Cevşen Ve Risale-i Nur, Gafleti Parça Parça Ediyor

“Hizb-i Nurî’de; hem sırrı, hem küllî bir ubudiyet bulunduğundan; şimdi bu vakitte, kuvvetli bir emareyi müşahede ettim. Bugün Risale-i Nur’un Hizb-i Nurî’sinden bir kısmını ve Cevşen-ül Kebir’den dahi bir kısmını okurken gördüm ki; kâinatın enva’ını ve âlemlerini Yirmidokuzuncu Mektub’un âhir kısmı beyanında, seyahat-ı kalbiye ile, herbir İsm-i İlahî bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor.. gafletleri, tabiatları parça parça ediyor. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, enva’ıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envar-ı tevhidi gösteriyor. Ezcümle: İki gün evvel, İsm-i Hakem Nüktesi’ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde nur-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takib ediyor. En uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur.Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mani’ olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için, kâinatı ya nefyetmek veya unutmak, daha hatıra getirmemek değil; belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs’atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm. Daha var. Fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.” (Kastamonu:231)

GAFLETSİZ HUZUR

“Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki; içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekâllah dedim. Hak verdim.” (Kastamonu:250)

İNSANI GAFLETE DÜŞÜRMEKLE ALLAHA UBUDİYETİNE MANİ OLAN CÜZ’İ NAZARINI CÜZ’İ ŞEYLERE HASRETMEKTİR

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allah’a ubudiyetine mani olan, cüz’î nazarını cüz’î şeylere hasretmektir. Evet cüz’iyat içerisine düşüp cüz’îlere hasr-ı nazar eden, o cüz’î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev’e ve umuma baktığı zaman, edna bir cüz’înin en büyük bir sebebden sudûruna cevaz veremez. Meselâ: Cüz’î rızkını bazı esbaba isnad edebilir. Fakat menşe-i rızık olan arzın, kış mevsiminde kupkuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızk ile dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevilhayatın rızıklarını veren Allah’dan maada kendi rızkını verecek bir şey bulunmadığına kanaatı hasıl olur. Ve keza evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnad edebilirsin. Amma, o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menba-ül Envarın nuruyla muttasıl olduğuna vâkıf olduğun zaman anlarsın ki; kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden ancak leyl ve neharı birbirine kalbeden Fâtır-ı Hakîmdir.” (Mesnevi:213)

İNSANDA BAZI LÂTİFELER VAR Kİ GAFLET VE DALÂLETTEN GELEN KÜÇÜK BİR HÂLETE DAYANAMIYOR

” Ey insan! Fâtır-ı Hakîm’in senin mahiyetine koyduğu en garib bir halet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun. Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a’malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.” (17. Lem’a:136)

İNSAN GAFLET İLE ZERREYE MASDAR OLDUĞU ZANNIYLA BAKINCA SAN’AT-I İLÂHİYEYİ TAĞUTÎ BİR TABİATA KALBEDER

“Hiç bir şey, bir zerreye bile, mana-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlahiyeyi tagutî bir tabiata malederler.” (Mesnevi:86)

MALİK-İ HAKİKİDEN GAFLET NEFSİN FİRAVUNLUĞUNA SEBEB OLUR

“Arkadaş! Mâlik-i Hakikî’den gaflet, nefsin firavunluğuna sebeb olur. Evet taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı kendisine kıyas ile, hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesile ile, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

         Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünki insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. Meselâ: Bir adam Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünki nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acib bir makine-i İlahiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye (bir cilveciği) o makinede çalışıyor. Binaenaleyh insan o firavunluk davasından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah’ın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş olacaktır.” (Mesnevi:67)

Nİ’MET İÇİNDE İN’AMI GÖRMEYENLER MÜN’İM-İ HAKİKİDEN GAFLET EDERLER

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur’an-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri ta’dad ederken makbul âyet-i celileyi tekrar ile zikredilmekte olduğundan şöyle bir delalet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; nimet içinde in’amı görmüyorlar. İn’amı görmediklerinden Mün’im-i Hakikî’den gaflet ederler. Mün’imden gafletleri saikasıyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.”(Mesnevi:95)

                                                                                                                                                                                                                Kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir Haktanır