Çocuğunuza gölge olmayın, başka ihsan istemez!

Geçtiğimiz günlerde orijinal adı “The joy of painting” olan ve çocukken pazar sabahları severek takip ettiğim “Resim sevinci” adlı programa denk geldim. Kıvırcık saçlı bir ressam olan Bob Ross, televizyon ekranlarında bir doğa resmi çiziyor ve her aşamayı izleyiciyle paylaşıyor.

Bob, resim yaparken başka bir boyuta geçiyor adeta… Öyle ki, yaptığı resimlerin bir parçası oluyor. Dağların eteklerindeki ağaçları bile düşünüp, onlara arkadaşlar çizmeyi ihmal etmiyor. Haydi, birazcık kulak verelim:

… Fırçamızla tualimize dokunuyoruz. Çok kolay! Korkmadan dokunuyoruz… Hatalar değil de sadece küçük mutlu kazalar vardır. Şuraya yaşlı bir ağaç çiziyoruz. Belki de şurada yaşayan mutlu küçük çalılıklar vardır; işte tam şurada… Belki de çalılıkların arasında sevimli minik sincaplar neşeyle geziniyorlar. Biraz kahverengi, biraz titan beyazı alalım… Tamam…

Bir insan yaptığı işi bu kadar mı sever, dedirtiyor! Haliyle Bob’un kendi içindeki bu derinlik yaptığı resimlere aksediyor. Çizerken ve anlatırken kendinden geçiyor. Yelpaze fırçalar tualinde raks ediyor. Darbe sözcüğü, zihnimde istemsiz bir ürpertiye sebep olduğu halde, onun fırça darbelerini zikredişi, fısıltılar halinde ruhumu okşuyor. (Bugüne kadar hiç izlemediyseniz, bir kez izleyin. Sonra bu yazıyı okuyun olur mu?)

Onu izlerken Bob’un ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. İçindeki cevheri keşfedip açığa çıkarabilmişti.

Nehrin doğal akışına müdahale edilmemişti…

Su, yolunu ve de yatağını bulmuştu…

Bob’un nasıl bir ailesi olduğunu ve çocukluğunu merak ettim. Biyografisini araştırdım. 14 yaşında okulun kendisine göre olmadığını fark edip, asker olmak için okulu bırakmış. Arta kalan zamanlarında sanat okullarına gidip resim yapmış ve tekniğini geliştirmiş. 52 yaşında da lenf kanserinden vefat etmiş.

Ardından, başka bir senaryo hayal ettim. Bob’un içindeki resim sevincini hafife alan ve onu akademik beklentilerle boğan bir ailesi ve öğretmenleri olsaydı sonuç ne olurdu acaba? Karnesini alınca yabancı dil, matematik ve fen derslerinden aldığı notlar düşük olduğu halde; resim dersindeki başarısı yine de ailesini mutlu edebilir miydi? Acaba, ona matematik-fen notları yükselsin diye ilave ders mi aldırtır; yoksa resim kurslarına mı gönderirlerdi? Acaba, şu an bir ressam değil de, ailesinin isteğiyle doktor ya da mühendis olsaydı; yine böyle mutlu olur muydu? Ve içindeki mutluluğu başkalarına da bulaştırıp, onları da mutlu edebilir miydi?

Bu müdahalecilik neden?

Cevap için bilinçaltındaki kayıtlara bakalım:

… Saygın bir mesleğin olsun. Önemli bir isim olmaya çalış. Güzel ve bol kazancın olursa rahat yaşarsın. Dünya mücadele üstüne kurulu bir yer! Yılmadan mücadele etmelisin. Ayakta kalmak için hırslı ve rekabetçi ol. Yoksa büyük balıklar seni yer, vs…

İnsanların sevdikleri, mutlu oldukları ve hayata değer kattıkları bir işle meşgul olması onlara saygınlık kazandırmaz mı? Saygın olanlar sadece doktor ve mühendisler midir? Bir sürü insanın hayatını etkileyip, onlara güzel bakma aşısını yapan resim doktoru Bob Ross saygın değil miydi? Peki, akademik bir yaşamı istemeyen ve suyun yolunu bulması için engelleri kaldıran Bob aç mı kaldı? Hayatını idame ettiremedi mi? Yoo, hayır! DVD’leri dünyada en çok satanlar listesine girdi. Yani büyük balık küçük balığı yemedi.

