Ders Vermek…

Her şeyden önce ders vermek, okul hayatında, öğretmenin öğrencilere verdiği eğitim, öğretim ve bilgidir. Ders vermek deyimini geniş anlamda düşünürsek, nasihat, uyarma, yol gösterici sözler söyleme ya da davranışlarda bulunma olarak ifade edebiliriz. Halk arasında yanlış yapan birine uyarmak için, hoşuna gitmeyecek nasihatlerde, davranışlarda bulunmak da ders vermek olarak adlandırılır. Yanlış yapan birine tepkimizi gösterirken ‘dersini verdim’ deriz.

Ailede anne, baba çocuklarına düşünceleriyle, davranışlarıyla, tepkileriyle ders vermiş olurlar. Ailede verilecek dersler çocukları iyiye, güzele, olumluya götürecek yolları açmalıdır. Bunu okulda öğretmenin verdiği eğitim, öğretim, bilgi desteklemelidir. Okullarda bilginin yanında milli ve manevi değerlerde çocuklara, gençlere anlatılarak, onlara örnek alacakları rol modeller gösterilmelidir. Hayat boşluk kabul etmez.  Çocuğun, gencin dünyasını doğruyla, güzelle doldurmazsanız. Bu dünya yanlışla, çirkinliklerle dolabilir. Bu da toplumda, problemli, zararlı, mutsuz bireylerin meydana gelmesine sebep olur. Toplumların geleceklerinin parlak olması ‘ders verecek’ gençleri yetiştirmelerine bağlıdır.

Davranışlarıyla, düşüncesiyle, yaptıklarıyla topluma ders verecek gençleri yetiştirecek öğretmenlerin de derslerini  doğru vermeleri önemlidir. Öğretmen verdiği derslerle sadece bilgi aktaran, beceri kazandıran değil,  aynı zamanda fazilet öğreten,  güzel ahlaka örnek olan kimsedir. Hatta onun fazilet yönü daha ağır basar.  Bu açıdan öğretmenlik mesleğine,  öğrenciye objektif bilgi ve öğretim metotları kadar,  ondan önce milli, manevi ve insani değerleri kazandırma mesleğidir diyebiliriz.

Öğretmenlik mesleği ilahî bir meslek­tir. İlk öğretmen Rabbimiz Cenab-ı Allah ‘dır. Âdem (a.s.)’a eşyanın isimlerini dolayısıyla bütün insanlığa bilmediklerini öğreten O’dur. Her şeyi bilen, her şeye muhtaç olduğu bilgiyi, sezgiyi ve duyguyu veren Odur. Peygamberleri ilim ve hikmetle donatıp insanlığa öğretmen tayin eden de Odur.

Allah, kendine giden doğru yolu göstermek için peygamberleri birer öğretmen olarak göndermiştir. Kainatın Efendisi (sav) “Ben muallim olarak gönderildim´” buyurarak bu noktaya işaret etmiştir. Yine sevgili Peygamberimiz, “İlim sahiplerine saygı gösterin; bilin ki onlar peygamberlerin varisleridirler” buyurmuşlardır.

Hayatımızın her alanında bizlere ders veren, insanlığa örnek olan Sevgili Peygamberimiz (sav), aynı zamanda beşeriyetin öğretmenidir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir: “Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip size bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.”(Bakara-151)

Allah Resûlü’nün (sav) Mekke’de birlikte yaşadığı toplum, insanlık adına tam bir karanlıklar çağını (Cahiliye dönemi) yaşıyordu. İnsanî değerlerin tümüyle yok sayıldığı, insanlık dışı uygulamaların pervasızca sergilendiği, kabalığın, tecavüzün, cana kıymanın, malı talan etmenin hüküm sürdüğü, güçlünün egemen olduğu bu çağ,  Cahiliye çağıydı. Kadınların aşağılandığı, kız çocuklarının acımasızca diri diri toprağa gömüldüğü, her ortamda sefilliğin, rezilliğin hüküm sürdüğü bir çağ yaşanıyordu.

Böyle bir toplum yapısından Asr-ı Saadet neslini meydana getirmek, Allah’ın Resûlüne bahşettiği büyük bir lütuftur. Allah’ın yardım ve inayetiyle O bunu başarmış ve insanlığın kurtuluşuna vesile olmuştur. Bu nasıl olmuştu? Efendimiz (sav) Allah’tan gelen ilahi mesajları, başta cahiliye çağını yaşayan ve kıyamete kadar gelecek insanlara ders vererek bunu başarmıştır.

Efendimizin (sav)  verdiği dersler sonucunda,  tarihin akışı içinde benzerine rastlanmayan, Asr-ı Saadet olarak isimlendirilen ve insanlığa bu dünya da yaşayabileceği en mükemmel, huzur, mutluluk, refah dönemi yaşanıyordu, Çin Seddin den Avrupa’nın ortalarına kadar üç kıtaya hükmeden ve asırlarca coğrafyasında yaşayan farklı etnik, din ve kültüre sahip, insanlara barış, huzur ve  mutluluğu İslam üniversitesinde verilen dersler sağlıyordu.

Asr-ı  saadet, Peygamber efendimiz (sav)’in yaşadığı, ders vererek kainatı saadetleriyle aydınlattığı mutluluk devridir. Asr-ı saadet, alemlere rahmet olarak gelen ve Peygamberlik güneşinin en son ve en şaşalı tecellisi olarak karanlıkları nura, dalalet ve inkarı hidayete, zulüm ve haksızlıkları adalete tebdil etmiş bulunan o Büyük Zatın inkılabına sahne olan zaman dilimidir.

Asr- saadette Kur’an’dan alınan dersin sonucunda, kalp katılıkları yerini merhamete terk etmiştir. Kin, düşmanlık, terör yerini kardeşliğe bırakmıştır. Menfaatler uğruna işlenen cinayetler, yerini başkalarını nefsine seve seve tercih edecek kadar yüksek fedakarlıklara terk etmiştir.Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma sosyal hayatı şekillendirmiştir.

Asr-ı saadet, iki cihan güneşi Peygamber efendimizin (sav) nuruyla insanlığın önünde, medeniyete, kemale, refaha ve ebedi saadete açılmış pırıl pırıl, ışıl ışıl bir saadet kapısıdır…Asr-ı saadetin nuru Kur’an’dı.Beşeriyetin yolu bu nur ile aydınlanıyordu.

Hazreti Ömer (ra) bir şeye  çok güler bir şeye çok ağlarım diyerek cahiliye dönemini gözler önüne seren anısını şöyle anlatır Biz kızlarımızı diri diri toprağa gömerdik bende annesinin giydirdiği yeni elbiselerle kızımı gömmek için kazdığım kuyunun yanına götürdüm, ben kızımı kuyunun içine koyarken kızım benim elbiselerimin üzerindeki toprağı temizliyordu bu olayı hatırladıkça çok ağlıyorum, tapmak için yaptığımız helvaları acıkınca yerdik. Bunu hatırlayınca da çok gülüyorum.”

Kainatın Efendisi (sav), Hazreti Ömer (ra)’e ders verdikten sonra, adaletiyle ün salan, bir asr-ı saadet müslümanı haline gelir. Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri gömen Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonra bir çocuğa üç altın vererek kuşu ölümden kurtarır.

Efendiler efendisinin son dersi Veda Haccı’nda, yüz binden fazla insana okuduğu Veda Hutbesi, İslam dininin özü ve özeti niteliğinde. Efendimiz insanlığın kıyamete kadar karşılaşabileceği sıkıntıları da çözümlerini de o hutbede özetliyor.

Can, mal, ırz, din emniyeti gibi en temel haklardan, kadın haklarına kadar birçok konuya değinen ve sadece Müslümanlara değil bütün insanlara hitabeden Efendimiz’in tavsiyeleri taptaze ve dupduru duruyor.

İnsanlar ve toplumlar barış ve huzur mu istiyor. Veda Hutbesindeki mesajlara sarılsınlar ve yaşasınlar. Başka çözüm var mı?

Peygamberlerin varisleri olan alimler tarihin akışı içinde, yaşadıkları dönemlerde insanlara, toplumlara dersler vererek dünya ve ahiret saadetinin anahtarlarını hatırlatmışlardır.

Bir asr-ı saadet müslümanı olan Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye adlı hutbeyi 1911’de Şam’daki Emevi Camiinde, içinde 100 büyük âlim bulunan 10 bin kişilik muazzam bir cemaate Arapça olarak irticalen, yani yazılı bir metin olmaksızın ders vermiştir..

Konuşma önce Arapça kitap olarak basıldı. 1950’den sonra da Bediüzzaman bu eseri bizzat Türkçeye tercüme edip “Bu benim siyasetimdir” diyerek bastırdı.

İslam âleminin temel problemlerine, geri kalmışlığına neşter vurup sağlam teşhisler koyan ve çarelerini Kur’an eczahanesinden çıkarıp gösteren bu muhteşem hutbe, bu ders geçerliliğini ve tazeliğini muhafaza ediyor.

Bediüzzaman bu eserde Müslümanların geri kalmasına sebep olan altı hastalığı şöyle sıralıyor:

  1. Ye’isin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi;
  2. Sıdkın (doğruluğun) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi;
  3. Adavete (düşmanlığa) muhabbet;
  4. Ehl-i imanı birbirine bağlayan manevî rabıtaları bilmemek;
  5. Çeşit çeşit sâri (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdat;
  6. Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bunların ilaçlarını da ümit, doğruluk, muhabbet, hürriyet-i şer’iye, meşveret-i meşrua, ihlâs ve tesanüdü netice veren haklı şûra gibi esaslar halinde izah ve tahlil ediyor.

“Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” demenin pek yanlış bir hata olduğunu söyleyen Said Nursî, “Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz” müjdesini veriyor.

“Yeis (ümitsizlik) en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş” diyen Said Nursî, “Zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş” diyerek, esaret altına girmemizin sebebini yeis olarak teşhis ediyor. Tedaviyi “el-emel” olarak gösteriyor.

Bediüzzaman İslam aleminin geri kalış hastalığının tedavisi için birinci ilaç olara, ümit diyordu. Tabiatta canlılığı sağlamak, ölen tohumu diriltmek için gönderilen hava ile güneş neyse, İslam dünyası için ümit de odur. İnsanı yaşatan ümit, öldüren yeistir.

İslam alemi bugün içinde bulunduğu sıkıntılardan, kargaşalardan, geri kalmışlıktan kurtulmak için Kur’ânî bir reçete olan Hutbe-i Şamiye, bugünde Müslümanlara, Müslümanların idarecilerine “Kurtarıcınız benim!” diyerek sesleniyor.

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 13. Zirve toplantısı 14-15 Nisan 2016 tarihlerinde yapıldı. Konu ile ilgili yazılı, görsel basında, sosyal medyada olumlu olumsuz yorumlar, konuşmalar yapıldı, yapılıyor.

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul’daki toplantısı, Teşkilatın tarihinde, onu bir göstermelik kurum olmaktan çıkarıp etkin kılacak önemli bir dönüm noktasını olmuştur diyebiliriz. Toplantıda teşkilatın tarihinde ilk defa İslam ülkelerindeki ve  dünyadaki meselelere bu kadar cesurca itirazda bulunan, bugünün dünya düzeni içinde bir tür  muhalefet görevini yüklenmesine tanık oluyorduk.

Toplantının İstanbul’da yapılması, bunun yanında  İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) başkanlığının Mısır’dan Türkiye’ye geçmesi, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği mesajlar,verdiği dersler toplantının önemini artırıyordu.

Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan, uluslararası zeminlerde bir gerçeğin altını devamlı çiziyor. Soğuk Savaş döneminin algılarıyla şekillenen uluslararası teşkilatlanmaların artık problem çözemez hale geldiğini, hatta önemli ölçüde meselelerin kaynağı olduğunu vurguluyor. Erdoğan, bu yapıların dünyada oluşan yeni güç dengelerine göre ve adaletli biçimde yenilenmesini savunuyor. ‘Dünya beşten büyüktür’ ifadesi bu gerçeğin yansımasıdır.

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) toplantılarında, Erdoğan’ın verdiği mesajlar, buradaki tablonun da pek de iç açıcı olmadığını ortaya koyuyordu. Bu teşkilatın da İslam dünyasında ve dünya siyasetinde aktif olmasını istiyordu.

Toplantıda Cumhurbaşkanımız Erdoğan üye ülkelerin temsilcilerine ders veriyordu. Konuşmalarında gelecek için ümit veriyordu. Mezhep krizine karşı, teröre karşı, bölgenin asli kimliğini öne çıkarmak için uyarıyordu. Beraber olalım, ittifak oluşturalım, meselelerimizi kendimiz çözelim, ortaklıklarımızı öne çıkaralım, bu acıya ve savrulmaya son verelim diyordu.

Erdoğan verdiği derste, bu toprakların yüz yıllardır olduğu gibi, millete ve ümmete çıkış yolunu gösteriyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez, sadece Anadolu için değil İslam dünyası için uyarıyor, yol gösteriyordu..Müslüman ülkelerin idarecilerin yüzlerine acı gerçekleri söylerken, artık bir şeyler yapılması gerektiğinin dersini veriyordu.Özetle ders notlarına bakacak olursak:

“Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda dünya nüfusunun dörtte birini teşkil eden müslümanların tek bir daimi temsilcisi var mı? Geçici üye olmanın anlamı var mı? Beş üyeden bir tanesi olumsuz davransa iş bitti. Dünya beşten büyüktür. Dünya 1. Dünya Savaşı şartlarında değildir. BM’in reforme edilmesi şarttır. Adil bir dünya için bunu beklemek hakkımızdır.

Müslümanlar olarak, üstesinden gelmemiz gereken sorunlarımızın başında mezhepçilik-ırkçılık fitnesi geliyor. Benim dinim Sünnilik de değildir Şiilik de değildir. Benim dini İslam’dır. Ben tıpkı 1, milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece müslümanım.

Biz Müslümanlar olarak Efendimiz’in veda hutbesinde ifade ettiği ‘Müslüman Müslümanın kardeşidir, bir Müslümanın kardeşine kanı da malı da helal olmaz’ sözünü dinlemezsek acılar dinmez.

İslam ülkeleri içinde yaşanan terör olaylarına ve benzeri krizlere karşı, başka güçlerin müdahil olmasını beklemek yerine teröre karşı İslam ittifakı girişimi aracılığıyla çözümü kendimiz üretmeliyiz. Niçin biz Müslümanlar olarak aramızdaki bu tür ihtilaflarda, bu tür terör eylemlerinde başkalarından yardım bekliyoruz? Biz bunu kendimiz çözmeliyiz. Bunlara biz kendimiz müdahale etmeliyiz. Biz etmiyoruz, başkaları müdahale ediyor. Onlar müdahale ederken oralardaki petrol için müdahale ediyorlar, aramızdaki huzuru sağlamak için değil.

İhtilafları değil ittifakları, husumeti değil muhabbeti güçlendirmeliyiz. Çünkü düşmanlıklardan zarar görenler sadece Müslümanlardır. Dostları çoğaltmak, düşmanları da azaltmak durumundayız.Biz hızlı hareket etmezsek umudunu bize bağlayan mazlumlar hüsrana uğrayacaktır…”

Bugün arkasında millet desteği olan Türkiye’yi yöneten siyasi irade, tarih yapıcı bir güce sahiptir. Bu yüzden saldırılara uğramaktadır. Yapılan icraatlar engellenmeye çalışılmaktadır. Türkiye içerdeki ve dışarıdaki düşmanlarının öngöremediği, kontrol edilemeyen ve kalıplara konamayan, mazlumları, mağdurları kuşatıcı politika ve olaylar karşısında sağlam duruş geliştirdiği için saldırı altındadır. Meyveli ağaç taşlanmaktadır.

Bir sonraki İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) toplantılarında, İslam âleminin temel problemlerine, geri kalmışlığına neşter vurup sağlam teşhisler koyan ve çarelerini Kur’an eczahanesinden çıkarıp gösteren Hutbe-i Şamiye’nin ders konusu olması dileğiyle…

 “…Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 87)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org