Cüneyd Suavi: “Yazana değil de yazdırana bakmalı”

Cüneyd Suavi, yazdığı kısa ve ibretli hikâyelerle tanınan bir isim. Dergilerde yayınlanan hikâyeleri ayrıca kitap olarak da okuyucularla buluştu. Bugün internette yer alan ve yazarı belirtilmeyen birçok hikâye ona ait. Tabii ki Cüneyd Suavi bu durumdan çok rahatsız…

Suavi, hikâyeleri kaleme alış sürecinde farklı bir bakış açısına kapı aralıyor. “Yazan sanki bizmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı hiç öyle değil” diyen Suavi, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Rabbim biliyor ki, bazen bir ilham gelerek bilgisayar başına oturunca, kelimeler beni hiç dinlemiyor. Önceden kafamda çizdiğim şekil, hikâyenin finali; yazmaya başlayınca, yine Rabb’im şahittir ki tamamen değişiyor. Öyle bir hikâye çıkıyor ki ortaya, benim tasarladığımdan çok daha güzel. O zaman şükürlerle diyorum ki: ‘Ya Rabbi! Şimdi bunu ben mi yazdım acaba?’ Yazana değil de yazdırana bakmalı. Hiçbir yazar ’Ben yazarım‘ demesin. Eğer derse çok büyük hata eder.

Cüneyd Suavi ile hikâyeleri ve hayat hikâyesi üzerine konuştuk…

Yıllardır içinden hisselerin bol bol çıkarılacağı kıssalarla yazı hayatının içindesiniz. Mesajı, yazının başka bir formu ile değil de hikâye formuyla sunuyorsunuz. Neden hikâyeyi seçtiniz?

Bediüzzaman Hazretleri “Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin” diyor. Bu dünyada kısmetime yazarlık düşmüş. Sayısız şükür olsun, şikâyetçi değilim. Bu kısmete zaten dünden razıydım ama lise son sınıfta kompozisyon dersinden ikmale kaldığımdan, yazarlığı asla düşünmüyordum.

Ama yazarlık tercihim şuurlu olsa idi, yine hikâye formunu, hem de en kısalarını tercih ederdim. Çünkü hoşlandığım tür, mesajını bir çırpıda veren hikâyelerdir. Esasında bu tür hikâyelerin yazılması, uzunların yazılmasından zordur. Bir sayfalık öykü için dokuz ay çalıştığımı hatırlıyorum. Sürekli masa başında olmasanız da, aklınız o öyküye takılıyor, kafanızı her an meşgul ediyor. Bu bir dua tabi ki, fiilî dua… Hikâyeden bir pay (inşaallah sevap) alabilmek için, o duayı yapmak zorundasınız. Fakat sonuçta, hiçbir şey nasipten öteye gidemiyor. Ve yazan sanki bizmişiz gibi görünüyor. Ama işin aslı hiç öyle değil. Rabbim biliyor ki, bazen bir ilham gelerek bilgisayar başına oturunca, kelimeler beni hiç dinlemiyor. Önceden kafamda çizdiğim şekil, hikâyenin finali; yazmaya başlayınca, yine Rabb’im şahittir ki tamamen değişiyor. Öyle bir hikâye çıkıyor ki ortaya, benim tasarladığımdan çok daha güzel. O zaman şükürlerle diyorum ki: “Ya Rabbi! Şimdi bunu ben mi yazdım acaba?

Yazana değil de yazdırana bakmalı. Hiçbir yazar “Ben yazarım” demesin. Eğer derse çok büyük hata eder.

Yazarken beslendiğiniz kaynaklarınız nelerdir? Özellikle üzerinde durmak istediğiniz konular var mı?

Ben yaklaşık otuz yıl, Sakarya Üniversitesi’nde hocalık yaptım. Bu yıllar içinde de, “En yoğun hoca” olma rekorunu genellikle kimseye kaptırmadım. Bu arada akademik çalışmalar yapıyor, bunlara ilaveten, en fazla beş kişiyle Zafer Dergisi’ni çıkartıyorduk. Tam on beş yıl boyunca, yazıların seçimi, elden geçirilmesi, sayfa mizanpajları ve “Gerçeğe Doğru” ciltlerinin hazırlanması, çok şükür ki bizlere bakıyordu. Ama bu çalışmalar, fazla kitap okumamı engelliyordu. Sonuçta bir karar alarak yemin ettim ve günde bir saatimi okumaya ayırdım. Okumaya bu kadar az zaman ayırırsanız, hangi kitapları okursunuz acaba? Ben bu tek saatimi, “muhteşem üçlü”ye ayırmıştım ki, onlar da Kur’an, Cevşen ve Risalelerdi. “Beslendiğiniz kaynak nedir?” diye sormuştunuz ya! Ben de söyledim işte.

Birçok hikâyeniz hafızalarda ve ezber durumda. İnsanların etkilenmemesi mümkün değil. Çünkü çoğu hayatın içinden ve yanı başımızda olan olaylardan derleniyor. Okuyucudan gelen geri dönüşler arasında sizi derinden etkileyen bir durum oldu mu?

Allah’ın ihsan ettiği o kısa hikâyeler, bin bir türlü güzelliğe vesile oldu. Birçok kişi tek bir hikâye ile, özellikle “Kâbus” ve “Yeşil Elbise”yle, bunalıma düştükleri eski hayatlarından vazgeçtiler, namaza başladılar, en azından okumayı sever hale geldiler. Bunun örnekleri o kadar çok ki. Son iki altın nesil, yine şükürler olsun, bu kitapları okuyup büyüdü. Daha önceki fuarlarda olduğu gibi, son kitap fuarında da belki onlarca kişi, bu sözleri (sanki kendi aralarında anlaşmış gibi) ayrı ayrı gelerek söylediler: “Hocam biz bu kitapları okuyarak büyüdük, şimdi de çocuklarımızla birlikte okuyoruz.

Bu nimetlerin şükründen o kadar acizim ki…

Okullarda, seminerlerde gençlerle bir araya gelmenizde diyaloglarınız nasıl oluyor? Mesajlarınız ulaşabiliyor mu gençlere? Aynı dilde buluşabiliyor musunuz?

Çocuklarım küçükken, her gece onlara kitap okurdum. Özellikle Peygamberimizin mucizeleri, onları âdeta büyülüyordu. Bu arada yine çocuklarımla bol bol sohbet ederdim. Bunu çok şükür ki ihmal etmemeye çalıştım. Çünkü biliyordum ki, en kıymetli sohbetler, yedi yaşa kadar yapılan sohbetlerdir. Yani yedi yaş geçtir. Konu ne olursa olsun, küçük yaşlarda yapılan sohbetler, onlar için gerçek bir hazinedir. Bu sohbetler sayesinde çocuklar olgunlaşır, aradaki sevgi bağı âdeta perçinleşir.

Yaz ayları gelince, (Rabb’im imkân verdi şükürler olsun) yine çocuklarımla birlikte denize girer, sandala binerek balığa çıkar, yıldızları seyreder, mehtap sefalarına da yine onlarla birlikte çıkardık. Elbette ki her aile böyle bir imkâna sahip değildir ama hiç olmazsa sohbet etmeleri gerekir. Bunları yapmayan ya da yapamayan veliler, sonunda o kadar pişman oluyorlar ki… Anneler ve babalar, namaz vakitlerini altı vakte çıkarmalılar bence. Bu altıncı vakit “sohbet vakti” olmalı. Demek istediğim şu: Her bir sohbet, bir ibadet ciddiyetiyle yapılmalı. Bu konuda konuştuğum bazı veliler “Çok meşgulüz, bütün gün koşup duruyoruz. Bu yüzden de çocuklara vakit ayıramıyoruz” diyorlar. Çocuklar büyüyüp elden çıktıklarında, yani haydut gibi biri olduklarında, anne ve babaları, yaptıkları hatayı anlıyorlar ama iş işten geçtikten sonra maalesef… Böyle bir duruma düştükten sonra, bütün servetinizi verseniz de, ömrünüzün geriye kalan yıllarını (üstelik her anını) çocuklarınıza ayırsanız da, bunu telafi etmeniz mümkün değil ki…

Mimarsınız ve aynı zamanda akademisyensiniz. Mimarlık eğitimi hikâyelerinize farklı bir boyut katıyor mu?

Bilirsiniz mimarlık, güzel sanatların temel dalıdır. Bu yüzden de bakmaktan çok görmeyi gerektirir. Hikâyelerde de gözlem esastır. Herkesin görmediğini görüp fark etmek ve en güzel şekilde ifade etmek yani… Elbette ki Allah’ın ihsanıyla… Sanatla uğraşan insanlar iyi bilir. “Titizlik” ve “incelik” temel şarttır. Bir tablodaki binlerce renkten sadece birinin uyumsuzluğu, tabloyu değersiz hale getirebilir. Mükemmel bir binadaki çirkin bir nokta ya da yersiz bir detay; bütün dikkatleri kendi üstüne çevirerek binanın güzelliğini kapatabilir. Bir dünya güzelinin yanağına düşen bir kuş gübresi gibi…

Hikâyelerde de aynı durum var bence. Kurgudaki bir hata, finaldeki yetersizlik ya da saçmalık, yazım kurallarındaki çok önemli yanlışlar; bunların biri bile, hikâyeyi bir anda mahvediyor. Belki bu yüzden, hastalık derecesinde titiz biriyim. (Bazıları “çatlak” deseler de kulak asmayın.) Mesela, kitaplarım otuz yıldan beri yayınlandığı halde, her iki-üç baskıda bir, onları baştan aşağı gözde geçiriyorum. Bazı hikâyeleri çıkarıyor, bir kısmını baştan sona tekrar yazıyor, bir kısmının da kelimelerini değiştiriyorum. Bu arada kapak resimleri de değişiyor, “Önsöz” ya da “Takdim” bölümleri de. Yayınevindeki kardeşlerimiz benden bıktılar ama nezaket göstererek susuyorlar.

“Kesilen Gitar” kitabı ile kendi hikâyenizi dile getirmişsiniz. Adapazarı’nda geçen çocukluğunuzu, hayatınızı etkileyen insanları… Kendi hayatınızı yazmak ve geçmişe yolculuk yapmak nasıldı?

Bu sorunun cevabını, “Kesilen Gitar” kitabının arka kapağındaki yazı versin isterseniz. Şöyle demiştim orda: “Bu kitabı yazarken, şimdi ancak rüyalarımda rastladığım birbirinden güzel insanlarla görüştüm, onlarla sohbet ettim, hem de yüz yüze. Hayatımı bir kez daha yaşadım sanki.

Kitabı kapayıp geriye döndüğümde, en net gördüğüm şey dünyanın faniliği. Çocukluğumu yaşarken güzel gördüğüm şeyler, gerçekten de güzel olan dereler ve ırmaklar, birbiri ardınca ölüp gitmişler bu dünyadan. Bir daha geri dönmemek, inşaallah cennette akmak üzere…

Uçurtma uçurduğumuz yeşil ovalar, hep birlikte piknik yapıp gezdiğimiz tepeler, kıvrım kıvrım derelerle serinleyen ormanlar; sanki müthiş bir depremle beton blokların altına gömülmüşler. O baki diyarda tekrar yeşermek ümidiyle…

Sevdiğim insanlarsa, belki onda dokuzu, başta gül kokulu Resul olmak üzere, kabrin öte yanına göç etmişler. Kalanlarsa yüzlerini oraya çevirmişler.”

Özellikle “Hayatın İçinden” kitabı ve içindeki hikâyeler, hâlihazırda alakalı alakasız birçok internet sitesinde dolaşıyor. İşin telif hususu ile birlikte neler düşünüyorsunuz? Bir rahatsızlığınız oluyor mu?

Hani bir türkümüzde geçiyor ya: “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” diye. Biz de bu durumdan öyle of çekiyoruz. Ortalık korsanlardan geçilmiyor. Bakıyorsunuz bir hikâyeniz aynen alınıp internete konmuş. Onu alan kişi de, hikâyenin alt kısmına kendi adını yazmış: “Murat Bilmemkim.”

Yahu mübarek adam! Aldıysan aldın ama hiç olmazsa Cüneyd Suavi yazsaydın da, dualar da adresini şaşırmasaydı.

Emin olun telif falan düşünmüyorum ama bu hırsızlık asabımı fena bozuyor. Fakat bundan daha da kötüsü var. Adam yine öykünüzü (ç)alıyor, sanki bu yetmezmiş gibi hikâyeyi baştan sona değiştiriyor, berbat ettikten sonra da altına kendi ismini yazıyor.

Daha kötüsü var mı?” diyorsanız, var tabii ki hiç şüpheniz olmasın. Bazı kişiler, yazarların internette dolaşan hikâyelerini aşırıp kendilerine ait kitap çıkartıyorlar. Yani benden 5 öykü, başkasından 10 öykü, diğerinden 15 öykü çalarak kitap hazırlıyorlar. Yazarı da kendileri oluyor tabi… Oysaki “Hayatın İçinden” adlı öykü kitabımın birinci cildi, tam 25 yılda ortaya çıktı. “Kırk Gram Tebessüm” ise tam 20 yılda. Bu kişiler bir saatte işi hallediyorlar.

“Peki, çözüm ne?” diye sorarsanız, emin olun ben de bilemiyorum. Sizin öykülerinizle kitap çıkartanları bazen buluyorsunuz. Bu durumda yayınevi harekete geçiyor ve o kitabın saygıdeğer yazarını arayıp “Kitabınızdaki şu, şu, şu hikâyeler, Cüneyd Suavi’nindir. En azından izin almak zorundaydınız” deyip, dava açacağını belirtiyor. Aşırmacı yazarın cevabı hazır elbette… “Ben o hikâyeleri internetten aldım, orada Cüneyd falan yazmıyordu.”

Moral Dünyası Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: