Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

Fikren Muktedir Olmak – 1

Fikren Muktedir Olmak – 1

İnsan, fıtratında var olan istidadları üzerinde durup onları geliştirmeye çalıştıkça o istidadlar inkişaf ederek kabiliyete inkılab eder. Bir sahada kendisini geliştirmek isteyen herkes çalışmalar ve çabalar içerisine girer ve sürekli kendini geliştirmeye çalışır. Güzel konuşmak isteyen birisi diksiyon eğitimi alır, iyi bir ressamın yolu ise küçük bir kağıda karaladığı bir kaç çizikten başlar yolculuğu.

Unutulmamalıdır ki, bin yıllık bir çınar ağacının aslı küçük bir tohumdur. Destanlara geçecek hikayelerde meyil, iştiyak ve incizaplar neticesinde insanın küçük bir hareketiyle başlar. Şayet çeşitli haklı haksız gerekçelerle insan bu küçücük teşebbüsünden vazgeçerse potansiyel olarak elde edebileceği muazzam neticeleri heder etmiş olacaktır yapabileceği küçük bir işi yapmamakla.

İnsan, kendini keşfe çıkmasıyla belki uzun bir serüvenin anahtarını çevirmiş olacaktır. Artık çevrilen anahtar müsbet veya menfi olarak neleri netice vereceği gaybidir, meçhuldür.

İnsanın kendini keşif yolculuğu öncelikle olarak çevresindeki insanların farkındalığı olan şuurlu kimseler olmasından geçmektedir. Şuurlu kimselerle çevrili insanlar da daha çabuk bir süreçte şuurlanması farkındalığının artması çok normaldir.

Aslında şuurlu olarak yapılan işlerden alınan verim veya haz daha fazladır. Mesela çok okumak iyidir; ama şuursuz olarak okunmuşsa verimsizdir, kalitesizdir. Şuurlu olarak az bile okunmuş olsa o okumadan randıman daha fazla elde edilir.

Bu sebeple, her ne yaparsak yapalım şuurlu olarak yapalım. Yaptığımız işlerde ki farkındalığı arttıralım. Çevremizde ya kaliteli insanlar olsun veya çevremizde kaliteli insan biz olalım.

Kalite elbette bedel ister ve ucuz değildir. Bizler de şuurlanma gayreti içersinde olarak farkındalığımızı artırarak bu çabalarımızla kimi zaman vakit, kimi zaman emek, kimi zaman da nakit olarak kaliteyi, şuuru elde edebiliriz.

Hayatın her sahasında kaliteyi hedef tutarak ona yürümek ve bu uzun yürüyüşte çevreden, arkadan gelecek lafı güzaflara itibar etmeden hedefe devam etmek gerekecektir. Çünkü hedeften saptırır insanı bunlarla meşgul olmak zaman israfıdır lafı güzafa cevap vermek.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Sabır ve Tahammül-3

Zaman Algısı ve Sabır

İnsanın fıtratı, aklın verdiği zaman-üstü algı sayesinde geçmiş zamanı görebildiği gibi, gelecek zamanı da görebiliyor. Her bir insanda geçmiş ve gelecek algısı bulunuyor. Geçmişi düşünmek, o zamanda yaşadığı ve elinden çıkan güzellikleri kişiye hatırlatmakla kişide hasret ve hüzün duygularını uyandırıp alevlendirdiği gibi; gelecek zamanı düşünmek de, kişinin o zamanda yaşayabileceği ve gelmesi muhtemel her türlü olasılığı kişiye gösterir. Geçmişe bakışta, kişinin nefsi ve hırsı aklı yönlendirdiği için kişide hüzün ve hasret ateşleri yanmaya başlar. Gelecek zamana bakışta ise, kişiyi benliğin vehim duygusu ve hayal gücü aklı yönlendirir. Vehim duygusu, baskıcı karakteri ve savunma psikolojisi eksenli güçlü yapısıyla kişiye daima olumsuz ihtimalleri, karanlık ve tehlikeli durumları gösterir. Bu ise, kişide gelecek zamana karşı bir korku, endişe ve telaş uyanmasına yol açar. Bu manada her insan geçmiş zamanın alevli hüzünleri ve gelecek zamanın kişiyi kilitleyen korkuları arasında sıkışık bir vaziyet içindedir.

Gelecek zaman, kişiye doğru gelen, nasıl gerçekleşeceği belirgin olmayan karanlık yapısıyla kişiyi karşısında âciz bırakır, ona çaresizlik hissi verir. Geçmiş zaman ise, elden çıkan ve giden güzellikler, nimetler ve imkânlarıyla insanı muhtaç düşürür, ona yoksulluk hissi verir.

Bu noktada din, çaresizlik, korku ve telaş ile Allah’a iltica eden insanın, “ iman nuru ” ile, gelecek zamana ait bütün endişelerini izale eder. Her şeyin Allah’ın ilmi, hikmeti ve inayeti dâhilinde, belirli bir düzen içinde, kulun hayrına olacak şekilde daima tahakkuk ettiğini gösterir. Bu noktada geçmişte yaşanmış güzellikleri delil olarak sunar. Çünkü o güzellikleri içeren anlar, daha öncesi zamanlar açısından bir gelecek zamandır. İman nurunun açtığı bu pencere, insan ruhuna nefes aldırdığı gibi, benliğin endişelerini dindirip ruhani duygularına sükûnet verir.

Geçmiş zaman konusunda hasret, melankoli, hayal kırıklıkları içinde Allah’tan medet dileyen kişilerin ise din, “ iman kuvveti ” ile bütün hüzünlerini söndürür. Yaşanan her türlü güzelliğin tükenmez bir rahmet hazinesinden geldiğini, rahmet hakikatinin şükretmek kaydı ile daha fazla ikramları insana tattırmak isteyen bir yapıda olduğunu gösterir. Bu noktada şükredilen nimetlerin bereketlendiği her hadiseyi bir delil olarak sunar. Bu durum ise, kalbi sevinçlere gark ettiği gibi, nefsin hüzünlerini söndürüp hırsını tatmin eder.[1]

Sabrın Din Hakikati İle İlişkisi

Hz. Peygamber’in bildirdiği, Kur’anın ifade ettiği üzere din hakikati, iman-islam-ihsan şeklinde 3’lü bir yapıdır.[2] Bu 3 vasfı elde eden kişiye mümin-müslim ve muhsin denilir. Hz. Peygamber (ASM) mümin ve müslim vasıflı kişinin özelliklerini Veda Hutbesi’nde şöyle tanımlar: “ Müminin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların, mallarına ve canlarına za­rarı dokunmayacağından emin olduğu ki­şidir. Müslimin kim olduğunu size anlata­yım mı? Müslümanların, dilinden ve elin­den zarar görmediği kişidir.[3] Diğer bir hadiste ise “ Muhsinin, Allah’ı görüyor gibi ibadet eden kişi olduğunu ifade eder.[4]

Mümin olarak başkalarına güven verebilmek, şefkat ve doğruluk hakikatlerini yaşamakla mümkündür. Yalan ile güven bir birine zıddır. Bir insanın şefkat ve doğruluk hakikatlerini başkalarına karşı yaşayabilmesi için öncelikle kendisinin Allah’ın emânı altına girmesi, kişisel korku ve endişelerinden kurtulması şarttır. Bunun tahakkuku ise, Allah’a ve kendi fıtratına karşı dürüst ve samimi olmayı zaruri kılar.

İnsan fıtratının bu yapısı noktasında Kur’an çok ilginç bir şekilde sabır ve iman arasında bağ kurar. Şöyle ki, Kur’ana baktığımızda en sık karşılaşılan cümlelerden birisi “İllelezîne âmenû ve amilu’s-sâlihât[5] ( İman edenler ve sâlih ameller yapanlar hâriç… ) cümlesidir. Kur’an birkaç yerde bu ifadeyi şöyle değiştirir: “ İllelezîne saberû ve amilu’s-sâlihât[6]( Sabredenler ve sâlih ameller yapanlar hariç… ) Kur’anın kendi kendini tefsiri noktasında bu âyetleri okursak;

İman ve emniyet duygusu, korkulardan kurtulmak ve kurtarmak ile ilgilidir. Korku hissi ise, insanda çaresizlik ve âcizlik halinde zuhur eder. İnsan, onun gücünü zorlayan durumlara karşı önce sabreder, sonra tahammül etmeye çalışır, sonrasında korku doğar, sonra yapabilirse korku unsuru olan nesneden firar eder ve Allah’a sığınır. Eğer bunu yapamazsa çaresizlik içinde ağlar, sızlanır ve yalvarır. Bu noktada iman ve sabır arasında çok derin ve köklü bir bağ bulunduğu görünüyor.

Kur’anın insan fıtratı ve zaman ilişkisine ait acz-iman-sabır sistematiği tam idrak edilirse, fakr-islam-şükür şeklinde diğer bağlantı noktaları da görünecektir. Bu manada din, sabır ve şükürden meydana gelen bir düzendir, denilebilir. Bu sistematik yapı anlaşıldığında bazı Kur’an âyetlerinin dayandığı temeller de akla görünür. Mesela:

Eğer siz iman etseniz ve şükretseniz, Rabbim neden size azap etsin?[7] Buradaki şükrü, İslamiyet ve sâlih ameller olarak ele almazsak, “ Ben iman etsem ve şükretsem, namaz kılmasam, zekât vermesem ve oruç tutmasam da olur ” mantığına insanlar varabilirler. Oysa Kur’an başka bir ayetinde Cehennem ehlinin konuşmalarını şöyle aktarır: “ Biz namaz kılanlardan değildik; yoksula da yedirmezdik ” der.[8] Demek Kur’an âyetleri arasındaki ince bağlantılar göründüğünde, akla gelebilecek her türlü olumsuz hâlin cevabı hesap edilerek vahyin gönderildiği anlaşılacaktır.

Diğer yönüyle Kur’an, sabır hakikatini idrak ederek maddeyi aşan, bedenindeki kuvveti aynen bir çekirdek gibi tüketerek ruhen yeşermeye çalışan bir kişinin iman hakikatlerinde yol alabileceğini vurguluyor diyebiliriz. Evet, imanda yükseliş sabır ile mümkündür. Çünkü sabır, Allah’tan gelen musibet, hastalık, bela, kaza, âfet gibi bütün hadiseleri İlâhî adalet ve hikmetin olağan birer icraatı, Allah’ın Celal sıfatının ihtişamlı tecellileri olarak bilmek ve Allah’ın bütün fiillerinden râzı olmaktır. Elbette ve elbette Allah, kâinatın sırlarını, marifet nurlarını ve yaşananların manalarını Ondan her halükarda razı olan sabırlı kullarına açacak ve onları yükseltecektir.

Nasıl ki, Hz. Hızır (AS), bir mürşid olarak, Hz. Musa (AS)’dan sabır ve sükunet istedi. O sabretmese dahi bazı icraatlarının hikmetlerini anlattı. Anlatınca da Hz. Musa (AS)’nın dalgalanan duyguları ve heyecanı dingin bir deniz haline geldi. Aynen öyle de Mürşid-i Mutlak olan Allah’ın dergahı hükmünde olan yeryüzünde meydana gelen, kişileri ve toplumları ilgilendiren hadiselerin hikmetleri, sırları, manaları elbette ve elbette sükut ile, sükunet ve rıza ile onları karşılayan sabır ehli kişilere açılacaktır. Allah onları nefsinin maddeci, şahsiyetinin kişisel, benliğinin olumsuz ve saplantılı karanlık düşüncelerinden kurtarıp Hakikatin nurlu ve aydınlık dünyasına çıkaracaktır. Kur’an bu ihraç hakikatini, “ Allah’ın, kendi resulüne ve müminlere salât etmesi ” olarak ifade eder.[9]

Mürşidler, olumsuz gözüken hadiseler yaşatırlar ki, insanlar iç dünyalarındaki tabaka tabaka karanlıkları görüp fark etsinler. Hz. Hızır (AS)’ın yaşattığı 3 vaka gibi… Bu yaşananlar belirli bir sistematik eğitim olduğu için, varacağı noktalar ve vereceği meyveleri de hesap ederler. Mürşidler, terbiye sistematiğini ve ilerleme safhalarını belirtmezler; tâ ki terbiye gerçek manada olsun ve rüşde ermek isteyen kişinin iç dünyasının problemler haritası tamamen belirsin… Bu yönden dolayı mürşidler rüşde ermek isteyen müridlerinden onların iyiliği için sorgusuz ve sualsiz teslimiyet ister ve beklerler. Bu konuyu Kur’an rüşd âyetinin başında şöyle ifade eder: “ Bilin ve ilmine vakıf olun ki, içinizde Allah’ın resulü var. Yani bir mürşid var. Eğer O size çoğu konuda tabi olsaydı siz sıkıntı çekerdiniz. Bu yüzden O size tabi değil; siz Ona tabisiniz…[10]

İlâhî irşad, yaşanan olumsuz hadiselerin hikmetlerini göstererek insanları korku, endişe ve telaştan kurtarır. Bazı kaliteli ruhlar için, o olumsuzluklar “ şükür ” kapısı olur. Bu konuya dair Kur’an “ And olsun Biz, Lokman’a hikmet verdik, Ulûhiyetimin tecellilerine şükretsin diye [11] der. Uluhiyetin tecellileri hastalıklar, âfetler, sarsıcı olaylar ve saire sıkıcı ve acı verici şeylerdir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, yeryüzü dergâhında kişisel ve sosyal hayatta bütün yaşananlar, insanın korku ve üzüntülerden kurtulması, kişinin Allah’ın velayeti altına sığınması ve ebedî mutluluğu elde etmesi içindir. Sabır ve şükür ise, saadet sarayının 2 nurlu ve kudsî anahtarıdır. “ Allah, sabredenlerle beraberdir.[12]

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 26. Lem’a, 7. Reca; Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas, 1-2-3. Noktalar.

[2] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.

[3] Vesaik, 364-367; Tirmizî, “Tefsiru´l-Kur´ân” 10; Yakubî, 2/110 Kur`ân-ı Kerim, 49/12-13.

[4] Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.

[5] Mesela Asr suresi, 3;  Tin suresi, 6 v.d.

[6] Hûd Suresi, 11.

[7] Nisa suresi, 147.

[8] Müddessir suresi, 43-44.

[9] Ahzab suresi, 43 ve 56. Âyetler.

[10] Hucurat suresi, 7.

[11] Lokman suresi, 12.

[12] Enfâl Sûresi, 8:46.

SABIR ve TAHAMMÜL-1

Sözlükte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki sabr kelimesinin ahlâk terimi olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi mânalara geldiği, karşıtının ceza‘ (telâş, kaygı, yakınma, sızlanma) olduğu belirtilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelimeler karşıt kavramlar şeklinde geçmektedir (İbrâhîm 14/21).[1] Hakikat noktasında ve etimolojik kök olarak sabır, toprak yeme demektir.[2] Kişinin cismi topraktan yaratıldığı ve meydana geldiği için, sabır bu manada cismânîlikten kurtulma ve ruhânileşme demektir. Kur’an bu hakikate dayanarak, kişinin ruh terbiyesinin 2 temel yolu olarak “cihad ve sabrı” gösterir. Bu 2 yol ile, çekirdek halindeki imanların, filizlenip ağaçlaşacağını sık sık vurgular.[3]

Sabır ve Tahammülün Farkları

Bu iki kavram genellikle birbirinin yerine kullanılsa da farklı manaları ifade ederler. Okuduğum fakat kaynağını hatırlayamadığım bir yazıda farkları çok bâriz şekilde ele alınmıştı. Şöyle:

Son devrin mürşid-i kâmillerinden birisi ömrü vefa etmediği için kıymetli bir müridini kemale erdiremeden vefat hastalığına yakalanır. Müridi, şeyhinin vefat edeceğini anlar. Ona sorar:

-“Efendim, Sizin vefatınızdan sonra rüşde ermek için kime bağlanacağım? Kâmil mürşidler iyice azaldı. Bir şahsın kâmil mürşid olduğunu nereden bilebilirim? ” Şeyhi der ki:

-“Evladım! Kâmil mürşidi sabrından anlarsın. Sana sabır ile tahammülün farkını anlatayım. Sabır, menfi bir hadise başına geldiğinde onun tesiri altında kalmayıp yoluna devam etme halidir. Tahammül ise, o menfi hadisenin tesirini yüklenmek, onun etkisi altına girerek yola devam etmeye çalışmaktır. Kâmil mürşid, sabırlı olandır. Sen, sabır ehli birisini bulursan ona intisab edebilirsin. ” Müridi:

-“Anladım, Efendim. İnşaallah tavsiyenize göre hareket edeceğim ” der.

Tahammülün olayların yükünü çekme özelliği ve çoğu problemler kişinin içinde gittikçe büyüyen olumsuz düşünce ve algıya dayandığından bu tarz sıkıntıları çeken kadınlar, rüya âleminde “ hamile ” olarak görünürler.

Sabrın Çeşitleri

            Kur’anın tamamına baktığımızda sabır konusu ile ilgili yaklaşık 100 âyet karşımıza çıkmaktadır. Bu konudaki âyetleri Said Nursi, kendisine sorulan bir soruya cevap olarak şöyle sınıflandırır:

        [4]   de hikmet ve gaye nedir?

Elcevap: Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada (nesnelerin varlık âlemine gelmelerinde), bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş (koymuş). Sabırsız adam, teenni ile (acele etmeden, ağır ağır) hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksud ( hedef ) damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise, müşkülâtın anahtarıdır ki,

[5] [6] durub-u emsal ( atasözü ) hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki ( ilgisi ve başarılı kılması ), sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:

Biri: Mâsiyetten ( isyan ve günahtan ) kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvâdır; [7]  sırrına mazhar eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.

[8] [9] şerefine mazhar ediyor.

Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’âlini ( fiillerini ) tenkid ve rahmetini ittiham ( suçlama ) ve hikmetini beğenmemek çıkar.

Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ (yakınma) suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup aleyhisselâmın [10] demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah’a şekvâ etmeli; yoksa Allah’ı insanlara şekvâ eder gibi ” Eyvah! Of! ” deyip ” Ben ne ettim ki bu başıma geldi? ” diyerek âciz insanların rikkatini (yufka yürekliliğini) tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.

Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete (Allah tarafından sevilme makamına) kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubûdiyet-i kâmile cânibine (mükemmel kulluk yönüne) sevk ediyor.[11]

Musibetlere Karşı Sabrın Psikolojik Aşamaları

            Musibetler aynen nimetler gibi dünya hayatının 2 değişmez ve periyodik halidir. Gece ve gündüz gibi… “ Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder (durulaşır), kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder (kalkınır), netice verir, tekemmül eder (olgunlaşır), vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak (monoton) istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz (saf, katıksız iyilik) olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz (katıksız şer, kötülük) olan ademe ( yokluğa ) yakındır ve ona gider.”[12] Nimetler, hayat mekanizmasını verdiği lezzet ve zevklerle rahatlatıp gevşetir. Buna mukabil musibetler, hissettirdiği acılarla hayat mekanizmasını gerer, savunma pozisyonuna geçirir. Eğer o vakte kadar bu derece ciddi bir musibetle ile kişi karşılaşmamışsa şikâyet ve sızlanma hali kendini gösterir. Bu manayı Hz. Peygamber (ASM) döneminde yaşanan şu vakada görebiliriz:

Hanım sahabelerden birisinin çocuğu vefat eder. Çocuğunu kaybetmenin acısıyla ağlayan bu kadına Resûlullah (ASM),

-“Allah’tan kork, sabırlı ol!” der. Hanım sahabe üzüntünün verdiği acıyla

-“Benim derdimden sen ne anlarsın!” şeklinde tepki gösterir. Daha sonra kendisine nasihat edenin Resûlullah (ASM) olduğunu öğrenince Ondan özür dilemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (ASM),

-“Sabır ilk darbe sırasında gösterilen metanettir”[13] buyurmuştur.

Musibetin verdiği acı, vehim ve endişe damarlarını tahrik eder. Vehim duygusu ise, kişinin manevi gücünü dağıtmaya başlar. Bu noktada sabır duygusu, kişiye verdiği tevhidî şuur ile, musibetlerin de nimetler gibi yine Allah’ın bir icraati olduğunu gösterir. Tevhid şuuru “ Nimetler, rahmetten ve ikram sıfatından geldiği gibi, musibetler de hikmetten ve celâl sıfatındandır ” diye kişiye telkin yapar. Bu manada sabır, kişinin olumsuza odaklı vehim duygusunun, aceleci nefsinin ve acı çekmek istemeyen benliğinin oluşturduğu karanlıkları aydınlatır. Kişiye Hakikati, güneş gibi gösterir. Hz. Peygamber (ASM) sabrın bu yönünü, “ Sabır, ziyadır; salat, nurdur[14] diye ifade eder. Ziya, güneş ışığı; nur ise, ay ışığıdır.[15]

            Said Nursi, musibet anında her insanın kişisel manada tecrübe ettiği insan psikolojisini; geçmiş-gelecek algısı ve sabır gücü noktasında şöyle tahlil eder:

            Cenâb-ı Hakkın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle (zorbalığıyla) ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle (kendi kendine kurgulamasıyla), sabır kuvvetini mazi ve müstakbele (geçmiş ve geleceğe) dağıtıp, hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar. Adeta —hâşâ— Cenâb-ı Hakkı insanlara şekvâ eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekvâ edip sabırsızlık gösterir.

Çünkü, geçmiş her bir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi (acısı) gitmiş, zevâlindeki (bitişindeki) lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ değil, belki mütelezzizâne (lezzet alarak) şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes’ut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı (acıları) vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak divaneliktir. Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şimdi adem (yok) olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak (acı çekmek), sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir (zeka geriliğidir) ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb ediyor (yok ediyor).

Elhasıl, nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de, şekvâ (şikâyet) musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder. Birinci Harb-i Umumînin ( Dünya Savaşı) birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi:

-“Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:

-“Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu (sevinçli) yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîmin rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe (yokluğa) vücud (varlık) rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ (sıfıra yakın) bir kuvvetle merkezi harap eder.” Dedim:

-“Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et (askeri yığınak yap). Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhreviyeyi ( âhiret mükâfatını ) ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde ferahlı bir şükret.” O da tamamıyla bir ferah alarak,

-“Elhamdü lillâh,” dedi, “hastalığım ondan bire indi.”[16]

[1] DİA, Sabır Maddesi…

[2] Yakın bir arkadaşımın ciddi bir musibeti vardı. Uzun süredir devam ediyordu. Bu süreç esnasında rüya görüyor ve rüyada ona deniliyor ki, “ Senin biraz daha toprak yemen lazım… ” Rüyadan sonra da musibeti bir süre devam etti ve sonra bitti.

[3] Bakara suresi, 153-156; Âl-i İmran, 142; Muhammed Suresi, 31 v.d.

[4] “Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:153; Enfâl Sûresi, 8:46.

[5] “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.” Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:21.

[6] “Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar.”

[7] “Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.” Bakara Sûresi, 2:194.

[8] “Allah sabredenleri sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:146.

[9] “Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:159.

[10] “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ederim’ dedi.” Yusuf Sûresi, 12:86.

[11] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 23. Mektub, 4. Sual.

[12] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 2. Lem’a, 2. Nükte, 2. Vecih.

[13] Buhârî, “Cenâʾiz”, 32, 42; Müslim, “Cenâʾiz”, 14, 15.

[14] Müslim, “Ṭahâret”, 1; Tirmizî, “Daʿavât”, 86.

[15] Yunus sûresi, 5.

[16] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 2. Lem’a, 4. Nükte.

Hayat Yolu

Hayat Yolu

Hayat tekemmüldür, tecrübedir, imtihandır.  

İnsan ise, görerek, yaşayarak, duyarak veya tecrübe ederek beşeriyetin verdiği kusurları ve noksanları asgariye indirerek tekamül sürecinde olan varlıktır.

Tecrübeyse çok şeylerden arda kalan tortudur. Neticesi insanın dağarcığına mıhlarla yazılıp kazılır ve başka insanların da hayatına ışık tutar. Bu ışık o kadar kuvvetlidir ki, belki tecrübe sahibinden fazla o tecrübeden ders alanın işine yarar, tabi ki ders ve ibret almasını bilene.   

Tecrübe edinmek de, tecrübeden ders alabilmek de hayli zor bir meseledir. Çünkü tecrübeyi yaşamak acı bir şeydir. Hele bazı şeyler var ki, insanı taş gibi oyar tesbih gibi ipe dizer.  

Herkesin imtihanı kendisine okyanus gibidir. Ama başkasına bir bardak sudur. Bu sebeple kimsenin imtihanını hiç kimsenin istihfaf edip hafife almaya hakkı yoktur. Çünkü herkesin imtihanı kendisine okyanustur.  

“İmanda bir Cennet çekirdeği ve dalalette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış.”[1]

İmani bir nazar insana yaşadığı musibette veya imtihanda rahmet-i ilahiyenin izini, yüzünü, eserini gösterdiği için mütevekkilane bakar. İmandan uzak bir nazarsa ruhta elim bir iz ve yara bırakır. 

O halde insana düşen “çalışmanızı ziyadeleştirin ki, tecrübe-i meydan-ı imtihanda muvaffak olasınız” [2] sözüne kulak vermektir.  

Hayat yolunda herkese sınav ve imtihanında muvaffakiyetler temenni ederim. 

Selam ve dua ile 

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Hanımlar Rehberi (16) 
[2] Kastamonu Lahikası (203) 

Kaynak: RisaleHaber

İstifade ve mahremiyet

Risale-i Nur hizmeti, ahirzaman ümmetinin temessük etmiş olduğu ve sadece Türkiye sınırlarında kalmış olan bir hizmet hareketi değildir. Gerçekten bir hareket haline gelmiş ve nur talebeleri birbirlerine ciddi sevgi, saygı içindeler. Her ne kadar birbirlerini tanımamış olsalar da bu uhuvvet ve muhabbet hasletlerinden bir şey kaybetmemekteler. Yakın zamanda ekmek fırınına girdiğimde “bu kardeşler bana hiç yabancı gelmiyor” diyerek birisi bana yaklaştı ve tanıştık. Abimiz İstanbul–Bostancı’da medreselerimize giden birisi olduğunu belirtti. Hiç görmemiş ve görüşmemiş olmamıza rağmen nur talebelerinin arasında var olan bu muhabbet ve uhuvvet devreye girerek bir cazibe-i manevi olarak kendisini hissettirdi. 

Allah, dünya genelinde nur talebelerinin teşkil ettirdiği şahs-ı manevi-yi nuriden hissemizi, istifade ve istifazamızı azim eylesin. Zaten istifade ve istifaze lazım ve melzum gibidir. Biri birisiz olması mümkün değildir. Birisi istifade ediyorsa bunun zahir alameti istifazadır (feyiz). Feyzi varsa muhakkak bir şekilde istifade etmiş gibidir. 

Okumak anlamayı, anlamak istifadeyi, istifade ise istifazayı iktiza eder şeklinde ifade edebiliriz. Çünkü insanın latifeleri bu surette tatmin olmaktadır. 

Doğru okumak ve okuduğunu anlamak için insanın elinden geleni yapması gerekmektedir. Bazı metodlar başkalarına ters veya yanlış gelebilir. Bunu da normal karşılamak gerekir. Çünkü farklı fıtratlar ve zeka türlerinin istifadesi farklıdır. 

Mesela, işitsel zeka sahipleri en fazla istifadesi okunması ve metnin işitilmesidir. İşitsellere müzakere ve müteala yapılamaz. 

Görsellere, bir şeylerin dimağda teşekkülü için izah etmek gerekmektedir. Görsellere sadece okuma yaparak onların fazla miktarda istifazalarını beklememeliyiz.  

Bir de dokunsal olanlar var. Bunlara daha detaylı anlatımlar yapılarak hatta şekiller çizilerek maketler üzerinde anlatım yapılarak istifade edebilirler. 

Bu yazmış olduğum sıralamada birbirini hoş görmeyenler birbirini reddederek farklı bir halete bürünebilirler. Zaten şahsen anlamadığım şey budur. Anlayış ve metod farklarının hoşgörülmemesi ve tek bir anlayışın hakim kılınarak diğerlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik teşebbüslerdir. 

Özden, istikametten, nurlardan kopmamak şartıyla ne kadar okumalar, müzakereler, mütealalar yapılırsa yapılsın hepsini kabul edip hepsinin neticesine bakıp ortak bir paydada istifade edebilmeye çalışmalıyız. Ötekileştirerek ancak kendimize zarar veririz. Sürekli olarak bunlarla meşgul olmak insanlarda kusur aramaya, bulmaya sebep olmaktadır.  

Nur talebelerinin medar-ı niza ne ihtilaf şeyleri sümenaltı ederek uhuvvet ve muhabbetini muhkemleştirmeye çalışması elzemken bu farkları ötekileştirmeye sebep sayarak adeta tekfir etmesi de içler acısı bir durumdur. 

Mahrem mesele ve hatıraların sanal ortamlarda paylaşılarak naehillerin meselelere müdahil olmasına zemin hazırlamak ise, en kibar ifade ile içler acısı bir tutumdur. 

Bu sebeple ihtilafi şeylerle meşguliyetin zihinde olumsuz izler ve psikolojide yaptığı tahribatlar ve insanlarda kusur avcısı gibi hallere sebep olunacağı için bunlarla meşgul olunmamalı. 

Said Özdemir ağabeyin naklettiği hatıraya kulak verelim.  

“Kardeşim, hizmeti düşünmeyin, hizmeti en muhalife dahi Cenab-ı Hak yaptırır. Sizin düşüneceğiniz; uhuvvet, muhabbet, ittihat ve tesanüttür. En fazla düşüneceğiniz bunlardır. Bugün bize en fazla lâzım olan budur.” [1] 

“Herhangi bir yere giderken, dünya işi için bile olsa muhakkak hizmeti niyet ediniz, hizmetle alâkalı bir iş yapınız. Tâ ki başınıza gelen her hadise hizmet hesabına geçsin…” [2]  

Külliyatta o kadar mehaz varken, nice sahih bu manayı destekleyen nakiller de mevcutken kendimiz gibi düşünene muhabbet, uhuvvet, ittihad ve tesanüd göstermek gayrını tenkis ile tekfir boyutuna gitmek manevi olarak kıyamet alameti ve okunanla tatbikatın çelişmesinden başka bir şey değildir. 

Kaza ve kader-i İlahîye teslim olup düşmanını afveder ve bilhâssa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa hem maslahat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor. [3] 

Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamağa çalışacağımıza, Kur’anın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik.” diyerek, bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz. [4] 

Risale-i Nur nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevazu’ ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahib kılar. [5]

Selam ve dua ile 

Muhammed Numan ÖZEL

[1] (Son Şahitler, c. 4, Said Özdemir Hatırası) 
[2] Said Özdemir Ağabeyden bir nakil 
[3] Sözler (152) 
[4] Sözler (153) 
[5] Sözler (765)

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.org