Kategori arşivi: Tarih

“Nahıl Ağacı”ndan “Noel Ağacı”na!

Bozulma sürecinin çocukları olarak biz, yılbaşında “Noel Ağacı” süsleyip “Noel Baba” bekleme safsatasına kendimizi o denli kaptırmışız ki, “Nahıl Ağacı”nı çoktan unutmuş gitmişiz!

Unutmadık ne kaldı ki zaten? Eski müziğimiz, eski masallarımız, eski çocuk oyunlarımız, eski alfabemiz, kılığımız, kıyafetimiz…

Arapçada “hurma ağacı” anlamına gelen “nahıl”, Osmanlı düğünlerinin ve bayramlarının vazgeçilmez süsüydü (Anadolu’nun bazı yerlerinde hâlâ yaşıyor). İskeletleri demirden yapılır, çevresine çengeller asılır, çengellere süsler takılırdı. 

Düğün sahibinin ekonomik durumuna göre nahıl ağaçlarının boyu, sayısı ve stili belirlenir, düğün alayı ile birlikte geçirilirdi. 

Davetliler de takılarını ve hediyelerini nahıla takarlardı. Nahıllar aynı zamanda bir yardımlaşma simgesiydi. 

Nahıllar birkaç tane olursa en büyüğü önde giderdi. Onu şeker bohçaları, şekerleme ve tatlı sinileri, şerbet sürahileri, cihaz bohçaları, para keseleri, cevahir kutuları takip ederdi. 

Bundan sonra sırtlarında kurbanlık koyun taşıyan hamallar ve cihaz (çeyiz) katırları gelirdi. Nahılın ikincisi, gelin arabasının önünde götürülür ve yanlarında iki süvari bulunurdu.

Saltanat düğünleri ve şenliklerinde yaygın olarak görülen nahılların bazıları o kadar büyük ve görkemli olurdu ki, geçtiği güzergâhtaki çatıların çıkıntıları yıkılırdı. Ama yıkılan çıkıntıların tamiratı anında yapılır, kimse mağdur edilmezdi.

“Surname-i Vehbi” (Divan edebiyatında sünnet, düğün, şenlik gibi neşeli olayları anlatan eserlere “Surname” deniyor) 1720’de, Sultan III. Ahmed zamanında yapılan bir nahıl gösterisini anlatırken, devasa nahılların geçirilmesi sırasında yıkılan saçak ve cumbalardan bahsediyor. 

Bu yüzden düğün alayına mimar ve ustaların da alındığını, yıkılan cumbaların ve saçakların anında onarıldığını yazıyor.

En basit oyunlar ve eğlenceler dâhil, hemen her şeyi insanın yararlanabileceği şekle getiren hayırhah, yardımsever Osmanlı insanı, “nahıl” dediği devasa boyda süslenmiş sırıkları hem bir eğlence, hem de bir yardım aracı olarak düşünmüş, düğünlerde, bayramlarda “nahıl” vasıtasıyla muhtaçlara yardım elini uzatmıştır.

Asla acıtmadan ve kişinin fukaralığını katiyen incitmeden…

Her isteyen nahıl yapamazdı. Tıpkı mahya ustaları gibi, İstanbul’da nahıl ustaları vardı. Evliya Çelebi’ye göre, bunlar 55 kişiydiler. Herkesin yapamadığı bir işi yaptıkları için de itibarlıydılar.

Uzun bir sırık düşünün. O kadar uzun ki bazıları “minare boyu” (25 metre filan) olsun. Üzeri simli ipler, aynalar, gümüş yapraklar, renkli kâğıtlar, altın yaldızlı süsler, balmumu rengârenk meyveler, çiçekler ve değerli taşlarla süslü olsun. İşte bu “nahıl”dır.

1612’de Sultan I. Ahmed’in (Sultanahmet Camii’ni yaptıran Peygamber sevdalısı Padişah) iki kızı ve bir kız kardeşinin düğününü anlatan meşhur Avusturyalı tarihçi Hammer, düğünde taşınan onlarca nahılın güzellik ve ihtişamından ayıla-bayıla söz eder.

Bir grup Mısırlının ellerindeki tefleri çalıp türlü taklitler yaparak düğün alayına eşlik ettiklerini, insanların müthiş eğlendiğini anlatır. 

O zaman anlarsınız ki, Osmanlı savaşmayı bildiği kadar, meşruiyet içinde eğlenmeyi de bilen bir milletti.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

 

Takvim ve saat devrimimiz!

Selçuklular ve Osmanlılar, diğer Müslüman milletler gibi “Hicri Takvim” kullanırlardı. Bu, Âlişan Efendimiz’in, 622’de Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihi, zamanın (yılın da tabii) başlangıcı olarak kabul eden bir zaman sistemiydi.

Bu sisteme Sultan I. Mahmud döneminde yeni bir şekil verilerek “Rumi Takvim”(Anadolu Takvimi) dendi ve mali konularda yakın zamana kadar kullanıldı.

Rumi Takvim de tıpkı Hicri Takvim gibi “güneş yılı” esasına dayanıyordu. Bu itibarla köklü bir değişiklik yoktu.

Köklü değişiklik 01 Ocak 1926’da yapıldı: Yeni takvim ve saat sistemi yürürlüğe kondu. Başka bir deyişle, bu tarihte “Takvim ve Saat Devrimi” gerçekleştirildi…

Gerekçe hep aynı idi: “Uygar milletler gibi olmak…” 

Yani Avrupa’ya benzemek…

Benzedik mi, benzedik! Bu benzerliğimiz sebebiyle Avrupa bizi kendinden saydı mı? Saymadı. Peki, o zaman neden benzedik?

Şaka gibi, ama zamanında “Takvim Devrimi” de diğer devrimler kadar önemsenmişti. Uğruna kavgalar verilmiş, sert tartışmalar yapılmıştı…

Şimdi tuhaf duruyor ya, “Takvim Devrimi”ni savunan milletvekilleri, bu sayede “uygar milletlere katılacağımızı” savunmuşlardı.

Sonunda devrim gerçekleşti. Âlişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicretini esas alan “Hicri Takvim” bırakıldı, yerine “Gregoryan stili Miladi Takvim” kabul edildi. 

Saatler de “Alaturka”dan (Türk usulü) “Alafranga”ya (Frenk usulü) çevrildi. Gün batımına (akşam ezanına) ayarlanan saatler, artık Batı’ya ayarlanacaktı! 

Bu sadece bir “saat ayarı” değildi, çünkü bu “ayarlama” ile zamanın ibadetle irtibatı kopmuştu. Eski saate göre her akşam 12.00’de okunan akşam ezanı artık muhtelif saatlerde okunacaktı.

Zamanın namazla irtibatı kopmuştu!

Ayrı süreçte ay isimleri de değişecek, muharrem, cemaziyülevvel, cemaziyülahır, safer, rebiyülevvel, rebiyülahır, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade, zilhicce diye saya geldiğimiz ay isimleri ocak, şubat, mart,nisan vesaire şekline girip anlamsızlaşacaktı…

“Ay isimleri” deyip geçerken, bazı ayların Kur’an’da, bazılarının hadislerde defalarca zikredildiğini unutuyoruz. Yani ayların dinle irtibatı var. Muharrem, Recep, Şaban, Ramazan dediğinizde, bunları özellikleriyle hatırlarsınız. Meselâ Hicri Takvimde Ramazan hep ramazanda gelir. Oruç hatırlanır. Muharrem de, Recep de, Şaban da böyledir.

Açıkçası zamanın dinle irtibatı kesildi! “Avrupalılaşma-uygarlaşma” isteğimiz de yarım kaldı. Yakın tarih boyunca (teey Tanzimat öncesinden) her toplumsal değişimin önüne koyduğumuz “Avrupalılaşma”, Avrupalılar tarafından dikkate alınmadı. Avrupa’nın sınırını Meriç’ten çizip bizi sınırdışı ettiler. Avrupa Birliği’ne filan da almıyorlar. Biz ise hâlâ çabalayıp duruyoruz. 

Önce saltanat ve hilafeti kaldırıp rejimlerini, sonrasında alfabelerini, kılık kıyafetlerini, müziklerini kabul ettik…

Yetmedi: Dini kimliğimizle ve milli varlığımızla yüzyıllar boyu örtüşüp bütünleşmiş dua içeren selamımızı terk edip “İyi sabahlar” anlamındaki Fransızca “bonjoure”un(bonjuğ) tercümesi olan “günaydın”ı selam yaptık.

İşe yaramadı: Hep ötekileştirildik. Derken, envaı çeşit ayak oyunlarıysa savaş açtılar. Biz güneyimizde Avrupa (ve tabii ki Amerika) ile savaşıyoruz!

Bilin bakalım: Biz bu işi neden yaptık? 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı (3)

Bir zamanlar Sultan I. Ahmed, Peygamber Efendimiz’in mübârek ayak izinin (Kadem-i Şerîf) bulunduğu bir taşı Mısır’daki Sultan Kayıtbay Türbesi’nden aldırıp İstanbul’a getirtmiş ve Eyyûb Sultan Câmi’ine koydurmuştu. 

Sultanahmed Câmii tamamlanınca, Kadem-i Şerif yeni camiye nakledildi. O gece Sultan Ahmed bir rüyâ gördü…

Bütün pâdişâhların toplandığı yüce bir dîvanda Peygamber Efendimiz hâkem makamında oturmuş Sultan Kayıtbay’ı dirliyor:

“Türbemi ziyârete vesîle olan Kadem-i Şerîf’inizi kendi câmiine nakleden Sultan Ahmed’den dâvâcıyım! Hakkımın alınmasını talep ediyorum.” 

Peygamber Efendimiz, dâvâcıyı dinledikten sonra, Sultan Ahmed’e soruyor:

“Söyledikleri doğru mu?”

“Doğrudur ya Resulallah!”

“O zaman emaneti yerine iade et.”

Suçlu konumunda kalan Sultan I. Ahmed, ter içerisinde uyanıyor. Hemen Şeyhi Azîz Mahmûd Hüdâî’yi dâvet ediyor. Şeyh Efendi gelir gelmez rüyâsını anlatıyor…

Hüdâî Hazretleri, rüyâyı tabir ediyor: 

“Emânetin derhâl yerine gönderilmesi lâzım Hünkârım. Kadem-i Şerif’i Kayıtbay Türbesi’ne iade etmelisiniz.”

Kadem-i Şerîf, mecburen Sultan Kayıtbay Türbesi’ne iade edilecektir, ama ondan büsbütün ayrılmak Sultan Ahmed’in içine sinmiyor. İçini hüzün kaplıyor. Gece yarısı sonrası şu şiiri yazıyor:

“İftirakınla Efendim bende takat kalmadı,

Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı;

Şol kadar ağlattı ben bîçare i hükm-i kaza,

Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.”

Nihayet Kadem-i Şerif şeklinde bir sorguç yaptırıp, özel günlerde hilâfet sarığına takıyor. Ayrıca da bir tahta üzerine minyatür bir kopyasını çıkartıp sarığının alın kısmında saklıyor. Ona da bir de şiir azıyor:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem daim, 

Kadem-i resmini ol Hazret-i Şah-ı Rasul’ün…

Gül-i gülizar-ı nübüvvet o kadem sahibidir, 

Ahmeda durma yüzün sür kademine o gülün!” 

Bu da Kanuni’nin Peygamber şiiridir:

“Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda,

Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda…

Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem,

Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa.”

Osmanlı padişahlarının Peygamber sevgisi öylesine derindir ki, Fatih,Efendimiz’in bayraktarı Eba Eyyûb el-Ensari’nin mezarını bulup türbesini yaptırmadan kendisine saray yaptırmıyor:

“Peygamber Bayraktarının evi (türbesi) yokken, kendime ev yaparsam, yarın Ruz-i Mahşer’de Resulüllah’ın yüzüne nasıl bakarım?” 

Sina Çölü’nü yaya yürüyen Yavuz Padişah’a atına binmesi söylendiğinde, “Peygamberim önümde yaya yürürken, ben hangi yüzle ata binerim!” diyor.

Aynı Padişah’ın Kâbe’yi süpürmekte kullanılan süpürgeden sorguç yaptırdığı ve ömür boyu sarığının alın kısmında taşıdığı da biliniyor.

Eskiden mühürlere vecizeler ve şiirler yazdırma usulü vardı: Sultan Abdülmecid’in annesi Bezm-i âlem Valide Sultan da mührüne Peaygamber sevgisini kazıtıyor:

“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?..

Zuhurundan, Bezm-i âlem oldu vâsıl…”

Osmanlı’nın Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisine öyle çok örnek var ki, yazmakla bitmez. Son cümle olarak şunu kaydedeyim: Dizi filmlerle bazı kitaplarda “cadı”gibi gösterilen Hürrem Sultan bile Peygamber Efendimiz’in fakir akrabalarına dağıtılmak üzere her yıl kendi kesesinden Medine’ye 3.000 altın gönderiyor.

“Türkiye neden Arap âlemiyle bu kadar ilgili, neden Kudüs üzerine titriyor”diye hâlâ soracak mısınız? 

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı -2-

“Câmiin yapısı tamam oldukta, bir cuma günü büyük bir me­râ­sim­le ibadete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki: ‘Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terk etmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!’

Deryâ misâli cemaat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbur kalarak: ‘Elhamdülillâh! Hazerde ve seferde biz bu sünnetleri terk itmedik’ dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.”

Evliya Çelebi

Açılış günü, Sultan Bayezid Camii’nin avlusu insan mahşeriydi. O kadar ki, iğne atılsa yere düşmeyecekti. Kalabalık hem camiyi seyrediyor, hem de bu minval üzere sohbet ediyordu.

Cuma vakti yaklaşmıştı. Birden kalabalık dalgalanmaya başladı. Genç bir haykırış tüm meydanda yankılandı:

“Destuur Hünkâr!” 

Kalabalık saygıyla ayrılıp yol açtı. Açılan yolda Padişah ve maiyeti göründü. Oldukça sade giyinmişti. Sağa-sola temenna ederek insan mahşerinin ortasına kadar geldi.

Atından inmeden kalabalığa seslendi:

“İydiniz said olsun!” (Bayramınız mübarek olsun!)…

Cemaat uğultu halinde karşılık verdi:

“Amiiin. İydiniz said, ömrünüz mezud, makamınız cennet olsun!”

Atından indi. Bir tarafında sadrazam, bir tarafından şeyhülislam olduğu halde, hızlı adımlarla camiye girdi. 

Mihrabın önünde durdu. Yüzünü cemaate döndü:

“Bugün camii şerifumuzde inşaallah-u Tealâ ilk Cuma namazımızı eda edeceğiz. Ey cemaat! Aranızda ikindi ve yatsı namazı sünnetlerini hiç terk etmemiş olan çıksın, cümlemize imam olsun!”

Bakındı. Kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Yanıbaşında duran Şeyhülislâm’a döndü:

“Siz de mi terk ediyorsunuz Şeyh Efendi?”

Şeyhülislâm mahcup mahcup başını indirdi. Ancak Padişah’ın duyabileceği kadar alçak bir sesle fısıldadı:

“Efendimiz de arada bir terk etmişti.”

“Ama o peygamberdi. Peygamber kendi sünnetini terk edebilir. Ya biz terk edersek, yarın Ruz-ı Mahşerde elimizden kim tutar?”

Bakındı. Gözleri Zenbilli Ali Efendi’nin kardeşi, devrin meşhur âlimlirinden Muhyiddin Mehmed Çelebi’ye takılınca, yanına çağırdı. 

“Vaz-u nasihatinden müstefid olalım. Buyur, ilk vazı sen yap.”

Muhyiddin Mehmed Çelebi’nin etkili vazından sonra, Padişah doğruca mihraba yürüdü:

“Lillahilhamd, müddet-i ömrümüzde (hayatım boyunca) hazerde ve seferde(barışta ve savaşta) hiçbir vakit hiçbir sünneti terk etmemiş pürkusur bir kul olarak imamet vazifesi bize düşüyor!” dedi ve tekbir aldı.

“Allahüekber!”

Bugün “Bayezid Camii” dediğimiz mâbedde ilk Cuma namazını padişah bizzat kıldırdı.

Namazdan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin yoluna ömrünü vermiş dervişlerden Baba Yusuf Sivrihisarî, kürsüye çıktı. Camide nefesler tutulmuştu. Her söylediği yüreklerde patlıyor, yürekler infilâk ediyordu. Başta padişah olmak üzere herkes ağlıyordu.

O gün caminin açılışını izlemeye gelen yabancılar bile öylesine etkilendiler ki, üçü camiye girip Baba Yusuf Sivrihisarî’nin huzurunda Müslüman oldu. 

Osmanlı padişahlarının çoğu sünnete ittiba konusunda bu derece hassastı. Mekke, Medine, Kudüs gibi beldelere “Peygamber mirası” olarak bakılır, Ehl-i Beyt’e sonsuz bir saygı ve sevgi gösterilirdi.

Son Medine savunucusu Ömer Fahreddin Paşa’ya umarsızca “hırsız” diyen Arap soytarısına, biri bunları anlatsın!

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı -1-

Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı İstanbul’un fethidir. Fetih bir Peygamber müjdesi olduğu için de, sünnetin izi sürülerek feth-i mübin gerçekleştirilmiştir. Kurulan devlet, “Devlet-i Âliyye-i Muhammediye” olarak da anılmış, hattâ Osmanlı, Yeniçeri Ocağı’nın lâğvedilmesinden sonra kurduğu orduya bile Peygamber aşkına, “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” (Hz. Muhammed’in Muzaffer Orduları) adını vermiştir.

Yani Osmanlı bir “Sünnet Devleti”dir! Dolayısıyla, geliştirdiği medeniyetin adı da “Sünnet Medeniyeti”dir!

Peygamber-i Âlişan’a ve sünnetine öylesine derin bir aşkla bağlıdır ki, o aşkla Doğu’dan (Ahlat civarından) kuzeybatıya (Söğüt-Domaniç taraflarına) yürümüş, yerleşik düzene geçer geçmez de bölgenin en güçlü devleti Bizans’a meydan okuya okuya, 1326’da Bursa’yı fethetmiş, 1329’da cereyan eden Pelakanon Savaşı’nda Bizans ordusunu yenerek Üsküdar’a kadar gelmiş, 1331’de İznik’i ele geçirmiş, akabinde Rumeli’ye geçerek (1353) Bizans fethi esnasında Avrupa’dan gelebilecek yardımların yolunu kesmiştir.

Dahası var: Sultan II. Murad, İstanbul’u kuşatmaları sonuçsuz kalıp, nihayet fethi gerçekleştiremeyeceğini anlayınca,en verimli çağında tahttan feragat etmiş, fetih müjdesi oğlunu (Fatih Sultan Mehmed) 12 yaşında padişah yaparak uzlete çekilmiştir…

Zira, Osmanlı’nın nazarında fetih bir “Peygamber emri”dir, icap ederse, bu emri yerine getirmek için tahttan da feragat edilir.

Aynı Padişah, besmele ve salât-ü selâmla başladığı vasiyetinde “…Saruhan Vilâyeti’nde bulunan malının gelirinden 3.500 altını Medine fukarasına, 2.500 altını Mescid-i Aksa’ya” bağışlamıştır.

Osmanlı Devleti, her yıl, “Sürre Alayı” ile kutsal topraklarda yaşayan fakir-fukaraya dağıtılmak üzere yüz yıllar boyu külliyetli miktarda altın göndermiştir. 

Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra silâh bırakmak zorunda kalan Medine’nin son savunucusu “Çöl Kaplanı” unvanıyla meşhur Fahreddin Paşa’nın,İngilizlere karşı “Son Medine Savunması”, Peygamber sevgisinin son çarpıcı örneklerinden biridir. 

Kılıcını İngilizlere teslim etmeyen Paşa, Ravza’ya girmiş, kılıcını bırakmış ve “Ya Resulüllah! Emanetini savunmak için kuşandığım kılıcı yine sana emanet ediyorum” demiştir…

Medine Muhafızları (valiler) Efendimize saygılarından dolayı, yüzyıllar boyu Medine’ye at sırtında girmemiş, Sultan II. Abdülhamid döneminde Medine’ye tren geldiğinde, “Ruh-u Nebi incinmesin” denilerek rayların altına keçe döşenmiş, böylece gürültünün azaltılması yoluna gidilmiştir. 

Meşhur kıssadır…

Büyük şairlerimizden Yusuf Nâbî, 1678 senesinde Padişah’tan izin alarak, Osmanlı devlet ricâlinden meydana gelen bir hac kafilesiyle birlikte hacca gitmek için yola çıkmış…  

Kafile Medine yakınlarında konakladığı gece, Peygamber Efendimizin aşkından dolayı, Şair Nâbî’yi uyku tutmamış, dolaşmaya çıkmış ki, ne görsün! Kafiledeki paşalardan biri Medine’ye doğru bacaklarını uzatarak uyumuyor mu? Paşa’nın Medine’ye doğru bacaklarını uzatıp sere serpe uyuması karşısında kendini kaybetmiş, Peygamber aşkı mısralaşmış, o an yüreğinin derinliklerinde kopan şiiri bas bas bağırmaya başlamış:

“Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!

Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.

Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır fazîletde,

Tefevvuk-kerde-i arş-ı cenâb-ı Kibriyâ’dır bu!”

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit