesabını ondan soracağız. Filancaya da çok ucuza taşımışsın, bunun da hesabını ondan soracağız’

‘İyi ama..’ demiş hamal. ‘hakettiğim parayı isteseydim, bana taşıtmazlardı ki…’

‘Sen merak etme’ demiş melekler. ‘Nasıl olsa ikisi de buraya gelecek, o zaman biz sorarız bunların hesabını.’

Ve sorguya devam etmişler: ‘Sen bir daha söyle bakalım. Kazandığının ne kadarını yedin, ne kadarını biriktirdin?’

‘Vallahi’ demiş hamal. ‘Genelde hep yarı yarıya… On aldıysam beş sakladım, beş yedim. İki kazandıysam, birini kenara attım.’

‘Olmadı’ demiş melekler. ‘Bu iş hiç olmadı. Sen hem kendinin hem de çoluk çocuğunun boğazından kısmışsın. Hem kendi nefsine, hem de onların nefislerine zulmetmişsin. Bu günahtır bilmez misin?’

Hamal ne cevap vereceğini düşünürken kan ter içinde kalmış. Ve bütün bir gece melekler sormuş o kıvranmış, melekler sormuş o kıvranmış.. Nihayet sabah olmuş ve mezarı açıp onu dışarıya çıkarmışlar. Hamal bakmış, kadı efendi dahil bütün şehir kabrin başına toplanmış. Hatta mehter takımı bile hazır bekliyor. Kadı, mezardan kendisini dışarıya atan hamala:

‘Afferin hamal efendi, kimsenin cesaret edemediği bir işi yaptın. Ama mükafatını da göreceksin. Artık zengin bir adamsın.’

Halktan bir alkış ve ‘Yaşasın’ kopmuş.

Hamal: ‘İstemem! İstemem! Vallahi istemem!’ diye bağırmış. ‘Ben, bir iple bir küfenin hesabını sabaha kadar veremedim. Onca servetin hesabını nasıl veririm. Kim isterse o alsın. Hesabını da alan versin!’

Selçuk Yıldırım

Zafer Dergisi

“Ömrümde böyle çocuk görmedim”

O çocuğa bir temmuz günü rastladım. Sıcak mı sıcak günlerdi. Ne limonata ne de dondurma ferahlatmıyordu insanı. Ama içimde bir hafiflik vardı. Süpriz bir şeylerin yaşanacağını günün başından beri hissediyordum. Çünkü dışarıya inat içimde bir serinlik yaşıyordum. Haydi dedim. Yelkenleri şişir, güzellikleri dostlarla paylaşma vakti geldi. Çıkıp dolaşmalısın. Doğrusu dostları ziyaret etmeyeli uzun zaman olmuştu. Yanıma bir iki arkadaşı alarak yola çıktım. Gün boyu pek çok güzel şey yaşadık. İnanın her biri böyle bir yazıya konu olabilecek değerdeydi. Ama bir tanesi vardı ki, onu mutlaka sizlerle paylaşmalıyım.

Sokak-dükkan, eş-dost derken Zeki’nin dükkanına kadar gelmiştim. Zeki Çallı, kadim dostlarımdan biridir. Onun ticarethanesinde kısa ama bereketli zamanlar geçirmişimdir hep. Oturduk, halka olduk. Çaylar geldi. Bu çay, sıcakta da soğukta da aynı lezzettedir. Masanın üzerinde gerinmiş yatan tekire gözüm ilişti. Kedinin sinek avlayanını da ben ilk burda gördüm. Tekir bana Gümüş’ü hatırlattı. Bir otuz sene önceyi yani. O yüzü ihtiyar bir nineyi hatırlatan Van kedisi, pek asaletli bir hayvandı. Bu mekanı severim ben. Rahmetli babamın yazıhanesini hatırlatır. Burada, bu tatlı sohbetlerde, ulvi şeyler konuşulur, gündelik hadiselerin, geçici işlerin dışına çıkılır.Ama hayattan kopulmaz. Bir yandan müşteriler gelir işlerini görürler, bir yandan hayatın, varlığın, geçmişin ve geleceğin esrarına dair sorular sorulup, cevaplar aranır. Zamanı Yaratan’a vaktin zekatı böylece ödenir. Ferahlık olur, neşe gelir yüzlerde ve gönüllerde yerleşir.

Bir ara dükkanın kapısında minik bir çocuk belirdi. elinde bir deste kağıt tomarı tutmaktaydı. Gayet ciddi idi. Dükkan dükkan dolaşıp, reklam bildirileri dağıtan o çocuklardan biri gibiydi. Üzerinde Beşiktaş forması başında şapkası vardı. “Kerata bu yaşta reklam işine girmiş” diye içimden geçti. Zeki’nin oğlu Bahadır’a yaklaşıp elindeki kağıt tomarından bir yaprak çıkarıp ona verdi. Sonra da çıkıp gitti dükkandan. Bahadır eline tutuşturulan kağıda bakıp gülümsedi, sonra da kağıdı “abi bak hele şuna” der gibi bana uzattı. Bu eski bir kitaptan koparılmış tek bir sahife idi. Şaşırdım. “Bahadır git şu veledi çağır bakalım, bu işin aslı ne imiş” dedim.

Az sonra Bahadır kapıda çocukla beraberdi. Az önce bildiri dağıtıyor zannıyla dikkatle bakamadığım bu çocuk şimdi herşeyiyle bir merak konusuydu benim için. Üç karış boy, cin gibi bakan gözler ve her çocukta olduğu gibi yüzünde parlayan tertemiz bir çocuk safiyeti. Dışı kaç metre, kaç santim önemli mi işte sana koca bir dünya karşında duruyor diye düsündüm. O an “Allah’ın o kadar çok sanat eseri var ki, insan ise bunların içinde şaheseri” diye dalıp gitmişim. Şaşkınlıkla ve hayretle epey süzdükten sonra çocuğu bir el işareti ile yanıma çağırdım. İskemlelerde oturan gözler bize çevrildi.

“Senin ismin ne güzelim” dedim. Çocuk “Ensar” (yardımcı) dedi. İsimlerle cisimler arasındaki uygunluğun hayata yansıması ne kadar güzeldi. “Ensar,”dedim

“Elindeki bu kağıt parçalarını ne yapıyorsun?”

“Annem bu kitabı çöpe atacaktı, kıyamadım. Ben de sayfalarını dükkan dükkan dolaşıp dağıtıyorum” dedi. Kalayazdım. Başkası böyle birşey anlatsa belkide inanmazdım.

“Nerde oturuyorsun?”

“Arka sokakta.”

“Kaç yaşındasın?”

“Altı.”

“Okuma yazma biliyor musun?”

“Yok. Bu sene gideceğim.”

Şu işe bakın. Okuması yazması yok, ama kitabın kıymetini biliyor. … O gün, çok sevdiğim Uğurböceğinin yeni dizisi Okuma Zamanı kitaplarımız yeni çıkmış ve elimdeydi.

“Ensar okumaya başladığın zaman ilk kitapların inşaallah bunlar olur” diyerek, imzaladım ve kitapları hediye ettim. Alnına bir buse kondurup ayrıldığımızda Ensar kaldığı yerden işine devam ediyordu. Dükkan dükkan dolaşıyor, yaprak yaprak kitap dağıtıyordu. O akşam bu hadiseyi yazmayı düşünerek notlar almaya başladım. Ensar’ın dağıttığı o kitap sayfasını da cebime koymuştum. Geceye doğru alıp baktım. “Ömrümde böyle çocuk görmedim” diye başlayan bir yazı vardı üzerinde. Benim yazımın başlığı da böylece çıkmış oldu.

Çevremdekiler ve yeğenlerim aynı şeyi soruyorlar, “Hep sana mı denk düşüyor böyle önemli şeyleri yaşamak, bize niye olmuyor? ” Ben de onlara şu cavabı veriyorum: “Her güne ümitle başlar, beklentilerinizi yüksek tutarsanız, yaşadığınız olayları ciddiye alırsanız hiçbir şeyin sıradan olmadığını görecek, benden fazlasını yaşadığınıza inanacaksınız.”

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi

‘Hac da Kapının Önünde, Aç da’

Bir zamanlar, Erzurum ilinin bir köyünde, kendi halinde yaşayan bir adamcağız vardı. Kunduracılık yaparak geçimini temin ederdi. Kazanndığından bir kısmını da kenara ayırmayı adet edinmişti. Adamcağızın bundan muradı, bir kere çıktığı hac yolculuğuna bir kere daha çıkmaktı.

Zaman geçti, Kunduracının kenarda biriktirdiği paralar, hatırı sayılır bir miktara ulaştı. Hesabını kitabını yaptı. Para hac için kâfi idi. O da yol hazırlıklarına başlayıverdi. O hazırlık yapadursun, kümesindeki üç-beş tavuktan biri hastalanıp öldü. Adam da bu ölü tavukları alıp kapısının önündeki çöplüğe attı.

Ertesi sabah bir baktı ki, ölü tavuk attığı yerde değil. ‘Acaba’ dedi. ‘Köpekler mi aldı götürdü?’ Ama köpekler alıp gitmez oracıkta yerdi. Kimin aldığıın pek merak etti. Birisinin almış olacağından şüphe etti. ‘Birisi bu hasta tavuğu yerse, o da hastalanır. Ah keşke gömeydim de böyle ortalığa bırakmayaydım’ diye eyvahlandı. Sağa sola bakınırken, üç beş ev ötesinde oturan dul ve fakir bir kadıncağızın evinden pişmiş tavuk kokusunun geldiğini farketti. ‘Eyvahlar olsun! Bu fukara kadıncağız tavuğu almış olmasın’ dedi. Gidip kapılarını çaldı. Hakikaten de, dul ve fakir kadın, adamın çöpe attığı tavuğu almıştı. ‘Bacım, o tavuk hasta idi. Yenmez ki!’ dedi.

Kadın: ‘Ağam, ben fakirim, günler oldu şu çocukcağızlarıma aş edemedim. Bu ölü tavuğu da o sebeble aldım ki, kursaklarına lokma girsin.’

Bu sözleri duyan kunduracı: ‘Vay benim halime’ der. ‘Şu kadıncağız ile yavruları aç yatar aç kalkarlar da, ben kenara akçe yığarım.’

Sonra da ikinci kez hacca gitmekten vazgeçer. Elinde avucunda ne biriktirdiyse kadına verir, doyurur giydirir. Kendisini bekleyen hac kafilesini de: ‘Siz varın gidin. Allah haccınızı mubarek etsin’ diye uğurlar. Kafilesi, kunduracıyı köyünde bırakarak yola çıkar. Ova geçilir, dağ aşılır, çöl adımlanır..

Onlar mübarek Hicaz’a varırlar. Kâbe’ye vardıklarında bir de ne görsünler, kunduracı, beyaz ihrama bürünmüş, tavaf ediyor. Şaşırıp kalırlar. İçlerinden bir kaçı koşarak yanına gidip sormak ister. Ancak gittiklerinde onu gördükleri yerde bulamazlar. Bakarlar, başka bir tarafta yine görürler. Bu sefer de o yana koşarlar. Ancak yine aynı şey olur. Gözlerinin değdiği yere, ayakları değdiğinde, kunduracı orada yoktur. Seslenirler, seslerini duyuramazlar. Bu böyle çokca olur.

Nihayet hac vazifesi biter ve kafile geriye, köylerine doğru yola çıkar. Köye dönüp geldiklerinde, konu komşu, hısım akraba, torun torba ziyarete gelip el öpmek için sıraya girince, hacılar bir türlü ellerini vermezler. ‘Boşverin’ derler, ‘Bizim elimizi öpüp de ne yapacaksınız! Gelin hep beraber kunduracıya gidelim, onun ellerini öpelim. Esas hacı odur.’ ‘Hac da kapının önünde, aç da’ sözü, işte bu şekilde doğar. ‘”

Selim Gündüzalp

Deyimler ve Öyküleri

Zafer Dergisi

Dostluk Öyküleri: Allah’ın Dostu

Allah, İbrahim Peygamber’i kendine dost seçtiği zaman, melekler sordular:

‘Ey Rabbimiz! İbrahim Sana nasıl dost olabilir? Onu meşgul eden nefsi, evladı ve ailesi vardır.’

Bu sual üzerine Allah, onlara şöyle buyurdu:

‘Ben kulumun şekline ve malına değil, kalbine ve işlerine bakarım. Dostum İbrahim’in Benden başkasına hakiki mubahbeti yoktur, isterseniz onu tecrübe edin, deneyin.’

Böylece Melek Cebrail, insan görünüşüne bürünüp, İbrahim Peygamber’in yanına geldi. İbrahim Aleyhisselam, o sırada koyunlarını gütmekte idi. Onun pek çok koyunu vardı. Koyunlarını muhafaza için on iki çoban vazifeliydi. On iki tane de çoban köpeği vardı. O çoban köpeklerinin her birinin boynunda ise, altından kocaman birer tasma takılıydı. İbrahim Peygamber, dünya malına zerre kıymet vemediği için, o altın tasmaları köpeklerin boyunlarına asmıştı. Melek Cebrail, İbrahim Peygamber’e selâm verdi ve sordu:

‘Ya İbrahim, bu sürüler kimindir?’

İbrahim Peygamber: ‘Allah’ındır’ dedi. ‘Fakat benim elime emanet olarak verilmiştir.’

‘Bana bir tane satar mısın?’

‘Allah’ı bir kez olsun zikret, sürünün üçte birisini al götür!’ dedi İbrahim Peygamber.

Cebrail: ‘Sübbuhun, kuddusün Rabbüna ve Rabbül-melaiketi ve’r-ruh’ diyerek, Rabbini zikretti.

İbrahim Peygamber ise, sürünün üçte birini ona verdi ve şöyle dedi: ‘Eğer ikinci kez Rabbimi zikredersen, bu sürünün üçte birini daha sana veririm. Ve eğer üçüncü kez Rabbimi anarsan, çobanlar ve köpeklerle birlikte tüm sürüyü al götür, senin olsun! Ve eğer, dördüncü kez zikredersen, ben de senin kölen olurum.’

Bunun üzerine Allah, Melek Cebrail’e şöyle buyurdu: ‘Ey Cebrail! Dostumu nasıl buldun?’

Melek Cebrail, Rabbine şöyle cevap verdi: ‘Dostun ne güzel bir kuldur.’

O sırada İbrahim Peygamber, çobanlarına seslendi: ‘Ey çobanlar! Koyunlarımı şu arkadaşımın arkasından sürün götürün!’

Cebrail: ‘Benim bunlara ihtiyacım yok’ dedi. ‘Çünkü ben Cebrail’im’

İbrahim Peygamber ise ona şöyle cevap verdi: ‘Ey Cebrail! Ben de Allah’ın dostuyum! O’nun adına hibe ettiğim şeyleri geri alamam!’

Bunun üzerine Allah, İbrahim Peygamber’e, sürüleri satıp, onların parası ile arazi ve emlak satın almasını ve o aldıklarını vakfetmesini emretti. İşte, bu güne kadar, İbrahim Peygamber’in türbesine yapılan bütün masraflar bu vakfedilenlerdendir.

M. Sami Ramazanoğlu, (Ruhu’l Beyân, 2/486)

Selim Gündüzalp – Zafer Dergisi

Vakıdî’nin Mühürlü Kesesi

İslam toprakları günden güne genişliyor, yeryüzünün görüp görebileceği en insanî medeniyetin elmas kubbesi, gök semaya doğru büyüyerek yükseliyordu. O elmas kubbe altında, insanlığın kadim defterine yine elmas harflerle yazılacak nice hatıralar yaşanmaktaydı. Hz. Peygamber’in (asm) seferleri üzerine yazdığı Kitab-ül Megazî adlı tarih kitabının yazarı Abdullah Vakidî (747-823), yazdıkları ve halka anlattıklarıyla, insanları bilgilendirir, heyecanlandırır ve iyi insanların safına katılma arzularını coştururdu. Herkes onu sever ve takdir ederdi.

Bu gayretli insan, birgün geldi ve artık eskisi gibi sağa sola koşturamaz ve kendisine para kazandıracak işlerin üstesinden gelemez oldu. Ayrıca kendine has fikirleri ve ilkeleri yüzünden devrin büyükleri de, Vakıdî’yi unutmuş ve bir köşeye itmişlerdi. Vakıdî’nin kalabalık bir ailesi vardı. Öyle bir zaman geldi ki, kendisi evlatları ve torunları için ancak kuru ekmek bulabiliyordu. Ailesine karşı mahcup ve boynu büküktü. Derken, bayram geldi. Vakıdî’nin hanımı, bayram gününün sabahında karşısına geçip şöyle dedi:

“Biz senin aileniz. Senin fikirlerine saygı duyarız ve doğruluğuna inanırız. Bu uğurda sen hangi sıkıntıyı çekersen, biz de seve seve o sıkıntıyı seninle paylaşırız. Bunu zevk ü sefa ile yaparız. Fakat bu yavrucuklarımızın ne günahı var? Şu perişan hallerine bir bak! Bayram gelmiş, onların üstü başı neredeyse çıplak. Senin sözlerine ve uğrunda direndiğin fikirlerine saygı duyanın hiç yok mu? Zor zamanında imdadına koşacak bir dostun bulunmaz mı? Bir haber göndersen de, yardım istesen, olmaz mı?”

Vakidî’nin iki sadık dostu vardı. Her biri bir ötekinden daha aziz idi. Onlardan birine bir mektup yazıp gönderdi. O sadık ve aziz dost, derhal ağzı mühürlü bir kese dolusu altını Vakıdî’ye gönderdi. Kese ile birlikte gelen notta ise, içinde bin dirhem altın olduğu yazılı idi. Vakıdî o keseyi açmak üzereydi ki, öteki aziz ve sadık dostundan bir mektup getirdiler. Açtı okudu. Dostu, Vakıdî’nin durumunu bilmiyordu. Bilmediği için, ondan acele yardım istiyordu. Vakıdî, elindeki mühürlü keseyi hiç açmadan, mektubu getiren kimseye verip, gönderdi. Böylece birinci dosttan gelen kese, doğruca ikinci dosta gitmiş oldu.

Vakıdî, o günün gecesinde evine gidemedi. Karısına ne söyleyecekti? Mescide gitti ve sabaha kadar ibadet edip, Rabbisine dua etti. Sabah olduğunda ise,—olmuşla ölmüşe çare yok—gidip, karısına olan biteni anlattı. O saliha kadın, kızıp bağıracak yerde:

“Bey, sana da bu yakışırdı. İyi yapmışsın..” dedi.

Tam o sırada kapı çaldı. Açtılar, karşılarında, ilk sadık dostu buldular. Elinde ise, Vakıdî’ye gönderdiği o mühürlü kese vardı ve kese açılmamıştı. Vakıdî, bu işe çok şaşırdı. Dostu sordu:

“Sana gönderdiğim bu keseyi sen ne yaptın? Allah aşkına doğruyu anlat!”

Vakıdî, olanı biteni anlattı. Dostu, onu dinledikten sonra, buğulanan gözleriyle şunları söyledi:

“Senin mektubun bana geldikten sonra, bu keseyi derhal sana gönderdim. Fakat bende hiç para kalmadı. Üstelik çok acil bir ödemem vardı. Bunun üzerine ikimizin de dostu olan falancaya mektup gönderdim. Onun o sırada hiç parası yokmuş. Parasız olduğu ve senin halini de bilmediği için, senden istemiş. Sen de, benim sana gönderdiğim bu keseyi ona göndermişsin. O da senden gelen bu keseyi, bana, yani ilk sahibine göndermiş. Şimdi biz bu kesedeki altınları üçe böleceğiz. Böylece hepimizin ihiyacı giderilmiş olacak.”

Öyle de yaptılar. Üç aziz ve sadık dost, ihtiyaçlarını giderdiler. Onlardan geriye de, keseler dolusu altına bedel bu ibretli öykü kaldı.

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi