Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, onuncu sözde işlediği Haşir bahsine (ki haşr-i cismânî ispat edilmektedir) aşağıdaki önemli cümle ile giriş yapmaktadır:

Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshîl, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar ma’kûl, mütenasib, muhkem, mütesânid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyat kabilinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir”(1)

Bütün imânî rükünler birbiriyle irtibatlıdır. Tevhid akidesiyle haşir, haşirle nübüvvet birbiriyle bağlantılı olup ayrı düşünülmeyecek derecede önemli hakikatlerdir. Biri diğerini destekler ve kuvvet verir.

İman hakikatlerinin tamamı muhkemdir. Yani te’vil (yorum) ve neshe açık değildir.

Risalelerde geçen misâller, görünüşte hikâye gibi algılansa da, gerçekte hikâye değildir. Çünkü mantık ilmine göre hikâyeler delil sayılmaz. Öyle ise verilen temsiller ve anlatılan hikâyeler, insanın aklına ve kalbine hitap eden o yüce hakikatlerin anlaşılması ve akla yaklaştırılması amacına yöneliktir.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l beyan, çoğunlukla kendine muhatap olan avâmın zihnine derin meseleleri yerleştirmek için benzetme ve temsilleri kullanır. Yüce Rabbimiz Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır: “Allah, insanlara böyle misâller getirir ki, iyice düşünüp ibret alsınlar. Yani cehilden ilme geçsinler.”(2)

Demek bu husus, Kur’ânın irşâd metodunda kullandığı bir tarz ve üslûbdur.

Belâgat ilminde bir gerçeğin daha iyi anlaşılabilmesi için, hakikî anlamın anlaşılmasına bir araç teşkil etmesi amacıyla kullanılan söze, “kınâî kelam” denir. Gerçek mânâlar kendilerini değil, başka maksat ve hakikatleri ifade etmek içindir.
Falan adamın kapısının önünde kül çoktur” cümlesinde kinâye vardır. O adamın misafirperverliğine vurgu yapılmaktadır.

Kur’ânı-ı Azîmüşşân belâgat ilminin bu üslûbunu pek çok yerde kullanmış, Risale-i Nur da bu metodu, bir irşad ve tebliğ yöntemi olarak tercih etmiştir.

Birkaç misâl verecek olursak;

1. “Bana hiçbir insan dokunmadı”(3) âyetinde geçen ‘mes’ (dokunmak) tabiri, muâmele-i zevciyeden (cinsî münasebetten) kinâyedir.

2. “Benim kemiğim zayıfladı, gevşedi”(4) âyet-i kerimesinde geçen “zayıflamak, gevşemek” sözcüğü, gücün gitmesinden ve zayıflamasından kinâyedir.

3. “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı”(5) âyetinde geçen ‘Er-refes’ kelimesi, fuhşiyâta dair söz söylemek ve müstehcenlik içeren kelam ve davranışlar, görüntüler olduğu halde; burada cinsî münasebetten kinâyedir.

Kur’ânın mânevî bir tefsiri olan Risale-i Nur’da geçen benzetme ve temsiller, kıssadan hisse almak kabilinden söylenen sözler değildir.

…İşte Onuncu Sözün ve Yirmiikinci Sözün hikâyeleri gibi, sâir sözlerin hikâyeleri, kinâiyyât kısmındandırlar ki…”(6)

Aynı zamanda bu temsil ve teşbihler, Bediüzzaman merhûmun velâyet yoluyla açtığı keşfiyattan ibarettir. Asfiyâ makamında bulunmasından dolayı, o keşfiyâtın hakikatını Kur’ân ve Sünnete göre açıklamıştır. Çünkü asfiyâ; keşfen gördüğünü ilmen ispat edebilen muhakkik âlimlerdir.

Üstad Bediüzzaman, bahsettiği bu temsilleri, misâl âleminde hikâyeler sûretinde görmüş, hakîkat tarzında Âlîm ve Hakîm olan Rabbul Âlemîn tarafından kendisine ilhâmen bahşedilmiştir. O da ilmen izah ve ispat etmiştir. “Bu temsilî hikâyeciğe bak dinle…” derken, yaşanmış bir hikâyeyi ve yaşanacak bir olayı anlatmıyor, belki melekût âlemi denilen esmâ ve sıfat dairesinin bir nevi ayinesi ve misâl âlemindeki fotoğrafını keşfen, ilmen çekmiş ve tesbit etmiş oluyor. Hikâye ve görüntülerin gerçek anlamları ilhâm-ı Rabbânî ile kendisine bildirilmiş, O da beyan etmiştir.

Bu temsilî hikâyeciklerin cereyan ettiği misâl âleminin mahiyeti nedir?

Âlem-i misâl; her şeyin sûret ve hakikatının bulunduğu ve yansıdığı âlemdir. Bu âleme; berzah âlemi, kabir âlemi veya sur âlemi de denmektedir.

Bazı örneklerle konuyu biraz daha açalım.

Meselâ; “Elhamdulillah” kelimesinin her bir harfi, misâl âleminde meyveli bir ağaç olarak görüntülenmiştir. Bu kelimenin on harfi, on ağaç, her ağaçta en az on meyve olarak tecessüm etmektedir.

Gıybet; pis kokulu bir et parçası olarak yansımaktadır.

Hilekâr bir şahıs, maymun ve tilki şeklinde; kin ve düşmanlık besleyen kişi yılan suretinde, namusunu kıskanmayan ve namus konusunda gayretten yoksun bir insan ise domuz suretinde temsil edilmektedir.

Dünyaya karşı hırs sahibi olan karıncaya benzemektedir.

Beş vakit namazını ta’dil-i erkân ile kılmayanın şekli hırsız suretinde görünmektedir.

Beş vakit namazını kılan, büyük günahları terk eden bir mü’min; içinde azık olan çantası elinde, silahı omuzunda bir asker şeklinde temsil edilmektir. Aksi ise (namazı terk edip kebairi işleyen kişi), misâl âleminde çantasız ve silahsız bir biçimde görüntü vermektedir.

Ve bunun gibi her şeyin bir sûret, görüntü ve hakikatı değişik şekillerde bu âlemde (misâl âleminde) yansıtılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde bu hususa dâir misaller çoktur.(A’raf, 175-176; Cuma, 5)

Bu âyet-i kerimelerde Yahûdî âlimleri; dünyaya meyletmelerinden, dünya ehline dalkavukluk yapmalarına kadar, şehvet, şöhret ve çıkar peşinde koşmalarına kadar, az bir paha olan dünya karşılığında Tevrat’ın hükümlerini değiştirmelerine kadar olan işlerinde kelbe, ikinci misâlde eşeğe benzetilmişlerdir. Kelp (köpek) menfaati, eşek (merkep) ise şehveti temsil eder.

Bu kötü ahlâka sahip olanlar, kelp ve eşek suretinde bir görüntü vermektedirler.

Risalelerde geçen benzetme ve misâllere de bu ölçülere göre bakılmalı ve değerlendirilmelidir.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1.Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10.Söz, İhtâr
2. İbrâhîm sûresi, 25
3. Meryem, 20
4. Meryem,4
5. Bakara, 187
6. Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf

Mutsuz bir evlilik mi yalnız bekârlık mı?

Bekâr kızların “neden evlenemedim?” serzenişi zamanla önemli bir üzüntü kaynağına dönüşür: “Sınıf arkadaşlarımın çoğu, kuzenim, komşumuzun kızı vb. evlendi, benim beyaz atlı prensim niye oyalanıyor? Üstelik yeni evlenen şu akrabamızın kızından daha güzelim. O zaman benim eksiğim ne?

Canhıraş dualarla ümitsizlik arasında salınım başlar.

Hem “Hâlâ birini bulamadın mı?” şeklindeki sosyal baskı hem de fıtri bir ihtiyacın yerine gelmemesiyle, bekâr kalmak önce bir eksiklik sonra da mahrumiyet duygusunu doğurur. Şeytanın da yardımıyla mahrum kalınan şey sanki olmazsa olmazdır. Evlenmek fikrini içinden atarak takıntıdan kurtulmaya çabalar bazıları. Söküp atmaya çalışmak kördüğüm olmuş takıntıya bir ilmik daha atmaktır hâlbuki.

Bekâr kalmayı önce bir takıntıya sonra da olmazsa olmaza dönüştürmeye değer mi?

Said Nursi’nin Emirdağ hayatının 1948-53 yılları aralığında yazdığı mektuplardan biri bekâr hanımlarla ilgili ciddi endişeler içermekte. Nursi, bu zamanın eski zamanlara benzemediğini, yarım asırdır (şimdi bir asır oldu) İslam terbiyesinin yerine dünyevi bir terbiyenin sosyal hayata hâkim olduğunu, erkeklerin ebedi bir hayat arkadaşı ve bunun bir neticesi olarak da dünya hayatında bir saadet elde etmek için evlenme yerine “o bîçare zaîfeyi daimî tahakküm altında, yalnız dünyevî gençliğinde sever” şeklinde günümüzde oldukça yaygın bir durumun haberini verir. Günümüz evliliklerinin birçoğunda hâkim olan anlayışın ta o yıllarda bir analizini sunar: “Ona verdiği rahatın bazan on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından hayatı daima azab içinde geçer.” Son cümlenin kalın kalın altını çizmeli.

Mektup kadınları izdivaca sevk eden sebeplerin analiziyle sürer. Birinci sebep cinselliktir. “...kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardım ile meşakkat çeker. Demek o on dakikalık fıtrî meyl, bu uzun meşakkatlara sevk ettiği için ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli,” diyerek cinselliğin evliliğin temel sebebi haline getirilmemesini ister.

İkinci evlilik sebebi kadının “maişet noktasında bir yardımcıya muhtaç” oluşudur. Ancak narsisizm çağında kişiliklerin deforme olması ve kimyasının bozulmasıyla “terbiye-i İslâmiye dersi almayan, serseriliğe, tahakküme alışanlar…” diyerek, erkekler hakkında, erkeklerin kendileri üzerinde uzun uzun düşünmesini gerektiren bir tespit yapar. Güç ve kuvvet peşinde koşan erkeklerin evliliklerde parayı bir tahakküm aracı olarak kullanması hiç de az değildir. Bekâr hanım talebelerine şunu önerir Nursi: “O küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyeti ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışması ile kazanmak, on defa daha kolaydır.” Analizin bu kısmı “O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevc aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek; elbette Nur talebesinin kârı değil.” cümlesiyle sona erer. Burada tek başına namaz da kâfi değildir, hem namaz kılan hem ahlaklı bir zevc önerir Nursi.

Üçüncü evlenme sebebi çocuk sahibi olmaktır ve kanaatimce günümüzde kadınların evlenme isteklerinin başında yer alır. Bu talebi fıtri görmekle beraber uyarısını da yapar Zamanın Bedii: “Şimdi terbiye-i İslâmiye yerine giren terbiye-i medeniye ile on taneden bir-iki hakikî evlâd, kendi vâlidesinin şefkatine mukabil fedakârane hizmet ve dindarane dualarıyla ve hasenatlarıyla vâlidesinin defter-i a’maline haseneler yazdırmak ve âhirette de sâlih ise vâlidesine şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o haleti göstermediğinden; bu fıtrî meyl ve nefsanî şevk ile o bîçare zaîfeler böyle ağır bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir.

Nursi, “Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan kendini açık-saçıklıkla satmasınlar,” sözüyle uygun olmayan kişililerle yapılacak evliliklerde özellikle kadınların yaşayacağı üzüntülerin farkındadır ve bekâr hanımlar için hem dünyaları hem de ahiretleri açısından oldukça endişelidir. Buradaki “açık-saçıklıkla satmasınlar” ifadesi, evlenecek bir erkek bulma uğruna yaşam ilkelerinden taviz vermemek, O’nun emirlerinden vazgeçmemek olsa gerektir. Taviz verilerek kurulmuş evliliklerde kadınlar bu tavizin kendi bedenlerinde ve kişiliklerinde onarılması güç sonuçlarıyla bir evliliği sürdürmek zorunda kalmaktadırlar.

Peki, beyaz atlı prens ortalıkta görünmüyorsa?: “Nur’un bir kısım fedakâr şakirdleri gibi mücerred kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiye’yi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın.

Nursi, burada hayırlı bir eşin özelliklerini de sıralamış olur:

1-Ebedi hayat arkadaşı olma niyeti taşımalı

2-İslam terbiyesi almış olmalı.

3-Vicdanlı olmalı.

Sonuncusu kişilik özelliği olarak dikkate alınması gerekli kıymetli bir ölçüttür.

Tam muvafık olmayan biriyle kurulan kötü bir evlilik yalnızlıktan çok daha zordur. Ve kötü bir evlilik yalnızlığı gidermediği gibi üstüne üstlük bir de kişileri üzüntüye, mutsuzluğa boğar.

Nursi’nin tespitleri sanki şu tercihe gelir dayanır: “Yalnızlık mı yoksa hem yalnızlık hem yoğun bir üzüntü ve keder mi?

Bu dünya, evlilerin de bekârların da öldüğü bir dünyadır.

Evliler bu dünyada sonsuza dek evli kalmadığı gibi bekârlar da öte dünyada sonsuza kadar yalnız kalacak değillerdir.

Zamanın Bedii’nin şu cümlesi de hayatta hepimizin farklı farklı mahrumiyetleri için derin bir teselliyi içerip aklımızı başımıza getirir niteliktedir:

Aklı başında olan insan ne dünya umurunda kazandığına mesrur olur ne de kaybettiğine mahzun olur.

Mustafa Ulusoy / Zaman

Hz. Muhammed (a.s.m), Kâinat Kitabının En Büyük Ayetidir!

Kâinat ve insan…

Her ikisinden hangisini alırsanız alın, sanki birisi ayna, diğeri o aynada görüntüsü akseden varlık gibidir. Veya sanki birisi dev bir ağaç, diğeri onun tohumudur. Ya da kâinat büyük bir insan, insan da küçültülmüş bir kâinattır.

Bu benzerlikler ve paralellikler maddî planda geçerli olduğu gibi, aynen manevî planda da kendisini gösterir.

Nasıl madde itibarıyla insan, sanki kâinatın bütün özelliklerini içeren bir numune ise, insanın kalbi de, adeta binlerce manevî alemi ana hatlarıyla işaret eden bir harita hükmündedir.

Nasıl insanın zihni ve hafızası, kâinatta maddî ilim bakımından bütün ilimleri öğrenebilecek bir kapasitede yaratılmışsa, kalbi de kâinatta gizli sınırsız hakikatleri elde etmeye, manevî alemlerdeki sırları ve gizemleri bir bir açmaya elverişli bir özellik taşır.

O halde insan, maddesi itibarıyla nasıl kâinat ağacının küçük bir çekirdeği mahiyetindeyse, onun kalbi de manevî alemlerin çekirdeği olarak düşünülebilir ve nasıl bir çekirdek toprağı, nemi ve ışığı bulunca yavaş yavaş neşv ü nemâ buluyorsa, kalp çekirdeği de uygun şartlarda ve gerekli vasıtalarla gelişir, manevî sümbüller verir. Çünkü o tohumcuğun içine ebedî, uhrevî ve haşmetli bir alemin yapı taşları, temel esasları ve özellikleri yerleştirilmiştir.

Kâinat büyük bir insan, insan küçük bir kâinattır.

Kâinat aynı zamanda bir kitaptır. Üzerinde Kâtibini anlatan, gösteren ve öğreten sayısız âyetler vardır. Bu âyetleri okumak, okuyabilmek gerekir. Bunun için bir öğretmen, bir muallime ihtiyaç vardır.

İnsan da İlahî bir kitaptır. Onun üzerinde de sonsuz ve sınırsız âyetler bulunur.

İnsan kâinat kitabını okumak, tefekkür etmek ve yüce Yaratıcıyı bulup tanımak için yaratılmıştır. İnsan, küçültülmüş bir kâinat kitabı olan kendisini okumak, üzerindeki yansımaları ve tecellileri görmek ve müşahede etmek için yaratılmıştır.

İnsan, eşsiz hakikatleri aktaran, yansıtan ve tercüme eden kendisini, kendisi gibi tüm insanları, tıpkı kâinat kitabı üzerindeki âyetler misali okumak, anlamak ve anlatmakla görevlidir.

Bediüzzaman bazı risalelerinde bütün kâinatı ve varlıklar âlemini Kur’an-ı Kebîr ve Furkan-ı Azam olarak niteler. Bunu ifade ettikten sonra da Hz. Muhammed’in (a.s.m.) kâinat denilen Kur’an-ı Kebîrin “Âyet-i Kübrâsı” ve o “Furkan-ı Âzam”ın “İsm-i Âzam”ı olduğunu zikreder.

Peygamberlik ve nübüvvet zincirinin son halkası ve en son mührü olan Hz. Muhammed (a.s.m.) büyük kâinat kitabının en büyük âyetidir. Bütün kâinat, içinde bulunan bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, sahip olduğu sonsuz sıfat ve isimlerini gösterir ve ispat eder. Kâinattaki bütün varlıklar içinde en fazla, en geniş kapsamlı ve en açık bir şekilde gösteren ve ispatlayan en büyük âyet Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

İnsan, işte bu temel ve çok önemli görevlerin yerine getirebilmek için bütün insanlığa bu hakikatleri öğretmek için gönderilen Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tabi olmak, onu okumak, onun okuduklarını dinlemek ve öğrenmekle görevlendirilmiştir.

Kalem-i İlâhînin Mürekkebidir

Gözümüz önünde bulunan varlıklar âlemine büyük bir kitap nazarıyla bakacak olursak, nur-u Muhammedî (a.s.m.), yani Hz. Muhammed’in (a.s.m.) manevî nuru o kâinat kitabının Kâtibinin kaleminin mürekkebi olduğunu söyleyebiliriz.
Kitâb-ı Kebîrin Âyet-i Kübrâsıdır.

Peygamberlik ve nübüvvet zincirinin son halkası ve en son mührü olan Hz. Muhammed (a.s.m.) büyük kâinat kitabının en büyük âyetidir. Bütün kâinat, içinde bulunan bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, sahip olduğu sonsuz sıfat ve isimlerini gösterir ve ispat eder. Kâinattaki bütün varlıklar içinde en fazla, en geniş kapsamlı ve en açık bir şekilde gösteren ve ispatlayan en büyük âyet Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

Dr. Veli Sırım

kaynaklar,
Sözler / Yirmi İkinci Söz – s.128; Lem’alar / Otuzuncu Lem’a – s.811.
Mesnevî-i Nuriye – Habbe

Bediüzzaman’ı Ağlatan Olay ve Modern Kuyular

Gençliğin problemleriyle alakalı vermiş olduğum konferansların birinde şunları söylemiştim:

İslamiyet’ten önce yani cahiliye devrinde kız çocukları diri diri kuyulara atılıp öldürülüyordu. Şimdi ise hem kızlar, hem de oğlanlar kuyulara atılıp diri diri öldürülüyor. Dünküler ağlatılarak öldürülüyordu. Bu günküler ise güldürülerek, eğlendirilerek öldürülüyorlar. Sadece kuyular değişti, kuyular modernleşti.

-Neydi acaba o çocuklarımızın atılıp öldürüldüğü modern kuyular? Cevap:

-Gayr-i meşru eğlence âlemlerinin icra edildiği her yer, her sahne ve her ekran günümüz cahiliyesinin modern kuyularıdır. Hatta bunlar, insanımızı ve bilhassa gençlerimizi yutan birer kara deliktir.

Ne hazindir ki kimse de onların bir kuyu veya kara delik olduğunu fark edememektedir. Çünkü onlar makyajlı, çünkü onlar maskeli. Zehirken bal görünmektedirler. Cehennem hurileri, o sahnelerde ve ekranlarda cennet hurileri olarak takdim edilmektedir. Bu modern ve maskeli kuyulara atılan ve onların cezbesine ve cilvesine kapılan insanlar, özellikle gençler manen öldürülmekte, birer canlı cenaze veya hareketli mezar haline getirilmektedirler.

Cahiliye devrinde diri diri kuyulara atılan çocuklar ağlıyordu; Onları o kuyulara atanlar cehenneme gitse de o çocuklar, ağlaya ağlaya cennete gidiyorlardı. Şimdi ise dipsiz, modern kuyu ve birer kara delik haline gelen bir kısım ekran, sahne ve internet âlemlerine atılan gençler ise güle güle, eğlene eğlene, oynaya oynaya cehenneme gidiyorlar. Çünkü eğlenceleri meşru değil. Çünkü bunlar, gayr-ı meşru birlikteliği aşk sanıyorlar. Soyunmayı sanat ve çağdaşlık görüyorlar. Müstehcen kıyafetler içinde kadın-erkek karışık dans etmeği mubah sayıyorlar. Günahları, günah görmüyor, hattâ günahları ibadet aşkıyla işliyorlar. İşte bunlar ve bunlara alkış tutanlar, gülüyorlar, eğleniyorlar, alkışlıyor ve alkışlanıyorlar. Ne yazık ki çılgın bir alkış tufanı içerisinde güle güle, oynaya oynaya ateş ülkesine gidiyorlar.

Dün diri diri kuyulara atılanların arkasından ağlayanları vardı. Baba ağlamasa, anası ağlardı. Bu gün modern kuyulara atılanların arkasından ağlayanları da yok. Çünkü kuyular makyajlı, kuyular maskeli. Görünüşte gençler gençliklerini yaşıyorlar, kimse bilmiyor ki gençler çürüyor, seyretme ve oynama adına ekrana kilitlenen gençler de, aileler de çürüyor. Oynaya oynaya koskoca bir kitle ateşten çukurlara dökülüyorlar.

Çocuklarımıza Ağlayan Adam

Yukarda “Bu gün modern kuyulara yani gayr-i meşru eğlence alemlerine atılan ve manen öldürülüp canlı cenazeler haline getirilen zavallı gençliğin arkasından ağlayanı yok.” dedim.

Değerli dostlarım,

Bu sözümü geri alıyorum. Çünkü onların da arkasından artık bir ağlayanları var. O da Üstad Bediüzzaman Said Nursî’dir. Olağan üstü şartlar altında, dağda, bağda, zindanda, sürgünde, savaşta kaleme aldığı 6000 sayfayı bulan ve Kur’an’ın çağımıza bakan eskimez mesajını Risale-i Nur Külliyatı adıyla, okuyan gençliğin, düşünen beyinlerin önüne koyan bu Zat, bu vatanın evlatlarına ağlıyor.

Ağladığına, dünya zevklerinden mahrum geçen seksen küsur senelik hayatı, eserleri ve şu ifadeleri şahittir:

Bir zaman, bir cumhuriyet bayramında, Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Hapishanenin karşısındaki lise mektebinin büyük kızları okulun avlusunda gülerek raks (dans) ediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki hâlleri bana göründü. Baktım ki o kızlardan elli-atmış tanesinin cesetleri kabirde, çürümüş azap çekiyordu, on tanesi 70-80 yaşına gelmiş çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini koruya- madığından, sevgi beklediği bakışlardan şimdi nefret görüyor. Onların o acınacak hallerine ağladım.

Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar, ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

Bir insanın kendi çocuklarına ağladığını çok görmüşüz. Ama başkasının çocuklarına ağlayanı pek fazla görmüş değiliz. İşte şimdi onu görüyoruz. Bediüzzaman, kendi çocuklarına değil, bütün bir milletin çocuklarına ağlıyordu.

Herkesin derdi kendisi iken, onun derdi herkesti. Herkes kendisini kurtarmanın mücadelesini verirken, o herkesin imanını kurtarmanın mücadelesini verdi. Onun için, her temiz ve duru vicdan tarafından hüsnü kabul gördü.

Ana-babaları sevindiren ve onlara “Çocuklarımız ne güzel eğleniyorlar!” dedirten olay, Bediuzzaman’ı ağlatıyordu. Niçin? Çünkü eğlenceler meşruiyetini ve masumiyetini kaybetmişti. İnançlarda deprem olmuş, haram ve günahlar helal ve sevap sayılır hale gelmişti. Bunun da, belanın tâ kendisi olduğunu kimse fark edemiyordu. Bu gün gayr-ı meşru bir şekilde eğlenenlerin kabirde ve ahirette başlarına ne tür belalar ve azaplar geleceğini O biliyor ve onun için ağlıyordu. Onun şefkati bizim şefkatimize değil, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) şefkatine benziyordu. O peygamber ki dünyaya gelirken ümmeti için ağlamış, yaşarken ümmeti için ağlamış, Mi’raç’ta ümmeti için ağlamış, mahşerde ümmeti için ağlayacak. Tâ ki ümmetinden bir kişi dahi cehenneme düşmesin. Ağlamış, bu ağlamaları ve “Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!” çığlığı ile ümmetini gayr-ı meşru gülmelerden ve eğlencelerden uzak tutmaya çalışmış ve Allah’a layık şükrü ve ibadeti takdim edememekten dolayı inlemiş, adetâ fani dünyada ağlayın ki baki dünyada ağlamayasınız, ebediyyen gülesiniz, demek istemiştir.

Bu dersi Hz.Peygamber’den (s.a.v) alan Bediüzzaman, kendisini ağlatan o olaydan sonra bütün ciddiyetiyle şunları söylemiştir: “Evet gördüğüm hayal değil, hakikattir. Bu yaz ve bu güzün sonu kış olduğu gibi, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası da kabir ve berzah kışıdır. Eğer gelecek zamanın elli sene sonraki olaylarını gösteren bir sinema olsaydı, bugün gülen ve eğlenen ehl-i dalalet ve sefahetin elli sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi; şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine acılar içinde ağlayacaklardı.

Bediüzzaman, lise mektebinin avlusunda dans eden kızları görmüştü de bu çığlığı atmıştı. Ya bugünkü televizyonlar, internet ve benzeri iletişim araçlarında ki müstehcenlikleri, rezaletleri ve edepsizlikleri görseydi kim bilsin ne söyler ve ne yapardı?

Tavrından, edasından, üslubundan, derdinden, davasından, acısından, muvaffakiyetinden anlaşılıyor ki Bediuzzaman, Kâinat’ın Efendisi’nin asrımızdaki en yüksek , en tatlı, en şefkatli gür sesi ve varisidir.

Fahrettin Razi diyor ki: “Anne babalar çocuklarının sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar; ama (Peygamber varisi alimler ise çocukları ve gençleri, hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı düşünürler.

İşte Bediüzzaman o alimlerden biridir ve ağlaması da bundandır. İşte bunun içindir ki biz, bütün âlem bu âlimin farkına varmalıdır, diyoruz. İşte bunun içindir ki biz, çocuğu olmadığı halde, bir milletin çocuklarına ağlayan bu Peygamber varisine ve onun bıraktığı eserlere bütün bir milletin ihtiyacı, hem de minnet ve şükran borcu vardır, diyoruz.

Vehbi Karakaş

Yaratılış Gayesi ve Va’d-i İlahi..

Bir tohum ekilir ekilmez tekâmül kanunu çerçevesinde ağaç olup meyve vermeye doğru çalışmaktadır.  Civciv doğar doğmaz tavuk olup yumurta vermeye doğru ilerlemektedir.

Bediüzzaman hazretleri de “İşarat-ül İ’caz’da”: âlemde “meyl’ül  tekâmül” bulunduğunu, Kâinat ve içindeki bütün cüzlerin, unsurların kemal noktasına doğru geliştiğini söylüyor. Yani bir başka ifadeyle varlıklar kemal noktasına erişmekle yaratılış maksatları da tahakkuk  etmiş olmaktadır.

Bir tohum ekilir ekilmez tekâmül kanunu çerçevesinde ağaç olup meyve vermeye doğru çalışmaktadır.  Civciv doğar doğmaz tavuk olup yumurta vermeye doğru ilerlemektedir. Canlılar ve bitkiler âleminde her tohum, her habbe, her yavru aynı kanun dâhilinde kemal noktasına doğru bir faaliyet içerisindedir. Hatta cansızlar bile bu gelişim ve tekamül kanununa dâhildir. Evet bugün bilim dünyası yıldızların doğduğunu, gelişip büyüdüğünü ve sonunda gelişimini tamamlayıp “süpernova” haline geldikten sonra infilak edip öldüklerini söylüyorlar. Bu gelişim ve tekâmül  kanunu bütün kâinatı serapa sarmıştır.

Kainatı kapsayan bu tekamül kanununa insanlar da dâhildir. Bu kanun İnsanlık aleminde “meyl’ül terakki” yoluyla yani fikirlerin ve tecrübelerin birbirlerine eklenerek insanoğlunun gelişimine, ilerlemesine ve yükselmesine yol açmaktadır. İnsanoğlunun kâinat kitabındaki araştırmaları, cereyan eden olay ve hadiseleri merak etmesi nedeniyle yaptıkları deneyler ve elde ettiği tecrübelerinin birikimleri “bilimlerin” doğmasına yol açmıştır. Bir sonraki buluş bir önceki çalışmaları basamak yaparak ortaya çıkmakta ve böylece insanlar ahir zamana doğru gittikçe mükemmele, kemale doğru ilerleyip terakki etmektedirler.

Nasıl ki, canlı -cansız tüm varlıklar “tekâmül” kanunu dâhilinde kemal mertebesine ulaşıyorlarsa; insanoğlu da kemale ermesi, gelişip medenileşmesi ancak “meyl’ül terakki” yolu olan kabiliyet ve zekânın açılıp kullanılması ile mümkündür. Bu hususta peygamberler ahlakları ve ellerindeki mucizeleri ile gerek manevi olgunluğa ulaşmakta ve gerekse maddeten kemale erişmekte beşere birer lider ve önderdirler.

İnsanoğluna Cenab-ı Hak tarafından bahşedilen istidad, yetenek ve zekâ öyle bir silahtır ki, insanlığın yükselmesine ve saadetine yol açtığı gibi vahşetine ve hayvanlık mertebesine düşmesine de sebep olmaktadır.

Zekânın iki yönlü kullanılması da insanın kendi iradesine havale edilmiştir. Yani İnsan yaratılış hikmeti gereği zekâsını iyiye de kötüye de kullanabilir. Dinlerin ifadesi ile insan kendisine verilen bu yüksek duyguları ile isterse Şeytana bile rahmet okutacak şekilde şer ve kötülük işleyebilir, isterse melekleri bile geride bırakacak şekilde manen yükselebilir, topluma faydalı olabilir.

İşte; Peygamberler, mucizeleri ile teknolojik buluşların ileri noktalarına parmak basarak insanoğlunu maddeten yükselmeye teşvik ve sevk ederken; ahlakları, tavır ve davranışlarıyla da toplumların manevi saadet, refah ve huzurlarına da örnek olmaktadırlar.

Bugün İnsanlık maddi refaha ulaşmada, terakki ve ilerlemeyi sağlamasına rağmen; adalet, ahlak ve sosyal huzur noktasında peygamberlerin örnek tavır ve davranışlarına gözlerini kapayarak, kulaklarını tıkayarak, vicdanlarını kilitleyerek, akıllarını susturarak bigane kaldılar. Kuvvetliler ve zekiler zayıfları ve fakirleri ezdiler. Güç sahipleri, havas tabakası avamı, halkı ecir, esir ve köle gibi istihdam etmeye başladılar. Bu hal insan fıtratına ters olduğundan yani insanın yaratılış gayesine aykırı olduğundan insanoğlu vahşet ve barbarlıkla işlediği bu günahları, dünya ve ülke içi savaşlarla vb. ayaklanmalarla ortaya çıkan bu vahşeti ve zulmü hazmedemeyerek kustu ve kusmaya da devam ediyor. İnsanlık alemi bu vahşeti ve dehşeti ilanihaye sürdüremeyeceğini yaşadığı acı tecrübelerle anlamıştır. Bu nedenle vahşet ve kavgalardan kurtuluş için beşer büyük bir arayış içine girmiştir. Bunun da en açık belirtisi medeniyetler ittifakı çalışmalarıdır.

Evet insanlık;  fıtratında dercedilen bu “tekâmül kanunu” gereği medenileşip, sosyalleştikçe bir başka ifade ile kemale erdikçe İslâm hakikatlerine yaklaşmak zorunluluğunu hissedecektir.

Zira maddeten ilerleyip zenginleşen insanoğlu manevi sıkıntılar, stresler, zulümler, zalimce uygulamalar, kaos ve  buhranlar içerisinde büyük sancılar çekiyor. Bu gayr-i insani muameleleri hazmetmeyen beşerin nasıl kustuğunu terör olayları, iç çekişmeler ve savaşlar ve dünyanın hal-i hazır keşmekeş durumu göstermektedir. Ortadaki bu vahşet, dehşet  ve sefalet tablosu ister istemez bir fıtrat kanunu olarak insanlık âlemini huzur ve saadeti bulmak için ortak noktada buluşmaya, beraberce çözüm bulma arayışlarına sevk edecektir. İşte bu arayışlar da beşeri sukut ettiği en vahşi, en alçak, içine düştüğü bir türlü çıkamadığı gayri ahlaki  dereceden kurtaracak, yeryüzünü her türlü pisliklerden, rezaletlerden temizleyecek ve bütün insanların barış, adalet, eşitlik  ve kardeşlik içerisinde yaşamasını sağlayacak hakikatleri barındıran “hakaik-i İslâmiyeye” yani  “her iki dünya saadetinin” ana kaynağı olan İslâmiyet’in temel prensiplerine ulaştıracaktır.

Böylece, İslam hakikatleri ile bezenecek insanoğlunda dahi hayır ve fazilet galip olacak. Yaratılışın hakiki maksadı konunun başında temas ettiğimiz gibi insanoğlu için de tahakkuk edecektir. Diğer varlıklar gibi o da “tekamül kanunu” gereği yaratılış gayesini böylece bulacak ve kemal noktasına ulaşacaktır.

Peki bu bahsettiğimiz kemal insanlar için nasıl olacaktır diye sorulan bir soruya bence en önemli cevabı Hz. Peygamberimiz vermiştir. Evet O kemal noktasına ulaşılacağına dair  müjdeyi girişte bahsettiğim ifadelerle birlikte  birçok hadislerinde ifade etmiştir.

Avrupa ülkelerinde İslamiyet’in her geçen gün yayılması, peygamberimizin Hıristiyanlar hakkındaki müjdesini doğruluyor.

Hz. Peygamber (sav) bir hadis-i şerifte: Nasraniyet (Hıristiyanlık) ya tamamen yok olacak ya da hurafelerden, tahrifattan arınıp safileşecek ve İslâmiyet’e yaklaşacaktır (veya dahil olacaktır),  diye haber veriyor.

Sonuçta kemal noktasına ulaşarak “eşref-i mahlukat” olduğunu ispat edecek insanoğlunun yaratılış gayesi de böylece tahakkuk etmiş ve va’di ilahi yani “eşref-i mahlukat- en şerefli varlık” olma vasfı da yerine gelmiş olacaktır.

Recai ALBAY

Kaynak : Nurdergi.com