Cevşenü’l-Kebir’den Marifetullah Nükteleri-4

Esma-yı Hüsna ve Yaratılış Sistemi

Varlık âlemi ve canlılar dünyası, daimi bir oluş ve bozuluş, diriliş ve ölüş ile İlâhî icad ve idama, ihya ve imâteye tabidirler. Bu faal halinden dolayı bütün yaratılış âlemi “ kâinat ” ( oluşanlar ) şeklinde ifade edilmişler. Kâin, olan ve oluşan demektir. Bu ise “ tekvin ” fiiline ve “ Kün ” ( Ol! ) emr-i Rabbanisine dayanır. İlâhî irade ilimle takdir eder; her mahiyeti bir çekirdek kılar. “ Kün ” emr-i İlahisiyle onun varlık ve diriliğini emreder. O mahiyet ise, İlahi kudret-irade-ilim ile bir oluşuma girer. Yasin Suresi bunu şöyle ifade eder: “ İnnemâ emruhu izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün ve fe yekün ” ( Onun işi, yönetimi ve emri, bir şeyin varlık ve diriliğini irade ettiği zaman “ Ol ” demekten başka bir şey değildir. O şey hemen oluşmaya başlar. )[1]

Bu noktada her hakikat ve mahiyet, cüz’î; İlahî emir ve fiil, külli; Fâil ise, Mutlak’tır. Çünkü aynı fail aynı anda yerin derinliklerinde mağmayı kaynatırken, göğün derinliklerinde büyük yıldızları kaynatıyor. Aynı fail, bir sineğin doğumla gözünü açtığı gibi, bir bahardaki bütün canlıların gözünü, bütün asırlardaki maddi ve manevi gözleri de açar. Bu manada İlahi fiiller mekân boylamı ve zaman enleminde ezelî ve ebedî, cüz’î ve küllî boyutta kendini gösterirler. Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) Cevşenü’l-Kebir duasında Arapça gramer kuralları çerçevesinde, külli bir tevhidi ders veriyor, diyebiliriz.

Cevşen bazen bir fiil neticesinde ortaya çıkan 3 hakikati nazara sunar: Fâil-Fiil-Mef’ûl… Yani Etkileyen-Etki-Edilgen… Bu şekilde, Fâil-i Mutlak ile Fiil-i Küllîyi ve Mef’ûl-u Cüz’îyi zihinde tasnif eder. Bunların aynı olmadığını fakat birbirinden ayrı da düşünülemeyeceğini nazara sunarak Tevhid dersi verir. Bu tevhidi, “küll-ü şey” seviyesinde en azametli olarak zihne açar. Cevşen’in 10. Bâbı 10 hakikat noktasında bu Tevhid’i ders veriyor.

Mesela 10. Bâb der: “ Yâ Sânia külli masnû’ * Yâ Halıka külli mahlûk * Yâ Râzıka külli merzûk… ” ( Ey bütün sanat eserlerinin San’atkârı * Ey bütün yaratılmış ve maddeten yapılmışların Yaratıcısı * Ey bütün rızka muhtaçların Rızık Vericisi…  ) 10. Bâb san’ât, hilkat, rızık, mâlikiyet, keşf-i bela, ferec, rahmet, nusret, setr ve iltica hakikatleri noktasında Tevhidi ders verir.

Buna mukabil 46. Bâb ise, kâinatta izâfî fâil ve Hakiki Fâil görüntüsünün olduğunu bildirir. Hakiki Fâil’in, Mutlak Fâil olduğunu ve onda zerre miktar Mef’ûliyet ( Fiile uğrama ve tesir altında kalış ) olmadığını ders verir. Kullarda ise, fâil-mef’ûl cephesinin var olduğunu öğretir. Kulların mef’ûliyet noktasında mutlak, fâiliyet noktasında cüz’î oluşunu öğretir. Bu noktada der: “ Yâ Ğâliben ğayre mağlûb * Yâ Sânian ğayre masnû’ * Yâ Halıkan ğayre mahlûk * Yâ Mâliken ğayre memlûk… ” ( Ey mağlub olmaz Ğâlib * Ey sanat olmayan Sâni’ * Ey yaratılmamış ve yapılmamış Yaratıcı * Ey mülk edinilmeyen Mâlik… )

Fâil-i Hakiki’nin kâinattaki tasarrufunun Fiil-i Küllî ile oluşunu anlatma sadedinde 97. Bâb konuşur ve der ki: “ Yâ men lâ yuşğiluhu sem’un an sem’ * Yâ men lâ yemneuhu fi’lün an fi’l * Yâ men lâ yülhihü kavlün an kavl * Yâ men lâ yuğallituhu sualün an sual… ” ( Ey bir şeyi işitmek başka bir şeyi işitme noktasında Kendisini meşgul etmeyen * Ey bir fiili yapmak başka bir fiili yapmaktan Kendisini engellemeyen * Ey birisine söz söylemek Kendisini diğer kişiye söz söylemeden çelmeyen * Ey birisinin dileğini yerine getirmek diğer birinin isteğini verme konusunda Kendisini yanıltmayan… )

Esma-yı Hüsna ile Aynı Hakikate 2 Yönlü Mazhariyet

Fâil-mef’ul bağlamında aynı hakikat 2 yönlü olarak görünür. Şuur ve irade sahibi olanlar ilim ve irfan ile hakikati idrak edip ona göre bir hayat yaşamaya başladıklarında Cenab-ı Hakk ile aralarında bir devr-i daim tecellisini tahakkuk eder. Bu şekilde kul, beka ve ebediyetini tescillediği gibi Rabbi ile arasında birebir bir münasebeti his bazında da yaşamaya başlar. Hz. Peygamber (ASM) bu özel boyutu iman ve ameliyle elde eden müminlerin mazhariyetini Cevşenü’l-Kebir duasının sonlarında bir zirve mahiyetinde işler.

Bu noktada Cevşen aynı fiilin Vâhidiyet ve Ehadiyet cepheleriyle, kulların dünyasında tahakkukunu ele alır. Bu noktada, Tevhidi bilerek yaşayan bir kişinin o fiilinin İlâhî bir fiil sayıldığını bildirir. Fakat Vâhidiyet ve Ehadiyet farkını belirtme sadedinde, bu huzûr halini yaşayan kişinin aynı fiil noktasında 2 makamı yaşadığını ifade eder. Cevşen’in 94. Bâbı bu Tevhid-i Hayat’ı ifade eder.

Mesela der: “ Yâ hayre Zâkirin ve Mezkûr * Yâ hayre Şâkirin ve Meşkûr * Yâ hayre Hâmidin ve Mahmûd * Yâ Şâhidin ve Meşhûd… ” ( Ey karşılık veren Şâkirlerin ve Kendisine karşılık verilen Meşkûrların en hayırlısı * Ey hatırlayan ve bağ kuran Zâkirlerin ve Kendisi anılan Mezkûrların en hayırlısı * Ey öven Hâmidlerin ve Kendisi övülen Mahmûdların en hayırlısı * Ey gerçeğe şehâdet eden Şâhidlerin ve Kendisinin gerçekliğine şehadet edilen Meşhûdların en hayırlısı… ) Bu noktada kâmil bir insan, küllî ve mutlak manada, “ mezkûr ” dur; cüz’î ve mukayyed olarak hakka “ zâkir ” dir. Allah, zâkir iken kul mezkûr olur. Kul Allah’ı zâkir iken, Allah mezkûr olur. Bakara Suresi 154. âyet der: “ Fezkurûnî ezkurkum ” ( Siz Beni, cüz’î , fânî ve mukayyed zikredin, Ben sizi Mutlak, Baki ve Külli zikredeyim. ” Bu zikrin kula kazandırdığı kıymete işaret sadedinde hemen der: “ Veşkürû lî velâ tekfurûn ” ( Ve bana şükürle karşılık verin ve asla nankörlerden olmayın. Sizi zikretmem, sizin için ebedî nimet ve bâkî kıymettir. )

Kulun zikri, mutlak ve küllî olmadığı için Allah, gerçek manasıyla Mezkûr olamaz. Allah’ın mezkûriyeti, Kendi Kendisini zikretme manasında ancak olabilir. Kul, ancak Allah’ın tecellisini zikredebilir. Bu manada Resûlullah (ASM) mi’raçta “ Ben Seni hakkıyla zikredemedim. Edemem de zâten… Ben, Seni cüz’î ve mukayyed zikrettim. Oysa Sen, Zâkir-i Mutlak ve Mezkûr-u Mutlaksın. Hem fiilin de Küllîdir. Seni Sen zikredebilirsin. Senin Seni zikrin de mutlaktır ” diyerek kendi aczini itiraf etmiş ve fiili Allah’a havale etmiştir. Bu bölümde ise, ebedî bir sırrın keşfini açıyor:

“ Ey insan! Zihnen ve fikren cüz’î isen de, hissen ve kalben mutlakıyete açıksın. Niyetini saflaştırıp sadece Allah’ın rızası ve muhabbetini kazanmak için zikir yaparsan o zaman senin kalbinden Allah Kendisini zikreder. Bu zikir, mutlak bir hisle olduğu için Allah, senin dilinde zâkir, Kendi Zâtında ise mezkûr olur. Bu zikir, mutlak ve küllî kıymet alır. Hak razıdır.

Bu zikrin yapılış tarzını ise, 74. Bab açıyor, diyor ki: “ Yâ men hüve zikruhu şerefün li’z-Zâkirîn * Yâ men hüve şükrühü fevzün li’ş-Şâkirîn * Yâ men hüve hamduhu fahrun li’l-Hâmidîn… ” ( Ey Kendisini zikretmek, Onu zikreden için ebedî şeref olan * Ey Kendisine şükretmek, Ona şükreden için hakiki kazanç olan * Ey Kendisine hamd etmek, Onu hamd ile öven için ebedi iftihar olan… ) 74. Bâb, bu zikrin, maddi-manevi her hangi bir karşılık beklenilmeden yapılmasını söylüyor ve diyor ki:

Senin, bütün benliğinle, maddi-manevi, dünyevi-uhrevi herhangi bir beklentiye girmeden Allah’ı zikretmen var ya işte o, mutlak değerde bir fiildir. O fiil esnasında sende Allah tecelli eder. Senin benliğinden O Kendisini zikreder, Kendini sena eder. Sakın maddi-manevi bir beklentiye girerek bu fiili küçültme… Senin bu zikrin, eğer bilirsen, gerçek şereftir. Maddi-manevi zenginlikle başka bir şeref ve yüksek mevki arama… Allah’a aynalıktan daha büyük şeref yoktur. ” Sonra bu bâb, şükür ve hamd için de aynı boyutu öğretiyor, hakiki şükür ve hamdin özelliklerini bildiriyor.

Bu noktada Kur’an Enfal suresi 17. ayette, “ O müşrikleri öldüren siz değildiniz. Velâkin Allah öldürdü. Ey Muhammed, sen atmadın, attığında… O bir avuç toprağı her müşrikin gözüne atan, Allah’tı ” diyerek Tevhid-i İmâte’yi ders veriyor. Hem Resulullah’ın hem de Sahabelerin tamamının o savaşta Rıza-yı İlahiye ve Muhabbetullaha mazhar olduklarını bildiriyor.

[1] Yasin suresi, 82.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: