Kategori arşivi: Yazılar

Sultan II. Abdülhamid Han

Sultân Abdülhamid Hân, Osmanlı Padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana geldiği nadir padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında en çok eser bulunan bir devlet adamıdır. Bir iki sayfada onun şahsiyetini ve devrindeki olayları özetlemek mümkün değildir. Bu sebeple sadece bazı olayların ana hatlarını vermeye çalışacağız.

II. Abdülhamid, I. Abdülmecid’in 4. Kadınefendisi olan Çerkez asıllı Tîr-i Müjgan Kadınefendi’den Çırağan Sarayında Eylül 1842 yılında dünyaya gelen oğludur. 10 yaşında annesini kaybeden Abdülhamid, manevi annesi Başikbal Perestû Hanımefendi’nin terbiyesi altında büyümüştür. 28 yıl II. Abdülhamid’in vâlide sultânlığını ifa etmiştir. Milletin Sultân Hamid dediği II. Sultân Abdülhamid, şehzâdeliğinin ilk günlerinde musiki dersleri almış; 1850’den itibaren devrinin âlimlerinden hat, Arapça, Farsça, Osmanlı Edebiyâtı ve diğer İslâmi İlimleri ders almıştır.

Özellikle hadisden Buhari okuyan Abdülhamid, devrin Maârif Bakanından politika ve iktisad, Vak’anüvis Lütfi Efendi’den Osmanlı Tarihi derslerini dinlemiştir. Kendinden önceki padişahlardan farklı olarak, Şâzelî tarikatına intisap eden Abdülhamid, 1879’dan itibaren Kadiri tarikatının derslerini almaya başlamış ve ömrünün sonlarına doğru Nakşibendi tarikatına da intisap eylemiştir. Bu bir kaç satırlık bilgiden anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatını tam bir İslâm âlimi ve siyâset ve devlet adamı olmaya vermiştir.

Amcası Abdülaziz zamanında ziyâretlerde ve seyahatlerde bulunan Abdülhamid, Fransız İmparatoriçesi, Avusturya Kralı, Prusya Veliahdı, Galler Prensi, Fransa Prensi, Şeyh Şâmil ve Emir Abdülkadir gibi, batılı ve doğulu devlet adamlarıyla tanışmış ve onlardan istifade etmesini bilmiştir. Babasının tabiriyle kuşkulu ve sükûtî oğul olan Abdülhamid, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve ancak gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır.

Hayat tarzı itibariyle Sultân Abdülaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir Müslüman, tam bir Osmanlı ve tam bir Müslüman Türk olan Abdülhamid Han, takvâ ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyyullah olarak bilinmiştir.

Dedesi II. Mahmûd’a ve Reşid Paşa’ya hayran olduğu ifade edilen II. Abdülhamid, babası I. Abdülmecid ile ağabeyi Murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 Ağustos 1876’da, akıl hastası olan V. Murad’ın yerine, Midhat Paşa ve Mütercim Rüşdü Paşa’yı ikna ederek Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 Nisan 1909 yılına kadar Osmanlı tahtında oturmayı başarmıştır.

*  *  *

devamını okumak için aşağıdaki linke tıklayın:

http://www.osmanli.org.tr/yazi-5-243.html

Osmanlı Araştırmaları Vakfı

Editörün notu : 10 Şubat, Sultan II.Abdulhamit’in vefat yıldönümüdür.

Ümide Çağrı

Araf sûresinden öğrendiğimize göre, şeytanın insanlar için hazırladığı tuzaklar tek tip değildir. Taşıdığı kibir dolayısıyla emr-i ilâhiye isyan eden ve bu yüzden cennetten kovulan şeytan, kendisine mahşer gününe kadar verilen mühleti, Rabbinin doğru yolunda durup insanları yoldan alıkoyma yönünde kullanmaya azmetmiştir. Şeytanın ahdi, sapa yollara sapmaları için, insanlara ‘önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından yanaşma’ şeklindedir..

Bu bakımdan, insan tek tip tuzakla karşılaşmaz. Aksine, karmaşık ve çetrefilli tuzaklar çıkar karşısına.

İşte bu karmaşık şeytanî tuzakların belki en etkili örneği, insanın bile bile günaha düşmesinin peşisıra yaşadığı sorgulama hengâmında sergilenir.

Şeytan, reklamcıların piri olarak, insanı ve özellikle müminleri binbir allama-pullama, binbir katıp katıştırma ile, adeta ağzının suyunu akıtıp imrendirerek günaha çağırır. İnsan bu çağrıyı bir kez savsa, peşinden ikincisi gelir. Onu da savsa, üçüncüsü gelir. Hülasa, bu günah çağrısı, insan bilfiil günaha düşünceye kadar değişik renklere ve suretlere bürünerek durmaksızın yinelenir. Sonunda bile bile günaha düşer, göz göre göre şeytanın davetine icabet eder, kalb ve vicdanının uyarılarına rağmen şeytanın tuzağına düşeriz.

Bu tuzakların ilkidir.

Bu meyanda davet edildiğimiz günahtan elde edeceğimiz vaad edilen lezzet ile o günahı bilfiil işlemekle elde ettiklerimiz arasındaki muazzam uçurum, ‘aldatıldığımızı’ geç de olsa farketmemizi sağlayacaktır. Ancak olan olmuştur ve bizim dünyamızda, böylesi bir günaha nasıl düşebildiğimiz sorgulaması doldurmuştur.

Bu sorgulama, kalp ve vicdanın yardımıyla, Rabbin doğru yolundan sapıp girdiğimiz şeytanî günah yolunun çirkinliğini derketmemiz sonucunu getirecektir. Bu ise, istiğfar ve tevbeye yöneltir bizi. Yaptığımızın, bir insan ve bilhassa bir mümin olarak bize yakışmadığını anladığımızda, işlediğimiz bu fiile karşı Rabbimizden utanır ve onun rızasına uygun bir hayata yeniden dönüşün adımları olarak istiğfar ve tevbe surecini başlatırız. Bu ise şeytanın bir kez ısırdığı mü’mini ikinci kez ısıramaması demektir. Bir kez ağına düşürdüğü insanın ikinci kez tuzağa düşmekten kurtulması demektir.

Şeytan, bu ihtimali yeni bir hileyi devreye sokarak aşmaya çalışır. Günah sonrası sorgulamalar içinde vicdandan gelen, “senin aslın bu değil!” dir. Vicdan “sen ‘ahsen-i takvim’de yaratılmış arza halife kılınmış en şerefli mahluksun. Bunun hakkını ver.” çağrısında bulunacaktır. Bu vicdanî teşvik, insanın iç dünyasında hayra yönelme iştiyak ve ümidini uyandırır. İşte bu ümid ve iştiyakı kırmak için, şeytan benzersiz bir tuzak kurar. kandırıp aldatarak; akıl, kalp ve vicdanını tesirsiz kılarak insanı günaha sevk eden kendisi değilmiş gibi, çelmelediği aynı insana şu telkinleri vermeye başlar;

İşte senin gerçeğin bu.Sen böylesin işte.Kendini iyi biri mi sanıyorsun? Sen bu’sun işte; sen adam olamazsın.” Peşi sıra, bu iddialarına delil olarak, bizi işlemeye sevk ettiği günahı gösterecektir şeytan: “Çirkinliği bu kadar bariz bir günaha nasıl da kapılıp gidiverdin. Hâlâ daha, kendini iyi bir kul olabilir mi sanıyorsun? Allah’ın kapısına hangi yüzle gideceksin ki? Bu günah la mı O’nun kapısından içeri kabul edileceksin? Boş yere umutlanma!

Açıkçası, insan Rabbinin rızası dahilinde, karınca kararınca yürürken, şeytan ilk önce günaha sevk ve teşvik ederek ve peşi sıra günah işleterek onun yolunu keser. İlk tuzak budur. Bundan sonra ise işlenenin günah olduğunu bilip tevbe ve istiğfarla tekrar Rabbinin yoluna dönme çabamızı, ‘artık herşeyin bittiği’ kabilinden bir ümitsizlik aşılayarak engellemeye çalışır. Bu da ikinci tuzağıdır.

Maamafih, bu çabasında başarısız olduğuda söylenemez.Her birimizin tecrübe ettiği üzere şeytanın hazırladığı günah tuzaklarına düşen pek çok insan ardı sıra gelen ümidsizlik tuzağına da düşmüş durumdadır.

Üstelik tuzaklar bununla bitecek değildir.Zira, kendini hayra yarayacak her hangi bir meziyetten mahrum olarak müflis bir halde görmek, insanın iç dünyasında müthiş bir bunalım ve çatışma yaşaması demektir. İnsan, ancak ‘İslâm’ ile yani iç dünyasında barışın temini ile yaşayabilir. ‘Kendisiyle barışık’ olabilmesi için ise, insanın Rabbi ile barışık olabilmesi icab eder. Bu barışıklık, Rabbinin emrine teslimiyet, ve itaat halinde zaten mevcut olduğu gibi, günah ve isyan halinin akabinde, istiğfar ve tevbeyi kuşanmakla yeniden tesis olunabilir. Mü’minin “kendisiyle barışık” olmak için baş vuracağı yegâne formül budur: (1) tâat ve teslimiyet; (2) masiyet halinde, istiğfar ve tevbe ile yeniden tâat ve teslimiyet haline dönüş.

İşte tâatte ve ibadete muvaffak olamamış, günaha düşmüş, lakin peşi sıra yeis ve ümitsizlik ağına düşerek istiğfar ve tevbeden uzak kalmış bir insan vicdanının ikazı ve nefsin itirazı ekseninde gelişen ‘iç savaş’tan sıyrılabilmiş değildir. Lakin, bu ‘iç savaş’ ı sürekli tecrübe ederek, yaşaması da imkânsızdır. Bu yüzden karşısında, ya intihar (kelimenin tam anlamıyla ölüm) yahut sefahat (aklını uyuşturmak suretiyle manen ölüm) gibi bir ikilemle yüz yüze gelir insan. Az bir zümre ilkine, çoğu insan ikincisine yeltenir.

Bunlar deyim yerindeyse, “iç savaş”ı aşmak için baş vurulacak ‘radikal tedbirler’dir. Şeytan ise, hem kolay hem de keyif verici üçünçü bir formül daha öğretecektir: ucb. Yani önce günaha, sonra günah karşısında ümitsizliğe düşürdüğü insanı bu ümitsizlik halinin davet ettiği iç çatışmadan“ameline güvendirerek” çıkarır şeytan. Ona, kendisini kurtarabileceğini umacağı bir takım iyiliklerini gösterir. Bunları öylesine köpürtür ve öyle büyütür ki, kişi kendisinin başkalarından daha iyi, hem de çok daha iyi olduğunu düşünür hale gelir.“Kalbi herkesten temiz” olanların, günaha ziyadesiyle batmış kişiler olması manidar değil midir? Görüldüğü üzere, günah -yeis-ucb sürecinde, gurur durağında da kalınmayacak; gururuyla kabaran insan kendinden başka kimseyi beğenmez hale gelerek müthiş bir suizannı kuşanacaktır.

Şeytanın günaha karşı yaşanan sorgulama karşısında gündemimize taşıdığı dördüncü bir formül ‘rasyanolizasyon’dur. İşlediği günaha karşı rahatsız olan ve de kendisiyle barışıklık halinden uzak düşen insana aslında işlediğinin hiç de günah olmadığını fısıldar şeytan.Bu şartlarda der, “yapılacak olanı yaptın sen. Doğrusu buydu.” Bunun için ‘şartlar’, ‘niyetler’, ‘zaruret’, ‘maslahat’ gibi kalıplar üzerinde, işlenilen günahı, günah olmaktan çıkaran bir dizi kalıbı sıraya dizer. Böylece, haramı helal, helalı haram gibi görecek ve gösterecek feci bir vaziyete düşürür insanı.

Beşincisi işlediği günahı meleklerin görüp bildiği ve yazdığı ve Kadir-i Zülcelal’in hesap günü bunun hesabını sorarak kendisini cehenneme atacağı düşüncesini takiben bunları düşünmenin getirdiği tedirginlikten kurtulmak üzere insanı âdeta, Allah’ın, meleklerin, ahiretin yokluğunu arzular hale getirmesidir. İnsan hele böyle bir arzuya yatkın hale gelsin, peşi sıra inkar ve küfür telkinleri sökûn edecektir.

Günah karşısında, affedilme ümidinden mahrumiyet hali, işte böyle bir dizi şeytanî oyunun düğümü hükmündedir.Zümer suresinin 53. âyeti, işte bu şeytanî oyunu kökünden bozup atar. Rabb-i Rahim :“De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşan kullarım!” Hitabıyla başlayan bu ümid âyetinde, Nebi-i Zişan’a Rabbi adına şu tebligatta bulunmasını emreder: “Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin!” Zira, âyetin devamında bilirtildiği üzere, onun katında, işlenmesinden dolayı samimi ve ciddi bir istiğfar ve tevbenin edilmesi kaydı ile, affedilemeyecek günah yoktur. Zira O Gafûr’dur; gufranı ve bağışlaması sonsuzdur. Hem, Rahim’dir de; rahmet ve merhametine nihayet yoktur.

Ümit âyeti insan için istiğfar kapısını her hâl ve şartta açık tutarak kendisini affedilemeyecek günahların sahibi bilenlerin istiğfarsızlıkla girecekleri dehşetli şeytanî kapılara işte böyle kilit vurmaktadır!

Bu âyetten anlaşıldığı üzere, aslolan istiğfardır. Hiç günah işlememek, ancak Nebilerin kârıdır. Bizim için aslolan, işlemişse dahi, günahından geri dönmektir. İşlediğinin günah olduğunu itiraf ile, af ve bağışlanma dileyip (istiğfar) tekrar onun yoluna yöneldikten (tevbe) sonra, Allah bütün günahları affedicidir.

Madem hakikat budur, ey nefisleri konusunda haddi aşan kullar, günahlarınız hangi düzeyde olursa olsun, hepsinin Ezel ve Ebed sultanının Gafur ve Rahim isminin “kapsama alanı” içinde bulunduğunu bilin, ve bunun idrakiyle kendinize hayra doğru bir fırsat daha verin. İtiraf edin. İstiğfar edin.

Bilin ki, bu fırsatı kullanıp, Rahmet-i İlahiye karşı ümid içinde istiğfarı dile getirebildiğimiz ve de tevbeyi becerebildiğimiz zaman, şeytan tezgâh ve tuzağını üzerimizde kolaylıkla icra edemeyecektir.

Metin Karabaşoğlu /

Risaleler kısa ve öz metinler halindedir

Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de çok ilmi, çok mu’cez, çok az cümle içerisinde çok şey ifade edilmiş metinler halinde olmasıdır. Yani kısa, bir metin içerisinde çok şeyler ifade edilmiştir. Kanaatimce Risale-i Nur’un tamamı böyledir. Yani Risale-i Nur çok kısa yazılmış, tafsilât verilmemiş bir eserdir. Müellif de bunu çok yerde belirtmiştir.

Bazen demektedir ki; “Bu denizden bir katre gösterdik.”; veya demektedir ki: “Çok mufassal olan bu mevzuun ancak bir vechini ifade ettik”. Ve benzer ifadeler kullanmıştır. Yani Risale-i Nur’un tamamı meselâ 5000 sayfa ise, bunun tamamı 500.000 – 600.000 sayfalık bir eser demektir. Yani mevzuun ancak yüzde biri ifade edilmiştir kanaatindeyim. Müellif hemen hemen her risalenin başında veya sonunda böyle bir hususiyeti ifade etmiş bulunmaktadır.

Meselâ Talikat isimli mantıkla ilgili kitabı veya risalesi buna örnektir. Aynı şekilde Kızıl İ’caz isimli yine mantıkla ilgili kitabı da yine çok kısa ve çok öz yazılmıştır. Yine bunun gibi Yirmialtıncı Söz, kaderle ilgili risale de, ancak müdakkik âlimlere ve bu konuda temel İslâmî bilgileri olan kimselere hitab eden, çok çok kısa, efradını cami ve ağyarını mâni özelliği olan bir eserdir diyebiliriz.

Yine aynı şekilde Birinci Şua hakikaten, anlaşılması zor demeyeceğim, ama her cümlesi üzerinde durulması, her cümlesi üzerinde çok şeyler söylenmesi mümkün ve lazım olan bir metin halindedir. Çok şeyler söylenmesi gereken derken şunu kastediyoruz: Diyelim ki kader hakkındaki risalede bir cümleyi alsanız, bunu açıklayabilmek için Kelâm ilmi hakkında bir hayli bilgi sahibi olmanız lazım. Mantık ilmi hakkında bilgi sahibi olmanız lazım.

Bu özelliğidir ki, Risale-i Nur’ları bir yıl dikkatlice, anlayarak ve kabul ederek okuyanı, zamanın büyük bir alimi yapabilir diye müellifin bir cümlesine sebep olmuştur. Bu konuda daha birçok misaller verilebilir. Bazen de Risale-i Nur’da hem ilmi ifadeler, hem de basit ifadeler yan yana gelmiştir. Buna misal Otuzuncu Lem’a’nın çeşitli risaleleri buna misal olarak verilebilir.

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN

Kurt gövdenin içine girerse

Bir ağacın temel organları kök ve gövdedir. Yaprak, çiçek ve meyveler ise her yıl tazelenen geçici organlardır. Gövde, hem ağacın ayakta durmasını hem de yapraklarda üretilen besinlerin köklere taşınmasını sağlayan önemli bir organdır. Gövdenin anatomisini incelersek, burada yapraklardan kök uçlarına kadar uzanan kalburlu boruların ve yine köklerden alınan su ve mineralleri yapraklara taşıyan odun borularının bulunduğunu görürüz. Bu borulardan yüzlercesi gövdede kambiyum denilen bir halka üzerinde yan yana dizilmişlerdir. Yaptıkları görev itibarıyla bu borular insan vücudundaki damarlara benzerler. Yapraklarda fotosentezle üretilen çeşitli besin maddeleri kalburlu borulardan aşağıya taşınarak köklerde ve gövdede bulunan parankim hücrelerinde depolanırlar.1

Gövdenin bu stratejik önemini ve besinlerin geçiş güzergâhı üzerinde bulunduğunu ilham-ı ilahi ile bilen ağaç kurtlarının annesi olan kelebek gövdede bulduğu bir çatlak veya delikten yumurtalarını kabuğun altına bırakır. Yumurtadan çıkan kurtçuk sanki önceden yerini biliyormuş gibi iletim borularının bulunduğu bölgeye doğru yönelir. Aynen yeni doğmuş bir bebeğin ağzıyla meme aradığı gibi odun dokusunu ağzıyla kemirerek açtığı delikte ilerler. Önce besinlerin taşındığı borulara daha sonra da besinlerin depolandığı parankim hücrelerine ulaşır. Burada boruları delerek beslenmeye başlar. Beslendikçe büyür ve daha çok boruyu delerek beslenir. Kurtçuk artık kurt olur. Bu şekilde yüzlerce kurt gövdenin içinde besinlerin bulunduğu hücrelere ulaşmak için kıvrımlı galeriler meydana getirirler.2-3

Delme sırasında oluşan tozların boruları tıkaması sonucu köklere gitmesi gereken besinler gövdede kalır ve kurtlara yem olur. Bu kez beslenemeyen kökler kısa süre sonra kurur. Ölü kökler topraktan su ve mineralleri alıp yapraklara gönderemeyince yapraklar sararır ve kurur. Yapraklar görevini yapamayınca da ağaç ölür. Bu sırada erginleşen kurtlar izn-i ilahi ile kelebeğe dönüşür ve deliklerinden çıkıp uçarlar. Bu kelebekler yumurtlama zamanı geldiğinde yumurtalarını bırakacakları canlı fakat gövdesinde çatlak olan yeni ağaçları ararlar. Ağaç gövde kurtlarının hayat serüveni bu şekilde sürer gider.

Gövdesini kurtların işgal ettiği bir ağaca dıştan baktığınızda ilk zamanlar sağlam gibi görünür. Çünkü faaliyet kabuğun altındaki galerilerde gizli yürümektedir. Kabuğu kaldırıp baktığınızda delikleri ve delikleri kurcaladığınızda çok sayıda galeriyi ve içindeki kurtları görebilirsiniz. Ancak haftalar sonra yaprakların sararmaya başlamasıyla bir şeylerin ters gittiğini anlarsınız. O zaman da iş işten geçmiş olur. Çünkü ağaç can çekişmektedir.

Gövde kurtlarıyla mücadele genellikle mekanik ve ilaçlama olmak üzere iki şekilde yapılır.2-3 Henüz işin başında ise ve fazla kurtlanma olmamışsa ince bir çelik tel alıp delikten sokarak kurdu deliğinde imha etmektir. Bu zahmetli ve zaman alan bir iştir. Derinlerdeki kurtlara ulaşmak zordur. Diğer yol ise, kurt ilacını enjektör yardımıyla deliğe zerk etmekle aynı galeride yaşayan çok sayıda kurdu imha etmektir. Daha sonra deliklerin ağzını macunla kapatmalıdır. Ancak en iyisi kurt gövdeye girmeden tedbir almaktır. Bu da ağaç gövdelerini sık sık kontrol ederek çatlak, delik gibi hasarlı yerleri macunla kapatmak, ya da gövdeye kireç veya bordo bulamacı gibi maddeler sürmektir. Tedbir alınmazsa kurt kurtluk vazifesini yapmaya her zaman hazırdır.

Yapraklara, meyvelere ve köklere musallat olan başka tür kurtlar da vardır. Ancak onların tehlikesi gövde kurtlarınınki kadar değildir. Çünkü bu organlar bir ağaçta çok sayıda bulunur ve bunların tamamı da kurtlanmaz. Yapraklardan bir kısmına kurt işlemişse o yapraklar dökülür diğer yapraklar sağlam kalır ve vazifelerini yaparlar. Bu durumda sadece ağacın büyümesi ve verimliliği azalır ama ağaç ölmez. Aynı şey meyveler ve kökler için de geçerlidir. Ama ağacın gövdesi bir tanedir. O kurtlandığında yedeği yoktur.

Her insan da bir ağaç gibidir. İnsanın kalp, mide ve ciğerler gibi en hayatî organları gövdesinde bulunur. İnsan vücuduna giren ve mikrop adını verdiğimiz kurtçuklar bu organları tutarsa hayatî tehlikeler baş gösterdiği gibi, manevi hayatımıza kasteden günah, şüphe ve vesvese gibi kurtçuklar eğer hemen imha edilmezlerse sürekli kalbimizi ısırarak onu yaralar hatta öldürürler. Ebedi bir hayatı mahvettikleri için bunlar daha tehlikelidirler. Vücudumuza giren maddi mikroplara karşı nasıl ki aşı ve ilaç kullanıyorsak, manevi hayatımızı tehdit eden ve büyüdüğünde manevi bir kurt olan bu mikroplara karşı da imanı kuvvetlendiren eserleri okuyarak manen aşılanmak ve işlediğimiz günahlar için de sık sık tövbe ilacıyla ilaçlanmak lazımdır. Peygamberimiz bile “ben günde en az yetmiş defa tövbe ederim” dediğine göre bizim kaç defa tövbe etmemiz gerektiğini hesaplayalım.

Her ülke de bir ağaç gibidir. Kökü, gövdesi ve yaprakları vardır. Ülkeye zarar veren insanlar birer kurt gibi o ülkenin varlıklarını içten içe kemirerek yaşarlar. Ağaç kurtları nasıl ki onlar için masum bir niyet olan sırf beslenme gayesiyle ağacı kemirip onun can damarlarını tıkadıkları ve ağacın ölümüne sebep oldukları gibi, muzır insanlar da bir ülkenin gövdesi hükmünde olan stratejik mevkilerde yer alarak ülkenin aleyhine faaliyette bulunurlar. Bunların birçoğu zarar verdiğinin farkında bile değildir. Hatta iyi iş yaptığını zannedenler olduğu gibi; tam tersine, yaptıkları zararın farkında olup bunu yapmaktan zevk alanlar da olabilir. Onun için uyanık olmak ve bu zararlılara karşı gereken tedbirleri almak lazımdır. En iyi tedbir de bu zararlıların gövdeye girmesine fırsat verecek delik ve çatlaklar bulundurmamaktır.

Çağımızın mütefekkirinin heyecanla söylediği şu sözleri hatırlayalım: “Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıstırabım, yegâne ıstırabım budur…”4 Bu ifadelerinden Üstad’ın tehlikeleri çok önceden sezdiğini ve bütün hayatını bu tehlikelere karşı Kur’an eczanesinden ilaçlar hazırlamakla geçirdiğini biliyoruz. Bize düşen de bu ilaçları kullanarak tedbir almaktır.

Prof. Dr. İsmail KOCAÇALIŞKAN / Zafer Dergisi

Kaynaklar:

1. Kocaçalışkan, İ. (2008). Bitki Fizyolojisi, Nobel Yayın, Ankara.

2. Kılıç, M., Aykaç, K., Çevik, T. (1988). Karadeniz bölgesinde elma ağaçlarında zarar yapan elma gövde kurdu, Bitki koruma Bülteni, 28, 99-109.

3. Kaymak, M., İşçi, M., Ziraat Mühendisleri, Bitki Sağlığı.

4. Nursî, B. S., Tarihçe-i Hayat, Tahliller, Envar Neşriyat, s.628.


Son Gün Bilinmeli mi?

Gelecek olan herşey yakındır. Fakat ölüm hepsinden daha yakındır. Rabbimiz herşeyde olduğu gibi bu noktada da elimize bir teselli vermiş. Son demde bile dünyaya veda saatini bildirmemiş, lezzetimize elem katmamış. Faruk Nafiz Çamlıbel:

Öleceği gün meçhûl olmalı insanların!

O gün uzak olsa da, değil mi günü belli,

Yoktur günü bilinen ölümlere teselli.

mısralarıyla bu hususu gerçekten güzel işlemiştir. Çünkü ecelimiz güneşin batış vakti gibi belli olsa idi, ömrün yarısından sonra hergün darağacına doğru adım adım yürüyen bir idam mahkûmu gibi, dehşetli bir korku içinde olacaktık. Bu yüzden başa gelecek her türlü musîbetlerin ve hattâ dünyanın eceli olan kıyametin bile vakti gizli tutulmuştur.1

Aslında ölüm, dört harften teşekkül eden ve günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biridir. Fakat yine bu kelimeyi her anışımızda ilmimiz derecesinde ürpeririz.

Gökleri fetheden, fezayı arşınlayan, nice harikaları keşfeden insan zekâsı “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” gibi birçok sorunun karşısında bugün bile beş yaşındaki çocuktan farksızdır. Kâinatın başı ve sonu hakkında kesin bir bilgisi yoktur. Bu bakımdan kendini hayalî bir devam ile aldatabilmek için, elini uzattığı şeylerde sonsuzluk izlerini bulmaya çalışır. Halbuki yaşadığımız hayatın nasıl olsa birgün sonu gelmeyecek mi? Bugünkü saadetler yarın her güzel şey gibi bitmeyecek mi? Sevdiklerimiz, servetimiz, şöhretimiz ve en nihayet gençliğimiz bizi bırakıp da gitmeyecek mi? Ya da gitmedi mi?

Evet bugün, yarın başımıza gelecekleri bilseydik, önümüzdeki lezzetler bir anda hiçe inmez miydi?…

İşte bütün bunları bilen, göremiyeceğimiz kadar küçük bir grip virüsü karşısında bile çok âciz olduğumuz halde dünyayı içindekilerle birlikte bizim için yaratan ve doğmadan önce her türlü tedbiri bizim için alan Rabbimiz şefkât ve rahmetini burada da gösterip, başımıza gelecekleri bildirmemektedir…

Kadir gecesini Ramazan ayında, sevdiği kullarını insanların arasında, kıyametin vaktini dünyanın ömrü içinde gizlediği gibi, eceli de insan ömrü içinde saklamaktadır. Ecelimiz belli olsa idi, yarı ömrü gafletle geçirecek, yarıdan sonra da darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşete kapılacaktık.2 Fransa Kraliçesi Mari Antuanet’e ertesi gün giyotinde can vereceği haberi ulaşınca, bir gecede korkudan saçlarının tamamen beyazlaması tarihî bir hadisedir.

Evet, “Cenab-ı Hak hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyyeden (bilinmeyen işlerden) çoğunun setrini (örtülü kalmasını) iktiza ediyor, mübhem (gizli) kalmasını istiyor. Çünki; şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan (olmadan) evvel onları bilmek elîmdir (acıdır). İşte bu sır içindir ki: ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musîbetler dahi, perde-i gaybde kalmış.”3

Yine bu konuyla alâkalı olarak Fransa’daki bir düşkünler evinde kalanlara “Ölümü düşünüyor musunuz, düşünüyorsanız, nasıl?” şeklinde sorulan suallere şu cevaplar veriliyordu; “Son nefesimi vereceğim gün, benim kurtuluş günüm olacaktır.” “Burada başkalarına yer açmak için bulunuyoruz.” “Ölüm de hayatın devamı.” “Bir gün ölmek gerek tabii.” “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli.” “Ben kendime mezar bile satın alamadım…” 4

Acaba bunlar ne derece samimiydi? İnsan utancından veya korktuğunu belli etmemek için yalana başvurmuş olamaz mıydı? Fakat cevapların aynı yola yönelişi çok mânâlı olup, ölüm ıstırap çekmeye tercih ediliyor ve bu arada araştırmacılar “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli” cevabını hepsinden daha mânâlı buluyorlardı. Buna sebep olarak da, ölüm saati bilinmeyen bir uzaklıkta olmak yerine, belli bir zamanda ve yakınlıkta olsaydı ihtiyarların tutumunun aynı olmayacağı gösteriliyordu.

Gerçekten de bunun pekçok örnekleri vardır. Euripides “Alkeste” adlı eserinde yaşlıların hâllerinden şikayet ettiklerini ve ölümü arzuladıklarını söylemektedir. Fakat iş başa gelince hepsi yan çizmektedirler. Ünlü Rus yazarı Tolstoy da ölüm karşısında çok kayıtsız olduğunu ileri sürmesine rağmen karısı Sofya, “Hatıralarında” kocasının sağlığına dikkat etmek için aldığı tedbirlerden yaka silktiğini belirtmektedir…

Evet eski bir Arap şairinin “Gelecek olan her şey yakındır ama ölüm hepsinden daha yakındır” dediği gibi, “madem ecel gizlidir, her vakit gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. O halde kışlık ihtiyaçlarını çok önceden halleden insan, her an kendini bekleyen dehşetli hadiselere karşı da hazırlıklı olmak ve manevî çareler bulmak zorundadır.”

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi

Kaynaklar:

1-Bediüzzaman, Sünûhat, s. 19

2-Bediüzzaman, Sözler, s.317

3-Bediüzzaman, Mektûbat, s. 96

4-Simone de Beauvoir, Yaşlılık, s. 313

Son Gün Bilinmeli mi?

Gelecek olan herşey yakındır. Fakat ölüm hepsinden daha yakındır. Rabbimiz herşeyde olduğu gibi bu noktada da elimize bir teselli vermiş. Son demde bile dünyaya veda saatini bildirmemiş, lezzetimize elem katmamış. Faruk Nafiz Çamlıbel:

Öleceği gün meçhûl olmalı insanların!

O gün uzak olsa da, değil mi günü belli,

Yoktur günü bilinen ölümlere teselli.

mısralarıyla bu hususu gerçekten güzel işlemiştir. Çünkü ecelimiz güneşin batış vakti gibi belli olsa idi, ömrün yarısından sonra hergün darağacına doğru adım adım yürüyen bir idam mahkûmu gibi, dehşetli bir korku içinde olacaktık. Bu yüzden başa gelecek her türlü musîbetlerin ve hattâ dünyanın eceli olan kıyametin bile vakti gizli tutulmuştur.1

Aslında ölüm, dört harften teşekkül eden ve günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biridir. Fakat yine bu kelimeyi her anışımızda ilmimiz derecesinde ürpeririz.

Gökleri fetheden, fezayı arşınlayan, nice harikaları keşfeden insan zekâsı “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” gibi birçok sorunun karşısında bugün bile beş yaşındaki çocuktan farksızdır. Kâinatın başı ve sonu hakkında kesin bir bilgisi yoktur. Bu bakımdan kendini hayalî bir devam ile aldatabilmek için, elini uzattığı şeylerde sonsuzluk izlerini bulmaya çalışır. Halbuki yaşadığımız hayatın nasıl olsa birgün sonu gelmeyecek mi? Bugünkü saadetler yarın her güzel şey gibi bitmeyecek mi? Sevdiklerimiz, servetimiz, şöhretimiz ve en nihayet gençliğimiz bizi bırakıp da gitmeyecek mi? Ya da gitmedi mi?

Evet bugün, yarın başımıza gelecekleri bilseydik, önümüzdeki lezzetler bir anda hiçe inmez miydi?…

İşte bütün bunları bilen, göremiyeceğimiz kadar küçük bir grip virüsü karşısında bile çok âciz olduğumuz halde dünyayı içindekilerle birlikte bizim için yaratan ve doğmadan önce her türlü tedbiri bizim için alan Rabbimiz şefkât ve rahmetini burada da gösterip, başımıza gelecekleri bildirmemektedir…

Kadir gecesini Ramazan ayında, sevdiği kullarını insanların arasında, kıyametin vaktini dünyanın ömrü içinde gizlediği gibi, eceli de insan ömrü içinde saklamaktadır. Ecelimiz belli olsa idi, yarı ömrü gafletle geçirecek, yarıdan sonra da darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşete kapılacaktık.2 Fransa Kraliçesi Mari Antuanet’e ertesi gün giyotinde can vereceği haberi ulaşınca, bir gecede korkudan saçlarının tamamen beyazlaması tarihî bir hadisedir.

Evet, “Cenab-ı Hak hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyyeden (bilinmeyen işlerden) çoğunun setrini (örtülü kalmasını) iktiza ediyor, mübhem (gizli) kalmasını istiyor. Çünki; şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan (olmadan) evvel onları bilmek elîmdir (acıdır). İşte bu sır içindir ki: ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musîbetler dahi, perde-i gaybde kalmış.”3

Yine bu konuyla alâkalı olarak Fransa’daki bir düşkünler evinde kalanlara “Ölümü düşünüyor musunuz, düşünüyorsanız, nasıl?” şeklinde sorulan suallere şu cevaplar veriliyordu; “Son nefesimi vereceğim gün, benim kurtuluş günüm olacaktır.” “Burada başkalarına yer açmak için bulunuyoruz.” “Ölüm de hayatın devamı.” “Bir gün ölmek gerek tabii.” “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli.” “Ben kendime mezar bile satın alamadım…” 4

Acaba bunlar ne derece samimiydi? İnsan utancından veya korktuğunu belli etmemek için yalana başvurmuş olamaz mıydı? Fakat cevapların aynı yola yönelişi çok mânâlı olup, ölüm ıstırap çekmeye tercih ediliyor ve bu arada araştırmacılar “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli” cevabını hepsinden daha mânâlı buluyorlardı. Buna sebep olarak da, ölüm saati bilinmeyen bir uzaklıkta olmak yerine, belli bir zamanda ve yakınlıkta olsaydı ihtiyarların tutumunun aynı olmayacağı gösteriliyordu.

Gerçekten de bunun pekçok örnekleri vardır. Euripides “Alkeste” adlı eserinde yaşlıların hâllerinden şikayet ettiklerini ve ölümü arzuladıklarını söylemektedir. Fakat iş başa gelince hepsi yan çizmektedirler. Ünlü Rus yazarı Tolstoy da ölüm karşısında çok kayıtsız olduğunu ileri sürmesine rağmen karısı Sofya, “Hatıralarında” kocasının sağlığına dikkat etmek için aldığı tedbirlerden yaka silktiğini belirtmektedir…

Evet eski bir Arap şairinin “Gelecek olan her şey yakındır ama ölüm hepsinden daha yakındır” dediği gibi, madem ecel gizlidir, her vakit gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. O halde kışlık ihtiyaçlarını çok önceden halleden insan, her an kendini bekleyen dehşetli hadiselere karşı da hazırlıklı olmak ve manevî çareler bulmak zorundadır.

Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi

Kaynaklar:

1-Bediüzzaman, Sünûhat, s. 19

2-Bediüzzaman, Sözler, s.317

3-Bediüzzaman, Mektûbat, s. 96

4-Simone de Beauvoir, Yaşlılık, s. 313