Türkiye’nin “Darü’l-harb” olduğunu iddia edenlere ne dersiniz?
Darü’l-Harb ve Darü’l-İslâm nedir?
Önce Darü’l-Harb ve Darü’l-îslâm mefhumlarının tariflerini vermekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu’nda Darü’l-İslâm ve Darü’l-Harb’i şöyle tarif eder:
“Darü’l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadaa bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yer de Darü’l Harb’tir.”8
Sadece bu tarifler dahi dikkatle mütalâa edilirse Türkiye’nin Darü’l İslâm olduğu ve bu vatana Darü’l-harb diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.
Zaten bu mevzuda ortaya atılan görüşler mücerret iddia olmaktan ileri gidememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gibi şer’î ilimlerde de mes’elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehassıs âlimlerine aittir. Şer’î ilimlerin mütehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olursa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i İzâm’ın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal ettirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı kiramın fikirleri bütün zamanlara kafi ve vâfidir. Tarihçe sabittir ki, bugüne kadar müçtehidin-i izam hazretlerini hiçbir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, onlara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddini mütecavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.
Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve Hanefî mezheblerinin “Darü’l-Harb” ve “Darü’l-İslâm” hakkındaki hükümlerini izah edelim:
Safi Mezhebine Göre Darü’l-Harb
Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar “Darü’l-İslâm”dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hattâ Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de “Darü’l-Harb” değildir. 9
İmam Şafiî’nin içtihadı açık ve te’vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile “Darü’l-Harb” değil, “Darü’l-İslâm”dır. İmam-ı Şafiî’ye göre, bir diyarın “Darü’l-Harb” olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.
Hanefi Mezhebine Göre Darü’l-Harb
Hanefî mezhebinde, bir “Darü’l-Harb”, ahkâm-ı İslâm’ın bazısının icrası ile “Darü’l-İslâm’a inkılâp eder.10 Bu hususta ittifak vardır. Bir “Dar-ı İslâm”ın, “Dar-ı Harb”e inkılâp etmesi hususunda ise iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi İmamı A’zam Hazretlerine diğeri ise, İmameyn’e (İmam Muhammed ve İmam Ebû Yûsuf) aittir.
İmam-ı Azam’a göre “Darü’l-İslâm”ın “Darü’l-Harb”e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, “Darü’l-İslâm”dır. “Darü’lHarb” değildir.
1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği, meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara “Darü’l-Harb” denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur:
“Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamıyla açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat’î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A’zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamıyla ehl-i küfürde olmasına itibar eder.”11
Yani, bu şartın tahakkuku için bir İslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kafirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası “Darü’l Harb” olamaz. Nitekim yukarıda da zikrettiğimiz gibi sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası “Darü’l-İslâm” olur. Ve yine fukahadan İsticabî’nin içtihadına göre, “Bir diyarda İslâm’ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar ‘Darü’l-İslâm’dır.”
İbn-i Âbidin’e göre, “Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine “Darü’l İslâm’dır.” 12
Bezzaziye’de, “Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde, orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu hâlde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) İslâm icraatına başlamasıyla o beldenin “Darü’l-İslâm”a inkılâb ettiği” kaydedilir. 13
2. O diyar “Darü’l-Harb”e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı “Darü’l-İslâm”la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar “Darü’l-Harb” olamaz. Çünkü İmam-ı A’zam’a göre “Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlup sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadı, içtimaî, siyasî, ticarî ve an’anevî ilişkilerini devam ettirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.”
Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayri müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaristan’daki Müslüman köyler gibi.) Nitekim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında “devlet” değil, “belde”, “dar” ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir İslâm devleti, her taraftan gayr-i müslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine “Darü’l-Harb” olmaz.
3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i müslim azınlıkların) bu güvenlikleri bir kafir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.
Bu üçüncü şart, ancak, bir İslâm beldesinin kafirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.
Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:
“Bir beldede emin bir müslim veya zımmînin kalmış olması, müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i izam, sonradan arız olana değil de asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın “Darü’lİslâm” olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar “Darü’lİslâm” hükmünde devam eder.”14
Şimdi İmam-ı A’zam’m öne sürdüğü bu üç şartı bir misâl ile izah edelim.
Daha önce bir İslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hıristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur. İmam-ı A’zam’ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs’te birlikte tahakkuk ettiği için orası “Darü’l-Harb”dir.
İmameyn ise, “Darü’l-İslâm”ın “Darü’l-Harb”e inkılâp etmesini Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerîn Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine bağlamışlardır. Bu ise bir İslâm beldesinin gayr-i müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, İmameyn’e göre “Darü’l-Harb”dir. Şayet Batum’da herhangi bir İslâm ahkâmına müsaade edilirse, {Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine İmameyn’e göre, “Darü’lHarb” olmaktan çıkar.
Türkiye’nin Durumu
Şimdi İmam-ı A’zam’ın öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığım inceleyelim:
Memleketimiz -lillâhühamd- asırlardan beri “Diyar-ı İslâm”dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete âit hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere “Diyanet İşleri Başkanliğı’nı kurmuştur. Vaizler kürsülerden dini telkin etmekte, İslâm’ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur’ân Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerde, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, vakit namazları, Cuma ve Bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, mevlüt, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu yüzlerce İmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır.15
Bu hale göre, İmam-ı A’zam’ın zikrettiği birinci şart, yani “Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı” Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Zaten İmameyn’in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A’zam’ın birinci şartıyla aynıdır. İkinci şart olan “gayr-i müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine” gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan’daki Müslümanlar gibi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.
İmam-ı A’zam’ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat’î anlaşılacağı üzere Türkiye’nin her tarafı, faraza, gayr-i müslim devletlerle de kuşatılsa, Türkiye yine “Darü’l-Harb” olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.
Üçüncü şart da memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, elli milyon Müslümanm emin olarak yaşadığı bu memlekete “Dar-i Harb” denilemeyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.
Elhasıl: Yukarıdaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A’zam Hazretleri’nin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hükmettiği bir belde, (Rusya’nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Semerkant, Endülüs) kıyâmete kadar “Darü’l-İslâmdır.
Şafiî Fıkhında Darü’l-Harb ile İlgili Bazı Hükümler
“Dârü’l-Küfür’de bulunan Müslüman zayıf olduğundan imanını açıklamaya gücü yetmezse, Darü’l-İslâm’a hicret etmesi vâcibdir. Eğer güçlü ise, yahut kendisini koruyan aşireti varsa, hicret müstahabdır. Eğer bulunduğu yerde İslâm’ın hâkim olacağını ümit ediyorsa, orada ikâmet etmesi daha efdaldir.”
“Müslüman esir gücü yetiyorsa Darü’l-Küfür’den kaçması gerekir.” Yani dinini izhara gücü yetmiyorsa bu söz konusudur. Nitekim Ravd şerhinde mes’eleyi böyle kayıtladığı gibi, İbnü’l-Maari İrşâd şerhinde bunu açıkça belirtmiştir.” (El-Envâr, II/362)
“Darü’l-harbde İslâm’ın galebesini ümit ediyorsa, efdal olan orada ikamet etmesidir”şeklindeki beyanın izahı:
Darül-Harb’de dinini izhara gücü yetiyor ve bir fitneden korkmuyorsa, ayrıca hicret etmekle Müslümanlara yardımı sözkonusu değilse ve Darü’lHarb’de müstakil hayatını yaşayabiliyorsa, oradan hicret etmesi haramdır. Zira orası da bu mânâda bir Dar-ı İslâm’dır. Hicret edince Darü’l-Harb olacaktır. Şafiî fakîhleri böyle demişler ve İbn-i Hacer de “Görüşleri tercih edilir” demiştir. Zira bulunduğu yer, Dar-ı İslâm’dır. Zaten ahalice harbîlerden ayrı olarak İslâmî hayatı yaşayabilen her yer Darü’l-İslâm’dır. Çünkü İslâm yücedir, üstünde yüce yoktur. Fakîhlerin kitaplarından herhangi bir yer için “dar-ı harb oldu” tabirini kullanmaları, şeklendir, hükmen değildir. Yoksa gayr-i müslimlerin istilâ ettiği İslam ülkesinin Darü’l-harb olması gerekirdi. Şafiî hukukçuların buna cevaz vereceğini zannetmiyorum.
