Kategori arşivi: Yazılar

Maddi ve Manevi Eğitimin Önemi

Güzel bir Çin atasözü vardır.“Bir yıllık varlık istersen buğday, on yıllık varlık istersen ağaç, yüz yıllık varlık istersen insan yetiştir”der. Evet bir toplumda eğitim toplumun en önemli varlık sebebidir. Eğitime önem veren toplumlar hem geçmişte hem de günümüzde hep güçlü olmuşlardır. Eğitim yönünden geri olan toplumlar hep güçsüz olmuşlardır. Avrupa ve Ortadoğu ülkelerini karşılaştırmak her halde yanlış olmaz.

Bir toplum için eğitim önemli olmakla birlikte, eğitimin mahiyeti de önemlidir. Eğitim insanı her yönden ihtiyaçlarına cevap verecek bir mahiyette olmalıdır. Yani eğitim insanın hem maddi hem de manevi yönüne seslenmelidir. Eğer eğitim insanın tek bir yönüne seslenen bir eğitim olursa eksik kalır. Çünkü insan yalnız bedenden oluşmuş bir varlık değildir. İnsanın beden dışında diğer  yönleri de vardır. Bu durumu Bediüzzaman hazretleri :

Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir.  Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. (Risale-i Nur / Münazarat) sözleriyle çok güzel açıklar.

Nasılki midemizin gıdası ayrıdır. Gözümüzün ve kulağımızın gıdası ayrı ayrıdır. Gözün gıdası güzel manzaralar, kulağın ise seslerdir. Aynen öyle de aklımızın gıdası ile kalbimizin gıdası da farklıdır. Aklın gıdası bilim, mantık ve fenlerdir. Kalbin gıdası ise sahibini (yaratanı) bulmak onu tanımak ve ona tesbih, namaz, dua ve ibadettir. Biri eksik oldu mu, insan da eksik olur.

Sadece kalbini besleyenler, mutaassıp olurlar ve  bazıları gibi Avrupa’da yapılan bir cam bardağı bile gavur icadı diye reddederler; inançlarını taklitten kurtaramazlar. Zira tahkiki bir iman ilimden geçer. Sadece aklını doyuranlar ise ittikadi konularda şüpheden kurtulamazlar. Bunlar da tamamen dinden uzak, her şeye şüphe ile yaklaşan helal haram düşünmeyen, ahirete imanı olmadığı için bu dünyada ne yaparsam kardır düşüncesiyle hareket eden insanlar olarak, yaşadığı topluma yarar değil çoğunlukla zarar verirler.

Sonuç olarak, eğitim insanın bütün insani yönlerini karşılayacak şekilde olmalı, hem akla hem de kalbe yer vermelidir. Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiştir. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet karanlığı, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme cahilliğidir. Kalp aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder.

Hamit Derman

www.NurNet.org

 

2011 Ramazan Ayı ve Ramazan Bayramı Ne Zaman?

2011.ramazan.ayi.ramazan.bayrami2011 Ramazan Ayı ve Ramazan Bayramı Ne Zaman?

1 Ağustos 2011 Pazartesi, Ramazan ayının ilk günüdür,

29 Ağustos 2011 Pazartesi Arefe günüdür.

30 Ağustos 2011 Salı Ramazan Bayramı (1.Gün).

31 Ağustos 2011 Çarşamba Ramazan Bayramı (2.Gün).

1 Eylül 2011 Perşembe Ramazan Bayramı (3.Gün).

www.NurNet.org

Ramazan Ayı’nın Özelliklerinden Bazıları Nelerdir?

Ramazan ay’ına “on bir ayın sultanı” denilmiştir. Bu ayın özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

1- Kur’an-ı Kerim’de ismi açık olarak geçen tek ay Ramazan ayıdır.

2- Kur’an-ı Kerim bu ay içerisinde indirilmiştir. Yüce Rabbimiz; “Ramazan ay’ı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur’an, bu ayda indirildi” (el-Bakara, 2/185) buyurmuştur.

3- Kur’an-ı Kerim’de, “bin aydan daha hayırlı” olduğu belirtilen Kadir gecesi bu ay içerisindedir.

4- Dinimizin beş temelinden biri olan oruç ibadeti bu ayda üzerimize farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de; “Sizden kim bu aya yetirirse oruç tutsun” (el-Bakara, 2/185) buyurulur. Ramazan ay’ı girince şartlarını taşıyan kimselere oruç farz olur.

5- Fıtır sadakası vermek bu aya mahsus bir ibadettir.

6- Teravih namazı da bu ay’a mahsus ibadetlerimizdendir. Ebû Hüreyre (r.a)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.s)’in Ramazan hakkında şöyle buyurduğunu işittim: Kim inanarak ve sevabını umarak Allah rızası için teravih namazı kılarsa geçmiş günahları bağışlanır” (Buhârî, Teravih,I; ayrıca bk. Teravih).

7- İtikafa girmek: Ramazan ay’ının son on gününde itikafa girmek sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.s) Ramazan’ın son on gününde daha çok ibadet ve taatta bulunurdu. Hz. Âişe validemizden şöyle rivayet edilmiştir:

“Resulullah (s.a.s) Ramazan ayının son on günü girince elini eteğini toplar, geceyi ihya eder ve ev halkını uyandırırdı” (Buhari, Kadr, V). Yine Hz. Âişe (r.a.) dan şöyle rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s) Ramazan’ın son on gününde vefatına kadar itikafa girdi. İrtihalinden sonra da zevceleri itikafa devam ettiler” (Buhari, İtikaf I).

8- Ramazan ayında Kur’an-ı Kerim’i okumak, hayır ve hasenatta bulunmak: İbn Abbas (r.a.) dan şöyle rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.s) insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ay’ı girip de kendisiyle Cebrail (a.s.) karşılaştığı zaman daha da artardı. Cebrail (a.s.) Ramazan ay’ı çıkıncaya kadar her gece Resulullah (s.a.s) ile buluşup, Resulullah (s.a.s) Kur’an’ı arzeder (okur) du. Resulullah (s.a.s) Cebrail (a.s) ile buluştuğunda insanlara rahmet getiren rüzgardan daha cömert, daha faydalı olurdu” (Buhari, Savm, 7).

www.sorularlaislamiyet.com

İnsanım Yahu Elhamdülillah

İnsanım elhamdülillah. Ahlâksızlığın, yüzsüzlüğün, bencilliğin, ilkesizliğin, kaypaklığın, aymazlığın, yalakalığın, arsızlığın, ruhsuzluğun insan adını aldığı, insanın insanlığından utandığı bir dünyada “insan” olarak kalabildiğim için elhamdülillah. Helâket, dalâlet, sefillik ve sefihliğin ortasında kalakaldım; “her hal ve durumda Allah’a hamdolsun” diyebildiğim için elhamdülillah.

Şairin, “Bir âlem ki, gökler boru içinde! Akıl almazların zoru içinde. Üst üste sorular soru içinde: Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?” diyerek tarif ettiği karışık bir dünya da, içleri kemiren sorular karşısında susup pusmadığım için elhamdülillah. Kimler geldi, kimler geçti bu sus puslar içinde. “İyiler alemden göçtü çekildi/Bizler zamanenin …ne kaldık.” diye dövünenlerle “Kötüler âlemi almış gidiyor, iyiler kendini canım, yormasın boşa” diye teselli arayanların içinde, birkaç iyinin mücadelesini verebilenlerin yanında ola bildiğim için elhamdülillah. Gömlek değiştirmeden kalabildiğim, gömleğimi satın almak isteyenleri reddedebildiğim, sıçratılan çamurlardan gömleğimi koruyabildiğim için elhamdülillah. Nice memleket sevdalıları vardı yanı başımızda, nice dostlar, nice Ömerler, nice Hamzalar… İki kuruşa satışa çıkarılan sevdalar içinde Leylâlarını unutuverdiler. Bu sevda pazarında Leylâ’ma sahip çıkabildiğim, Leylâ’ma dâvâm diyebildiğim, Leylâ’mı peşkeş çekmediğim için elhamdülillah.

Bukalemunlara sevda yaraşmaz. Makam ve mevki uğruna bukalemunlaşanlara, pragmatizmi hayat felsefesi haline getirerek insanı ve hayatı değersizleştirenlere, güzellikleri çiğneyerek çirkinleşenlere atfen söylenen “nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok; nice elbiseler gördüm içinde insan yok” sözüne yakışmadığım; malk, mülk ve makamla ilgili sorulara muhatap olmadığım için elhamdülillah. Menfaatperestliğin metalaştığı, putçukların çoğaldığı bir âlemin içinde adam sandıklarımın adam olmadığını, büyük sandıklarımın ne kadar küçük olduğunu görebildiğim, kimseye hak ettiğinden fazla değerin verilmeyeceğini pek çabuk anladığım için elhamdülillah. “Ben bugüne kadar bordrolu memur değildim” diyerek paracıklarını savunmaya geçenlerin karşısında, helâl lokmanın ne kadar büyük bir servet olduğunu bilebilenlerden biri olduğum için elhamdülillah.

Kasedim yok elhamdülillah. Ahlâktan, dürüstlükten, düzgünlükten dem vuran, cumhuriyetin temel nitelikleri diye diye ortalığı kasıp kavuran müptezel solcuların payimal ettikleri namus, ahlâk ve irfan karşısında tüm saflığımla kalabildiğim; namussuzların kaset savaşları içinde yer almadığım, “Tencere dibin kara, seninki benden kara”larla aynı safta bulunmadığım için elhamdülillah. Kemerini düzgün bağlayamayanlar nasıl memleket yöneteceklermiş, içinde namus kavramının bulunmadığı bir cumhuriyet nasıl ayakta kalacakmış, bacımın iffetiyle uğraşanlar ne kadar iffetsizmişler; dünya gözü ile görebildiğim için elhamdülillah.

Ülkemi, milletimi ve mukaddesatımı bir felâketin eşiğine getiren asırlık bir fitnenin ve ihanetin içinde yer almadığım için elhamdülillah. Ne onun adamı ne de şunun taşeronuyum. Ne bunun ahbabı ne de şunun çavuşuyum. Ben hakkın hatırını âli tutanlarlayım. Bu yolda cennet sevdasından da cehennem korkusundan da geçenlerleyim; “Cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim” diyen bir dâvâ adamının peşindeyim. Kim olduğumuzu, bu fani dünyada niye bulunduğumuzu çoktan fark ettik; “garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem” dedik, haddimizi bildik; gerisi boş laf, elhamdülillah.

Kaynak: Ahmet Dursun / Köprü Dergisi

Kim Dost? Kim Düşman?

Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklar: “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınma haliniz müstesnadır. Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş Allah’adır.” (Âli İmrân, 3/28)

Din düşmanlarını sevmek ve onlara dost olmak, hiçbir mümine yakışmaz, zaten onlar da müminleri sevmezler ve dost olmazlar. Zira Kuran-ı Kerim’de Cenab-ı Allah (c.c.): “Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş (dost) edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık.” (Âli İmrân:118)

Başka bir Ayeti Kerimede de: “Kâfirler de birbirlerinin velileridir. (dostlarıdır) Eğer siz bunların gereğini yapmazsanız yeryüzünde bir karışıklık ve büyük bir bozulma olur.” (El-Enfâl:73) buyurmaktadır.

Dostluklar ancak Allah (c.c.) içindir. Allah rızası için ve hiçbir menfaat beklemeksizin olursa devamlı olur. Bir müminin bütün müminlere dostluk göstermesi sünnettir. Müminlerin birbirini sevmesi ve birlikte hareket etmeleri mecburidir. Cemaat, Allah’ın rahmet ve bereketine, rızasına, af ve mağfiretine, iki dünya mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, Allah’ın azabını, çağrıştırır.

Kim ki bir insanı makam, rütbe, zenginlik, güzellik, şan ve şöhret için seviyorsa, bu sevgi çıkar amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızası için olmayınca mutlaka bir çıkar içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler.

Hz. Peygamber (s.a.s.): “Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri gider” buyurmuştur.

Bir Müslüman, kimle dostluk kurabilir, kime dost olabilir? Hakikaten bu benim dostumdur diye kim veya kimleri tercih edebilir? Kuran-ı Kerim, bu konuya açıklık getirmektedir. Hakiki dostun Allah olduğunu ve bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle tanımlanmıştır: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostudurlar.” (Et-Tevbe:71) Dostluk, ancak Allah içindir. İslâm dışı bir gaye için dostluk kurulmaz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyururlar: “Amellerin en faziletlisi, sevdiğini Allah (c.c.) için sevmek, sevmediğine de Allah (c.c.) için düşman olmaktır.”

Bilindiği üzere insanoğlu, dünyaya ağlayarak geliyor ve beşikle tabut arasındaki upuzun bir yolculuk onu beklemektedir. Bu yolculuk her ne kadar uzun gibi görünse de aslında çok kısacık bir ömürden ibarettir. İşte insan kendisine takdir edilen bu kısacık ömrünü doldurup kabir denilen amel çukuruna girerken eğer gülebiliyorsa ve geride kalanları ardından ağlıyorlarsa asıl o zaman mutludur.

O halde asıl maksat, dünyaya gelirken değil giderken gülebilmektir. Buna layık olabilmek için de hayatımız müddetince Hak yoldan ayrılmamak mecburiyetindeyiz. İşte bu mecburiyet şuuru ile Müslümanların dikkat edecekleri en önemli hususlardan biri, dostunu – düşmanını gayet iyi tanımaları, dostlarına karşı sevgi ve muhabbet göstermeleri, düşmanlarına karşı da daima tedbirli olmalarıdır.
Şimdi düşünelim, bakalım kim dost, kim düşman?

İSLAMA GÖRE MÜSLÜMANIN DOSTU:

Allah’tır,
Rasulullah’tır,
Kitabullah’tır,
Beytullah’tır,
Sünnet-i Rasulullah’tır,
Ashab-ı Habibullah’tır,
İmandır,
Ameldir,
Ahlaktır,
Doğruluktur,
İyiliktir,
Hayırdır,
Haktır,
Hakikattir,
Şefkattir,
Merhamettir,
Fazilettir,
Adalettir,
Camidir,
Cemaattir,
İlimdir,
Çalışmaktır,
Helal Kazançtır,
Edeptir,
Hayâdır,
Temizliktir,
Ahde vefadır,
Kendi Din Kardeşidir.
MÜSLÜMANIN DÜŞMANLARINI DA ŞÖYLE SIRALAYABİLİRİZ:

Allah’ın emirlerine karşı gelendir,
Rasulullah’ı sevmeyendir,
Kitabullah’ı saymayandır,
Ashab-ı Habibullah’ı tanımayandır,
Veliyullah’ı görmeyendir,
Hak ve Hakikati duymayandır,
İmansızlıktır,
Amelsizliktir,
Ahlaksızlıktır,
Yalancılıktır,
Kötülüktür,
İftiracılıktır,
Vicdansızlıktır,
İnsafsızlıktır,
Merhametsizliktir,
Adaletsizliktir,
Cami ve Cemaatten uzaklaşmaktır,
Cehalettir,
Hıyanettir,
Tembelliktir,
Haram Kazançtır,
Edepsizliktir,
Hayâsızlıktır,
Ahde Vefasızlıktır,
Din Kardeşini Sevmeyenlerdir,
Gıybettir,
Dedikoduculuktur,
Şeytandır,
Fitneciliktir,
Fesatçılıktır,
Faizciliktir,
Tefeciliktir.

O halde Dostlarım! Dostlarımızı ve düşmanlarımızı iyi bilelim. Her zaman pusuda bekleyen düşmanlarımıza karşı tedbirli olalım. Allah (c.c.)’nün dininden ve Rasulullah(s.a.v.)’ın sünnetinden uzak yaşamayalım. Unutmayalım ki: “ALLAH (C.C.), DOSTLARIYLA BERABERDİR” Vesselam…

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır

www.NurNet.org

Bediüzzaman ile Miran Aşiret Reisi Mustafa Paşa

Asıl adı Said iken dendi Bediüzzaman
Daha küçük yaşlarında bildi ki dünya yalan

Üstün kabiliyetiyle ilgi alaka gördü
Bütün herkesi şaşırtıp hayretlere düşürdü

Ön plana çıkıyordu O’nun keskin zekâsı
Harikulade gelişmiş mükemmel hafızası

Hareketli geçiyordu O’nun gençlik yılları
İmanı kurtarmak idi istek ve arzuları

İlim tahsili anında zühde önem veriyor
Üç günde bir parça ekmek onun için yetiyor

Bazen o parça ekmeği yemediği olurdu
Çevredeki otlar ile idareye koyuldu

Onüç ondört yaşlarında Üstad Bitlis’e gelir
Orada mümtaz âlimler onunla ilgilenir

Tillo’da iken bir gece acip bir rüya görür
Abdülkadir-i Geylâni rüyasında görünür

Abdülkadir Hazretleri diyor “Ey Molla Said
Mustafa Paşa denilen Miran Reisi’ne git

Halkına zulmettiğinden hidayete davet et
Bir de namaz kılmasını Reis’e tavsiye et

Dediğini yapmaz ise başka işlere girme
Reisi hemen öldürüp fazla zaman geçirme”

Üstad uyanır uyanmaz yol tedariki eder
Tillo’dan Miran’a doğru hemen hareket eder

Doğru Miran Reisinin çadırlarına gider
Paşa bulunmadığından O istirahat eder

Paşa dışarıdan gelir onu hiç umursamaz
Her kes kıyam ettiyse de Üstad ayağa kalkmaz

Paşa sorar “Kim bu?” diye fazla kızmış ise de
Kızdığını belli etmez onu sorar yine de

“Molla Said” cevabını alınca Mir Mustafa
Hiddetlenerek yüzünü çevirir o tarafa

Ne sebeple geldiğini Molla Said’ten sorar
Aldığı cevap ile de rengi tamamen solar

“Ya zulmünü terk eyleyip insaflı olacaksın
Halkına merhamet edip namazı kılacaksın

Veya gözümü kırpmadan seni öldüreceğim
Leşini serdikten sonra buradan gideceğim”

Paşa direkte asılı kılıncına bakıyor
“Hayret bu pis kılınçla mı öldüreceksin” diyor

Üstad Mustafa Paşa’ya cevaben şöyle diyor
“Kılınç kesmezse el keser” diye cevap veriyor

Miran Aşiret Reisi ona çok hiddetlendi
Ancak hiç belli etmeden Üstad’a şöyle dedi

“Cezire’nin âlimleri bir yerde toplansınlar
Kendinden emin olanlar seninle yarışsınlar

Eğer onları yenersen dediğini yaparım
Onları yenemez isen seni nehre atarım”

Bu muhavereden sonra Paşa ile beraber
Yarışmaya girmek için Cezire’ye giderler

Cezire’nin âlimleri bir yerde toplanırlar
Üstad Bediüzzaman’ı içlerine alırlar

Görüşmeler yapılırken onlara çay verilir
Meşhur misafirlerine izzet ikram edilir

Üstad çayını içerken kimselerden ses çıkmaz
Onların çayını içer kimse farkına varmaz

Mustafa Paşa diyor ki “Ey Hoca Efendiler
İnanın ki Molla Said peşin sizi yendiler

Mağlup olacağınızı şimdiden biliyorum
Ancak bu işin sonunu merakla bekliyorum”

Üstad dedi “Efendiler, bendeniz vadetmişim
Hiç kimseye sual sormam dinlemek benim işim”

Kırk kadar sual sorarlar oradaki âlimler
Cümlesine cevap verir onlara birer birer

Sonra da Mustafa Paşa Üstad’ı tebrik eder
Namazı kılmaya başlar mavzer hediye eder

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org