Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Risale-i Nur’daki Orijinal Tabirler-2

Hakiki İrtica:
Menşe’leri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica var:
Biri: siyasi ve içtimai ki, hakiki irticadır. Onun kanun-u esasisi (anayasası) çok suiistimale ve zulme medar olmuştur.
İkincisi: İrtica namı verilen hakiki bir terakki ve adaletin esasıdır.” (yani Kur’an hükümleri).
Emirdağ Lahikası’nın 2. cildinde bu ifadeleri kullanan Bediüzzaman Hazretleri “Hakiki irtica” ismiyle nitelendirdiği bu ‘eskiye dönüş’ meselesini şöyle açıklar:
“Beşerin vahşet ve Bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasisine, medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve Bedeviliğe dönüyorlar.”(*)

Yazısının devamında “vahşet ve bedeviliğe” açıklık getiren Üstad Hazretleri, tarihin ortaçağ dönemlerindeki çok katı, çok sadistçe uygulanmış olan Engizisyon mahkeme ve zulümlerini örnek vermektedir. Yine ifadelerinin devamında ‘hakiki irtica’ya “vahşi irtica” adını vermektedir…
Müslümanları “irtica” ile suçlayan dinden uzak kesimler, bilhassa 1930-50 arasında Üstad ve Nur Talebeleri’ne görülmemiş zulüm ve işkenceler yaptılar. Üstelik bu zulümlerini Kanun namına, o kılıfla yaptılar… Fakat Bediüzzaman mahkemelerde onların kanunsuzluklarını yüzlerine vurmaktan, ‘irtica’ bahanesiyle vahşi ve çağdışı icraatlarını cesaretle haykırmaktan çekinmedi, korkmadı!..

Heme Ost Değil, Heme Ezost Deyiniz :
Hiçbir şey kendinin sahibi ve hâlikı değildir. Cenâb-ı Hak’kın varlığının tecellilerinden ibarettir. Aziz Üstad bu veciz ifadesini,Madem O var, her şey var” sözü ile destekler. Yani Allah olmasaydı, hiçbir şey olamazdı. Yani varlıklar (kadim) kendisinden değil, Allah’tandırlar…

“Yok” yok olsa “var” olur; yok yok ise o vardır :
Var ile yok, zıt kavramlar olup bir arada bulunamazlar. ‘gece’ ile ‘gündüz’ gibi.
Siz ‘yok’ kavramını yok ederseniz, ‘var’lık ortaya çıkar. Üstad Hazretleri bu cümlesinin ikinci cümleciği ile birinci-muamma gibi olan cümleciği açıklamış olmaktadır.

Keçeli : Said Nursî’nin, hizmetindeki talebelerine karşı kullandığı  bir tabir.. Kanaatımca, muhataba bir şey söylemiş olmak için söylenmiş, ne faydası ve ne de zararı olmayan; belki bir parça nefsi törpüleyici bir söz olsa gerektir. Üstad açısından mahallî bir alışkanlık da olabilir.

Meselâ keçe, sıcak tutması maksadıyla ayakkabının içine yerleştiriliyor. Çobanların ‘kepenek’leri keçedendir. Üstad’ın zamanında yelek vs. gibi keçenin daha çok kullanım alanı vardı. Yani birine, “Seni iki kulaklı seni” desek darılır mı, doğru söylemiş olmaz mıyız? Büyük Mürşid belki de ufak-tefek öfkelerini bu söz ile teskin ediyordu…

(*) Emirdağ Lahikası-2, B.S.Nursi, Sözler Yayınevi, İstanbul-1993, s.340.

Mehmet Gürler

Üçüncü Hastalık “Husumet-Düşmanlık;” Çaresi “Muhabbet”

İslam dünyasının zayıf kalmasına sebep olan üçüncü sebep, husumet ve düşmanlıktır. Yirminci yüzyılda meydana gelen iki dünya savaşı ve yeryüzünde sayılamayacak kadar bölgesel savaş, ayaklanmalar vs. düşmanlığın ne kadar kötü, tahripkar ve korku veren bir durum olduğunu göstermiştir. Düşmanlığın ve nefretin menşei, insanın kendi kendine tapınmasında ve kibrinde yatmaktadır. Bu kötü hasletler, farkında olmaksızın başkalarına karşı gayriadil bir düşmanlığa sebebiyet vermektedir. Düşmanlık, inananlar arasında bile, kendisini olduğundan başka gösterme kurnazlığına kaçarak yanlışlıklara müdahele etmemek ve samimane olmayan arkadaşlıklar şeklinde kendini gösterebilir. İnsanlar genellikle kötülüklerin düşmanlığa zemin hazırladığını düşünürler. Fakat Said Nursi: “Düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak şartıyla-adavetinizi celp etmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kafidir onlara.” düsturunu öğretmektedir.

Başkalarını düşmanı görme gibi tahripkar bir hastalığa Said Nursî’nin sunduğu reçete, “sevgi”dir. “Muhabbete en layık şey muhabbettir ve husumete en layık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete layıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zirüzeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.

Prof. Dr. Thomas Michel

İkinci Hastalık “Hilekarlık;” Tedavisi “Dürüstlük” (Hutbe-i Şamiye)

Metinde "Kurtuluş doğruluktadır" yazıyor

Said Nursî’nin hutbesinde çağın ikinci hastalığı olarak bahsettiği husus, sosyal ve politik hayatta dürüstlük ve doğrulukta görülen eksikliktir. Doğruluk ve dürüstlük, İslam toplumunun temelini oluşturmalıdır. Oysa bunların yerine, bu toplumları zayıflatan ve güçsüz bırakan aksi hususlar bugün toplumda görülmektedir. Doğruluğun olmayışı, basitçe “yalan söylemek” olarak algılanmamalıdır. Zira yalan bunun da ötesinde pek çok şekle bürünmektedir. İkiyüzlülük, dürüst olmamanın bir şeklidir ve genelde söylenen şeyin aksine, özelde onun tam zıddını yapmaktır. Aldatma ve hilekarlık, gerçeklerle oynamaktır, gerçekleri tahrip eder ve yarı doğruları doğruymuş gibi yüceltir. Düzenbazlık, her ikisine de dost görünerekten tarafları birbiriyle karşı karşıya getirir. Bühtan ve iftira, dürüst olmamanın tahripkar bir şeklidir ve sadece başkalarına zarar vermemekte, aynı zamanda toplumdaki dayanışmayı da tahrip etmektedir. Dinî liderleri de, hilekarlık noktasında vermiş oldukları şahsî fetvalar dolayısıyla istisna addedemeyiz. Politikacılar, propaganda kampanyalarında, güç kazanmak ve kendi gayelerine ulaşmak adına bulundukları mevkileri kullanarak dürüst bir imaj çizmeye çalışmalarına rağmen, dürüstlükle bağdaşmayan davranışlar sergilemektedirler.

Doğru olmama illetine çare olarak Said Nursî, toplum hayatında dürüstlüğü ve şeffaflığı reçete olarak sunmaktadır. Müslüman topluluklar, doğruluk, dürüstlük ve sorumluluklarının gerektirdiği prensipleri kendilerine şiar edinmedikleri müddetçe günümüz dünyasında yalana ve bozulmalara karşı toplum hayatına geçerli alternatifler sunmaları mümkün değildir. Orijinal hutbenin Türkçe tercümesinde Said Nursî, bu prensibin hutbenin ilk irat edildiği zamanki şekliyle 1950’lerde de geçerli olduğuna işaret etmektedir: “Ey bu Cami-i Emevî’deki kardeşlerim! Ve 40-50 sene sonra âlem-i İslam mescid-i kebirindeki 400 milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.

Prof. Dr. Thomas Michel

Dua’nın Mahiyeti

Bediüzzaman der ki, dua bir sır-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını, esteğfirullahe (Allah mağfiret etsin) ve sübhanellahe (Allah her türlü kusur ve noksandan uzaktır) ile ilan etmektir. Dua bir ibadettir. Dualar ibadetin yapılması için birer vakittirler. Mesela, güneşin tutulması durumunda kılınan iki rekâtlık nafile namazı (küsuf namazı) veya yağmursuzluk, yağmur namazına birer vakittir.

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevi maksatlar hâsıl olursa nur üstüne nur olur. “İcabet, duaya iktiran etmedi” yani istek yaptın, duanla beraber istek yerine gelmedi diyemezsin. “Henüz vakit inkıza (sonu gelme) etmemiş, duaya devam lazımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların başlangıcıdır. Neticesi değildir.

Her yapılan dualara Cenab-ı Allah’ın cevap vermesi, kabulün ta kendisi değildir. Duaya cevap verilir, cevapsız bırakılmaz. Talep edene yardım, ancak cevap verenin gayesine bağlıdır. Mesela, doktoru çağırdığın zaman  “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat bu yemeği veya bu ilacı bana ver” dediğin vakit, bazen verir, bazen hastalığına, mizacına uygun olmadığından vermez.

“Aziz kardeşlerim!

Bu defa motorlu kayık içinde Eğridir’den Barla’ya giderken denizin dehşeti, emsalsiz fırtınası Leyle-i Kadirdeki dehşetli hastalık gibi zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum. Altı arkadaş ile beraber şehit olmak, yedi ihtimalden altı ihtimal ile deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı. Fakat o hal altında mükerrer tecrübelerle yağmurun Risale-i Nur’la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda Risale-i Nurun gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş plânından kurtulmasına bir işaret olarak o dehşetli haletimiz bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiği remziyle o rahmet-i İlâhîden gelen emr-i Rahmaniyi imtisalindeki iştiyak ile yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i İlâhîyi gayet heyecanla ve iştiyak ile acelelik ile getirmek için, bir şefkat tokadı nevinden Nur Talebeleri olan bizim başımızı tokat ile yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı.

Biz bu haleti zahiren hiddet, mânen şefkatkârâne okşamak nevinde gördük. Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kable’l-vuku ile hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden mütemadiyen Cevşen’i ve Şah-ı Nakşibend’in virdini okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemal-i şevk ile o mübarek denizi kabir olarak kabul ediyordum. Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de veli hükmünde olmasından altı arkadaşıma acımadım. Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım. O kayığın makinası bozulduğu ve yelkeni de rüzgâr onun aksiyle geldiği için, faide vermediğini ve denizin mevcleri de pek büyük; evvelâ kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine girmediği için kemal-i sabır ve şükürle karşıladık ve sâlimen sahile çıktık. Elhamdülillâhi alâküllihâl dedik…” Emirdağ Lahikası

Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazen o gibi duaların hürmetine, en büyük bir şey en küçük bir şeye musahhar ve muti olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar.” M.Nuriye S.124

Kabul olmamanın sebeplerinden biri de, duayı ibadet niyetiyle yapmayıp, istenilen şeyi maksud-ı bizzat edildiğinde aksülamel olur; o dua ibadetinde ihlâs kırılır, makbul olmaz.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

 

Risale-i Nur’daki Orijinal Tabirler-1

Nur Risaleleri’nde geçen bazı orijinal tabirlere şahit olunur. Bunlardan hemen aklımıza gelen bir kısmını izah edelim.

Şefkat Kahramanı: Müslüman katı, gaddar, zalim ve hele sadist ruhlu olamaz, olmamalıdır. Bilakis ince, hassas ruhlu, mülayim, merhametli ve müşfik bir insandır. Her şey gibi şefkatin de dereceleri olduğuna göre, bu duyguyu âzam mertebede yaşamak ve tatbik etmek “kahramanlık” olarak nitelendirilmiş… Şefkatli analar buna güzel bir misaldir…

Şefkat Tokatları: Cenab-ı Rabbül âlemin, mü’min kullarını yanlışlıklardan ve gaflet gidişatından çevirmek için küçük cezalarla ikaz eder. İdrakli ve ferasetli kul, bu ikazlardan ders alarak halini düzeltir ve Allah yolunda “Emr-i bilmâruf ve nehy-i anil münker” hizmetine yine devam eder. Allah (c.c) kemâl-i şefkatinden “Şefîk” ismi ile okşuyor, “Kahhar” ismini tecelli ettirmek istemiyor… Sevdiği kullarına tokat kabilinden küçük ikazlar yapıyor.

Müslüman İseviler: Bediüzzaman “Müslüman İseviler” namına layık bir cemaat çıkacak haberi, ahirzamanın ahirlerinde görülecek ve gerçekleşecek bir hadise olup günümüzde gerçekleşmiştir. Takdir edilir ki; din değiştirmek kolay bir iş değildir. İnsanda bulunan sadakat duygusu bir çeldiricidir. Dinine sadık kalmak ister. İslamiyet hakkında yapılan yalan-yanlış propagandalar diğer bir çeldiricidir. Araştırıp bunları aşması lazımdır. İşte Said Nursi, batıl din mensuplarının önünde dağ gibi engeller olsa da işi akıl, mantık ve vicdan çizgisinde ele alarak o kesimlere; “dininizi bırakın, değiştirin!” tabiri yerine ehl-i kitâba “dininizi tashih edin” yani yanlışlıklardan arındırın diyerek onlara tedricen ve yumuşak yaklaşmaktadır. Bir başka deyişle; bugün en geniş taraftarı olan Hıristiyanlık dini yanlışlardan arınmış olsa zaten İslamiyet olacaktır. Bediüzzaman bu tabiriyle onların İslâm’a geçişlerini kolaylaştırmaktadır. “Müslüman İsevilik” hak dinine geçmede bir süreçtir.

Sanki Yedim: Bir mübarek zat, nefsinin istediği şeyleri almış sayarak o miktar paraları biriktire biriktire bir cami yaptırmış. Bugün bu küçük cami İstanbul’un Fatih semtinde ibadete açıktır. Adı da “Sanki Yedim Camii”dir. Eğer nefsinden bu fedakârlığı yapmamış olsaydı, o cami ortaya çıkmazdı. İşte bu enteresan olayı Üstad Said Nursi, tatlı bir şiirle tarihe mâl etmiş:

“Lezâiz çağırdıkça “sanki yedim” demeli. Sanki Yedim’i düstur yapan “Sanki Yedim” namındaki bir mescidi  yiyebilirdi, yemedi”

Mehmet Gürler

www.NurNet.org