Sonra şöyle dedi: Râfiî ve diğer hukukçular, mezheb imamlarımızdan naklen Darü’l-İslâm’ın üç kısım olduğunu söylemişlerdir:
Birincisi, Müslümanların sakin olduğu yerdir. İkincisi, savaş yoluyla fethedip yerli ahaliyi cizyeye bağladıkları yerdir. Üçüncüsü ise, önce Müslümanlar sakin olurken sonradan kâfirlerin hâkim oldukları yerlerdir. Râfiî, ikinci kısmı izah sadedinde şöyle demektedir:
Bir yerin Dar-ı İslâm olabilmesi için, içinde hiç Müslüman yaşamasa bile, Müslümanların imamının hâkimiyeti altında olması yeterlidir. Üçüncü kısım hakkında ise şunlar söylenebilir: Müslümanların eski hâkimiyeti Darü’l-İslâm olarak kalması için yeterlidir. Son dönem hukukçuları bunu şöyle açıklamışlardır: Eğer Müslümanları bulundukları yerden men etmiyorsa, Dar-ı İslâm’dır: yoksa Dar-ı Küfür’dür. Son dönem hukuçularından nakledilen bu görüş, hem nakil ve hem de dirayet açısından zayıf ve hakikatten uzaktır. Şafiî hukukçularının kelâmları zikrettiğim şu hususta açık ve kesindir: Dar-ı İslâm olan bir yer, artık sonradan Dar-ı Küfür olamaz.(a.g.e.)
“Kurretu’l-Ayn bi-Fetâvâ Ulemâi’l-Harameyn” adlı kitapta da “Darü’l-Küfür”de ikamet eden Müslümanlar dört gruba ayrılmakta ve şöyle denilmektedir.
Birinci Grub: Dinlerini Darü’l-Harb’te serbestçe izhar edebilenlerdir. Böylelerinin Darü’l-İslâm’a hicret etmeleri müstehabtır.
İkinci Grub: Bunlar dinlerini serbestçe izhar edebilen, ayrıca ikamet ettikleri beldede İslâm’a gelişme ve yayılma şansı görenlerdir. Bu durumda olan Müslümanların, bulundukları yerde kalmaları daha iyidir.
Üçüncü Grub: Küfürden imtina etmek ve müstakil davranma imkânına sahip olan Müslümanlar. Bunlar hicret etmekle diğer Müslümanlara herhangi bir yardım da götürmüş olmayacaklarsa, bunların bulundukları yerde kalmaları vâcibtir. Çünkü, onların kaldıkları yerleri, onların varlığıyla Darü’l-İslâm’dır, hicret edecek olurlarsa oralar Darü’l-Harb olacaktır.
Dördüncü Grub: Kendilerine dinlerini izhar etme inkânı tanınmayanlar. Bu gruba giren Müslümanların, o yerde kalmaları haramdır, (s. 206)
Darü’l-Harbde Yapılan İbadetler Bâtıl Olur mu?
Darü’l-Harb mes’elesini ileri sürenlerin iddia ettikleri bir husus da İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir.
Bu fikir ve iddianın, hiçbir şer’î delili, dinî mesnedi yoktur. Müslüman, ister Dar-ı İslâm’da olsun, ister Dar-î Harb’de, her hal ü kârda Allah’ın emirlerim yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hâl, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.
İslâmiyetin günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika’da İslâm’a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i İslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm’a yeni giren bir kimsenin 16 dinî vecibelerini bir tarafa bırakıp, hükmü altında bulunduğu devleti ele geçirme mücadelesine girmesi gerekirdi. Bu takdirde, Müslüman olmak, iman ve hidâyet mes’elesi olmaktan çıkar, içinde yaşadığı devleti ele geçirmeyi amaçlayan siyasî bir faaliyet, ihtilâlci bir mahiyet kazanırdı. İslâm’ın inkişafına, bu telâkkiden daha büyük bir darbe, daha zararlı bir anlayış düşünülebilir mi?
Darü’l-Harbde Günah İşlemek Serbest mi?
Yanlış değerlendirilen bir mes’ele de Dar-ı Harb’de günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telakkisidir. Halbuki günahın hükmü, Dar-ı İslâm’da da, Dar-ı Harb’de de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için Dar-ı Harb’de tatbik etme imkânı yoktur. Dar-ı Harb’de faiz almak gibi bazı haram muamelelerin bazı fakîhlerce caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz.17 Zira bu muameleler, Dar-ı Harb’de, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir müslüman bir gayr-i müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.
Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz:
Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlarını öğretmek, gönüllerine Allah’ın marifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm’ın esaslarını ta’lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve merhameti te’sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vâcib olan “Darü’l-Harb” mes’elesini, İslâm’ın en büyük bir mes’elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değildir.
Dipnotlar:
8. Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, C.lll, s.394.
9. Bilmen, Ö.N. a.g.e., c.lll, s. 335.
10. Kuhistani, c.ll, s. 311.
11. Serahsî, Mebsût, c.X, s.114.
12. İbn-i Âbidin, Dürrü’l-Muhtar Şerhi, c.lV, s.175.
13. Bezzaziye, c.VI, s. 312.
14. Serahsî, a.g.e., c.X, s. 114
15. Aldığımız resmî bilgilere göre, halen din görevlileri fiilî kadrosunda 53.000 kişi çalışmaktadır. 1986 yılı kadrosu 87.000 kişi olarak tesbit edilmiştir. Cami sayısı 54.650, Kur’ân kursu sayısı 3524, müftülük sayısı da 647 adettir. (1985 yılı rakamlarıyla) Bu kayıtlar haricinde köy, nahiye, kaza ve vilâyet merkezlerinde özel Kur’ân kursları, camiler ve vakıf hüviyetinde kurulmuş hizmet müesseseleri de mevcut olup sayılarının resmî rakamlara yakın olduğu tahmin edilmektedir. Bütün camilerde yaz ayları esnasında Kur’ân öğretimi yapılmaktadır. Ayrıca 300’ü aşkın İmam-Hatip Lisesi ve çeşitli üniversitelere bağlı ilahiyat Fakültelerinde din adamı yetiştirmek için eğitim hizmetleri ifa edilmektedir, ilk ve orta öğretimde 10 milyondan fazla öğrencinin Din ve Ahlâk Derslerini mecburi ders olarak okudukları da hatırlanırsa; hangi akıl, vicdan, insaf, böyle bir ülkeye Dar-ül Harb denilmesini tecviz eder, düşünülsün…
16. Mukarrer bir kaidedir ki, Dar-ı Harb’de küfür; Dar-ı İslâm’da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, Dar-ı Harb’de herhangi bir mahalde, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz küfür ehlinden kabul edilir. Götürülüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman olduğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki Dar-ı İslâm’da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muamelesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, İslâm mezarlığına gömülür.
Şu halde, Dar-ı Harb’de ibaredin hükümsüz olduğunu söylemek Müslümanları gayr-i müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayr-ı müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.
17. İmam-ı A’zam ve İmam-ı Muhammed’e göre, Müslüman olmayan bir memlekette bulunan bir Müslümanın, Müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasbetmesi caiz olmadığı gibi, gayr-i müslimlerin mallarını da çalması veya gasbetmesi caiz değildir. Çünkü islâm dini müsamaha ve fazilet dini olduğu için, hıyaneti, aldatmayı, gayr-i ahlâkî ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır. Ancak küfür diyarında yaşayan bir Müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur. Çünkü onlara göre faiz almak hıyanet sayılmaz, normaldir. (Mezahib-i Erbaa, c.2, s.340)
Şafiî ile Ebû Yûsuf’a göre ise, faiz her yerde yasaktır. Ne İslâm diyarında, ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir. Alış verişte, ölçüde, tartıda Müslümanlara gösterilen muameleyi gayr-i müslimlere de göstermek icab eder (Bedayiu’s Sanayî, c.9, s. 4378). Hattâ bir kimse, meselâ Avrupa’ya giderse orada devlete veya şahsa âit bir şey bulursa, onu sahibine vermeye mecburdur (Hidâye, c.2, s.66) (Halil Gönenç, Günümüz Mes’elelerine Fetvalar).
Kaynak: https://mehmedkirkinci.com/
Nurnet.org