Yaşamın mücadele olduğuna odaklanmış bakışla bir anne annelik kıvamını, baba da babalık kıvamını yakalayamaz. Kâinata da, Sultan’ına da muhatap olamaz. Halil ve dost olamaz. Akışına bırakamaz. Numunelerin ve gölgelerin içinde kaybolur, gider. Aslolanın membaına ulaşamaz. Ruhu daralır, bunalır. Hatta bir bardak su bile boğulmasına kâfi gelir.

Hâlbuki kâinattaki düzen, ”yardımlaşma ve dayanışma kanunu” üstüne kurulmuştur. Gezegenler birlik içinde, omuz omuza… Sema ve arz da! Hava, su ve toprak… Toprak sıcaktan bunalıyor. Yağmur yetişiyor imdadına… Sonra çiçek olmak isteyen tohum başlıyor duaya. Bütün sebepler elbirliği içinde hizmet ediyor ona. Ta ki o bir tohum, çiçek açabilsin diye. Yakıcı ve yanıcı iki element el ele verip insan faydalansın diye suyu oluşturuyor. Küçültülmüş bir kâinat olan insan, vücudundaki her aza da birbiriyle ahenk içinde çalışıyor. 

Hayvanlar âleminde de bu böyle! Hayvan duyguları uzmanı Prof. Mac Bekoff ”Yabani Adalet” isimli kitabında ”yabani hayvanların acımasız ve vahşi olduklarına dair görüşler tamamen yanlış” diyor. Yıllardır yaptığı bilimsel araştırma sonuçları da aynı gerçeği dillendiriyor. Yüzde 95’i olumlu yönde! Mesela Bekoff çalışmalarında, baskın ve güçlü kurtların oyun oynarken bilerek zayıflara yenildiğini görmüş.

Hani nerede rekabet, çekişme?

Science dergisi Aralık 2011 sayısında yer alan deneylerde fareler kapana kısılmış arkadaşlarını kurtarmak için çok sevdikleri çikolatayı bile reddetmişler. 1958’de yapılan başka bir deneyde, aç farelere, yalnızca kardeşlerine elektrik şoku veren çubuğu çekmeleri karşılığında yiyecek verilmiş. Fareler bunu yapmaktansa aç kalmayı tercih etmiş!

Hani nerede cidal, mücadele?

Belki bizi yanıltan şey bazı hayvanların etle beslenmesidir. Esasında bizler de et, tavuk ve balık yemek için neler yapıyoruz, hatırlayalım. Her hayvan bitkiyle beslenseydi, eti yenmeyen ölmüş hayvanlara ne olacaktı? Hem aç bir kaplan vadesi dolan bir ceylanı yerken, farklı bir boyutta, ”Ya Rezzak, ya Mümit” sesleri duyulur varlık âleminden…

Bu bakış açısıyla insan derin bir nefes alır. Yani aile nefes alır. Çocuklar nefes alır. Böyle bir ailede çocuk olmak ne büyük bir lütuftur! Bu bakışla, âlem sayfasındaki nurani satırlar görünür ve okunaklı hale gelir. Hayat yavaşlar. Hırslar ya azalır, ya yön değiştirir. Kişi, başına gelen olayların altında ezilmez. Dünyanın kederleri gözünde ufalır. Hatta elemlerden bile lezzetler çıkarmaya başlar. İnsanın içindeki kâinat, bir çocuk gibi şenlenir ve varlık âlemi ışıklanır.

Her şey bana hizmet için burada…

Mevcudat tüm ihtiyaçlarım için ”Buyrun, emredin efendim, lebbeyk!” der.

İşte tam burada dünya ile olan bağ zayıflar.

Kalbe hicret yolculuğu başlar.

Yüreğin git gide genişler.

Öyleyse haydi, mahiyetinin sırrının peşine düş!

Derinlere in!

Problem göl sineği mi?

Ben Isparta’nın Eğirdir ilçesinde büyüdüm. Eğirdir yedi renkli gölü ile meşhurdur. Lakin son yıllarda bir sinek (gümül) problemi başladı ki hiç sormayın; halk çok rahatsız!  Ancak ilginçtir ki, babam ve rahmetli babaannem eskiden Eğirdir’de böyle bir sıkıntının olmadığını söylemişti. Daha doğrusu bu sineklerin bir sorun oluşturmadığını…

Nasıl yani, dediğinizi duyar gibiyim. Eskiden insanlar, sineklerle dost muydu da, rahatsız olmuyormuş? Evet, şu an göl sineği problem, çünkü karnını iştahla göl sineklerini yiyerek doyuran temizlikçi kavinne balığı yaşamıyor artık…

Neden mi? Sinek larvalarıyla beslenen kavinne gibi balıkların maddi değeri yoktu. Altmışlı yıllarda maddi kazanç elde etmek amacıyla göle etçil bir ”dişli balık” türü aşılandı. Bu dişli, kavinne gibi balıkları yiyerek beslendi. Sonunda obur dişli balık, temizlikçi kavinnelerin soyunu tüketince, sinekler de hatırası olarak kaldı…  Doğal olana müdahale edince, kaçınılmaz son…

Görüyorsunuz ya, ekolojik düzen ve türler arasındaki hassas denge de, dayanışma kanununa götürür bizi. Kavinnenin sinekleri yemesi vahşet olmadığı gibi aslan ve kaplanların da kemirgenlerle; tilkilerin tavşanlarla beslenmesi de vahşet değil rahmettir. Hassas dengeler için türler birbirlerine besin zinciri olmaktadır. Asıl vahşet doğal akışı müdahalelerle bozmaktır.

Çocuklarımızın büyüme sürecinde de göl sinekleriyle karşılaşıyoruz. Bu sinekler de nereden çıktı böyle diye, afallıyoruz değil mi? Hatta ilaçlama yöntemleriyle (!) sineklerle mücadele etmeye çalışıyoruz. Hâlbuki rahatsızlık veren göl sineği sebep değil sonuçtur.

Doğal olamıyoruz, doğal yöntemlerle çocuklarımızı yetiştirmiyoruz. Doğal halini kabullenmiyoruz. Doğal haline saygı duymuyoruz. Değiştirmeye çalışıyoruz. Başkalarına özendiriyor, kıyaslıyor ve örnekler veriyoruz. Çocuğun kendisi olmasına, olduğu haliyle var olmasına izin vermiyoruz. Başka kültürlerin suni telkinleriyle çocuk büyütüyoruz. Suni kodları girince de doku uyuşmazlığı yaşanıyor haliyle. Eee… Sonra da göl sineğinden şikâyet ediyoruz!

İnsan ona hikmetli sebepler çerçevesinde verilen, ilgi ve kabiliyetlerine göre yaşarsa mutlu oluyor. Aslında insan böylelikle özüne ulaşmak istiyor.

Ah,ah! Kendi içimize bir yolculuk yapacak zamanımız olsa… Mahiyetimizin sırrını çözmek için sığ sulardan derinlere inebilsek… Orada, bir çocuğa nasıl rehberlik edileceğinin doğal kodlarının saklı olduğunu göreceğiz. Samimiyetle, içimizdeki derinliklere inmeyi arzuluyorsak, yaşamın bir mücadele olmadığı hakikatiyle işe başlayabiliriz. O zaman evladını da hırslandıran ve hızlandıran bir karaltı ve gölge olmaktan sıyrılırız diye düşünüyorum.

Şimdi, çocuklarımıza yaptığımız yersiz müdahaleleri gözden geçirmeye var mısınız? Nehir aksın, su yatağını bulsun…

Berrin Göncü

Moraldunyasi.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: