Kategori arşivi: Şiirler

Şehrin Öte Yakasından Gelen Adam – Senai Demirci

 

ŞİMDİ BİR adam gelse şehre, uğrasa loş odalarına bir evin.
Bir çocuğun hayret bakışlarını indirse gözlerimize
Sönmeden ateşli hayretleri.
Yılmadan delici bakışları.
Bizi kendimize bin sürpriz diye tanıtsa.
Bebeğin çığlıkla başladığı başlamaların sırrını fısıldasa bize.
Dese ki:
“Dokunduğun her şey O’nun adına.
“Damağının suya değmesi, suyun damağına gelmesi O’nun rahmetiyle.
“Dudağının dudağına değmesi O’nun ismiyle…”
Halimiz bir inci sözün elçiliğinde “Bismillah” dese.
Başlamaların hepsine Allah adına bir devrim diye başlasak.
Bir dağda bir kardelenin çıkışını devrim bilsek.
Bir daldan bir yaprağın düşüşünü devrim görsek.
Bir dudağa bir hecenin tutunuşuna devrim desek.
Bir nefese bir sesin dolanışını devrim diye haykırsak.
Her şeyin her defasında hiçten yoktan sebepsiz başladığına tanık olsak.
Hep başlasak,hep başlasak…
Hep başlamalarda olduğumuzu bilsek.
Yeni baştan taşınsak “Bismillah”ın eşiğine.
Biz dahi başta ona başlasak…

Şimdi bir adam gelse şehre, yeniden baksa kutlu bakışlara susamış sokaklara.
Ölüler ağırlayan mezarlar.
Unutturduklarıyla utanan soğuk taşlar.
Ayaklar altında ezilmiş tohumlar.
Toz olmuş kemikler gibi ağaçlar…
Kuru dal uçlarına sürgün edilmiş ümitler…
Kara toprağa uzatılmış taze tenler.
Ayrılık uçurumlarına savrulup solmuş gül yüzlüler.
Yarım kalmış sevdalar.
Kırık dökük hecelerde saklı aşklar.
O adamın Sözler’iyle…
Bin diriliş türküsü oluverse, bir haşir sözüne dönüşüverse.
Dal uçlarında tomurcuklar gibi patlasa sonsuz özlemlerin.
Gelincikler gibi yüzü kanlansa paslı kederlerin.
Kan kırmızı mahcupluklar bulaşsa yüzüne ölü kızların.
Bir daha bir daha seyretsek İbrahim’in [as] kuşlarının yaprak yaprak geri dönüşünü.
Bir daha, bir daha dirilmeye bin bahar kadar emin olsak, İbrahim’ce mutmain olsa yaralı kalplerimiz.
Dal uçlarına çiçek çiçektebessüm asılıverse.
Baharı giyinen yeryüzü bir Duha ayetini seslendirse:
Rabbin seni terk etmedi, etmeyecek
Rabbin sana darılmadı, darılmayacak
Bundan sonra ne gelirse başına, bundan öncekilerden güzel olacak.

Şimdi bir adam gelse şehre, unutulmuş köşelerine uğrasa evlerin.
Mahzun ve asil bir kadın.
Anne.
Sınanmanın en zoru evladının ölümüyle.
Kan çanağı gözlerinden ateşli yaşlar düşürürken göğsüne.
Baldıran zehri çaresizliği yudumlarken kederler içinde.
Suskun duvarlardan, aldırışsız kahkahalardan, zoraki başsağlıklarından yüreği boş dönerken.
“vildanunmuhalledûn…” müjdesini fısıldasa adam.
Cennet saraylarından haber verse.
Bir teselli yağmuru iniverse ana yüreklerine…

Şimdi bir adam gelse şehre, tutsa ölüme yürüyen ihtiyarların elinden.
Gölgelerin gövdeleri aştığı ikindi hüzünlerinden parıltılı ümitler devşirse.
Yangın yeri ahir zaman akşamlarına sevinç pırıltıları düşürse.
Yakıp kavuran pişmanlıkların dudağına pınar suyu değdirse.
“Ah keşke…” lerle felç olmuş ümitleri yeniden yürütse.
Yüz üstü düşmüş özlemlere gülümsese.
Hayranlık umdukları gözlerden aşağılanmalar yaşlı kadınların yüreğine su serpse.
Cam kırığı sözler ağızlarda bekleşirken, sussan acıtır, konuşsan kanatır kederleri bir bir dile gelse.
“Halık-ı Rahîm” diye başlasa söze…
Hep Rahman hep Rahim Allah’ın adıyla…
Sonsuz rahmeti, bitimsiz merhameti ümit nehri gibi avuçlayıp serpse ihtiyarların yüreğine.
Rahmanî umutlar döşese kabre giden patika yollar üzerine

Şimdi bir adam gelse şehre, telaşlı koridorları adımlasa.
Teselli arayan çaresizler.
“Neden ben, neden ben!” diye hırçın sorular soran devasız gençler.
Nefesi daralmış, yüreği sıkışmış, güneşi unutmuş dertliler.
Huzuru her sabah yeniden kanayan, hüznü çıban gibi çoğalan.
Hastalar, hastalar, hastalar..
İlaçların kâr etmediği, yoğun bakımların göremediği, operasyonların onaramadığı yaraları varken hastaların.
Şehre bir adam gelse.
Bir tatlı kelam etse: “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, derman… Ömrün bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hastalık ömrünün dal uçlarına ebedi meyveler takıyor.”
Sonra hastalığın hüznü sarı güller gibi pencerelerden sarksa…
Sonra bitkin tebessümleri dertlilerin serin pınarlar gibi aksa…

Bir adam gelse şehre, bizi Kitab’la tanıştırsa…
Terk ettiğimiz, uzak köşelere bıraktığımız, susturduğumuz.
Tedavülden kalkmış para muamelesi yaptığımız, miadı dolmuş ilaç yerine koyduğumuz,
Unuttuğumuz Kitab’ı ateşli bir haber gibi sokuverse gündemimize.
Sözlerin en sıcağına dokundursa dilimizi.
Yüreğimizi yatırsa vahyin ırmağına.
Sesten serinliklere daldırsa yüreğimizi.
Güneş karşısında nazenin yaprakları İbrahim tenini seyredercesine seyrettirse.
Ateşler içinde serin ve selamette olmanın mucizesine tanık etse dal uçlarını.
Taş kadar katı, taştan da katı kalplere bir Musa asâsı dokundursa.
İpek gibi kök ve damarların dokunuşuyla katılığını terk eden taşlardan utandırsa katı kalplerimizi.
Bir aşk hikayesi okusa taşların yüzünden; taşların da kalbini gösterse kalbimize.
Dese ki, güya bir âşık gibi taşlar; o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
Yüzümüz kızarsa, anlamak için geç kaldığımıza yansak “Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi sever” diye taşlara aşk yükleyen Peygamber sözünü.

Bir adam gelse şehre; bize bir Peygamber anlatsa…
Uzakta kalmış değil, şimdi burada aramızda bir peygamber.
Soğuk değil sıcak:
Taze peygamber nefhaları taşısa şehre.
Yunus’ça yakarışların denizine atsa kalbimizi hemen şimdi.
Eyyub’ca yaraların tenine taşısa yakarışlarımızı hemen şimdi.
İbrahim’ce kurtuluşların serinliğine fırlatsa yangınlarımızı hemen şimdi.
Musa ile Hızır’a yoldaş eylese itirazlarımızın hepsini hemen şimdi.
Yusuf’ça rüyaların müjdesine sarıverse terk edilmişliklerimizi.
İsa’ca bir merhametin yüreğinde eritse hoyratlıklarımızı hemen şimdi.

Gelse adam…
Gelse ve
Tutsa elimizden “asr-ı Saadet’e, ceziretülArab”a götürse bizi hemen.
Onu vazife başında görsek:
Görsek ki, O’nun bakışıyla matemler sustu, varlık şevke boğuldu.
Birbirine yabancı ve düşman görünen varlıklar O’nun nuruyla, dost ve kardeş oldu.
Suskun ve dilsiz taşlar pürneşe söz oldu.
Korkunç, dipsiz deniz gökler mavi tebessümlere durdu.
Yetimler gibi boynu bükük dağların yüzü güldü.
Sevildi, sevilir oldu, sevildiğini bilen oldu.
Yüzleri soluk, nefesi kesik hastalar gibi yıldızlar şiir olup iniverdi göğümüze.
Ve böyle böyle…
Böyle böyle…
Aramızda bilsek Allah’ın Elçisi’ni.
Aramızda…
Bir gül tebessümünce diri.
Bir yağmur damlasınca duru.
Reşha Reşha indirse Peygamberce bakışı şehre…
Can kulağımıza değdirse sözlerini…

Bir adam gelse şehre…
Öte yakasından şehrin..
Sarı çiçeklerle sohbet edecek kadar hisli…
Bir gülün soluşuna ağlayan.
Şefkatli.
Karıncalarla sofra arkadaşı.
Dağ başlarını, ağaç dallarını mekan tutmuş münzevi.
Üveyiklerin hatırını soran, sinek kanadı inceliğinden ders alan öğrenci.
Gelse şehrin bu yakasına…
Bir delikanlının tereddütlerini ağırlasa avuçlarında.
Bir genç kızın uçarı hayallerine eğilse bakışlarıyla.
Dese ki,
Ey kavmim “Uyun Elçilere…”
“Sizden ücret istemeyenlere…”
İlle bizden olacaksın demeden gerçeği anlatanlara..
Taşlanmayı göze alarak koşsa meydanlara…
Soğuk mapus duvarlarından sonsuz tefekkür göğünü kucaklayan meyvelerle çıkıp gelse…
Canına kastedenlere de ebedi canlar sunan tebessümüyle baksa gözlerimizin içine içine…
Şehrin öte yakasından bir adam gelse…

Şehrin öte yakasından gelen adam
Geldi çoktan.
Dudağında göklü sözlerin iksiriyle…
Yanında muhabbet kahramanlarının alın teriyle…
Yüreğinde Mevlana şiiriyle,
Aklında Geylanî hikmetiyle,
Şirazlı Sadi’nin Molla Cami’nin aşkıyla,
Meleklerin “bilmeyiz biz; Sen bilirsin” edebiyle…
Şehrimize bir adam geldi.
Şehrin öte yakasından…

Keşke kavmi bilseydi…

© 2010 karakalem.net, Senai Demirci 23/03/2011

Fecir Vakti Nef(i)s!

Fecir Vakti Nef(i)s!

 

Yatıyor bir yığın et ve biraz da kemik,

Horlayıp durur yorgan altında ne komik!

O horultu da olmasa sanki bir meyyit.

Kuvvetin yetiyorsa haydi gel de dirilt!

Vâveylâ ediyor masada alarm-u zil

Lâkin ne fayda! Kıpırdamıyor ki rezil!

Kalkmayacaktın, neden kurdun ki saati,

İhmal edecektin ibadet ü taati !

O makine-i nâlânın bitiyor pili,

Uyandıramadı bu tembel-ü gâfili.

Ey bîçâre! Şimdi kalkmak vaktidir, diril!

Yırt uykunu artık ve seccadeye seril!

Sabahın sünneti; öğrendik Peygamber’den (A.S.M))

Hayırlıdır dünya ve içindekilerden.”

At örtünü gayri, şimdi güneş doğacak!

Kalkıver, yoksa ruhunu gaflet boğacak.

Ali Nureddin

alinureddin@gmail.com

www.NurNet.Org

Rumeli Bostanı

Ecdat yadigârı güzel vatanım benim,

Hayır! Dikenli tarla değil bostansın sen,

Dâhilerle dolu benim şeref ve şanım,

Övülmeye layıksın sana yanarım ben.

* * *

Mel’un kafirlerden seni kurtarmak için,

Sende şehid oldu, Sultan Hüdavendigar,

İstanbul’un fethine sen asker gönderdin,

Ne yazık ki seni ruhsuz bıraktı ağyar.

* * *

Beni senden kovamazdı başkası asla,

Güzel vatanımdan çıkardı din derdi beni,

Senin için her zaman didindim durdum,

Ben hâlâ sayıklayarak ararım seni.

* * *

Câmisi, tekkesi ve meşhur Taş Köprüsü,

Şelale gibi akan o güzelim Vardar,

Üskübün, çok canlıdır hitabet kürsüsü,

Osmanlı terbiyesi orada hâlâ var.

* * *

Üsküp’tür Rumeli’nin manevi lübbü,

Çünkü oradan fışkırdı ilim ve irfan,

Benim için orasıdır mücevherat küpü,

Ora yetiştirebildi, çok mükemmel insan.

* * *

Baş müderristi meşhur Âtaullah Hoca,

Onun meşhur talebesi Abdülfettah Rauf,

Sadullah, Mehmet ile Selim efendiler,

Kemal Aruçi Efendi gibi çok mâruf.

* * *

Bahtlı istikbalin için ey şanlı vatan,

Müjdeledi bizi Üstad Bediüzzaman,

Geleceğinizi münevver görmek için,

Risale-i Nura sım sıkı sarılın, aman.

* * *

Ey çeşit darbelere sahne olmuş vatan,

Kavli, fiilî dualar ederim sana,

Bostanında Nur’ların yayılması için,

Son demimle çalışmak hedefimdir anâ.

* * *

Rabbim! O sakinler heder olmasın diye,

Rahmetini gönder Rumeli Bostanına,

Şimşekvâri  Nur’ların yayılması için,

El açıp ben kalbimle duacıyım sana.

Abdülkadir Haktanır

6  Nisan  2002