Diğer Partiler Derslerini Çalışmamışken, İktidardaki Partiye Ders Verilmez

“AK Parti’ye oy vermeyin” demenin te’sir etmeyeceğini, hatta aksi te’sirle AK Parti’nin oylarının artmasına sebep olacağını bilenler; iktidardan alaşağı edemedikleri partinin hiç değilse oyları (dolayısıyle milletvekili sayısı) azalsın, hatta tek başına iktidar çoğunluğunu elde edemesin diye; güya partiyi destekliyormuş görünerek; zihinsel bir cerbeze ve mugalata ve safsatayla; mevcut partinin sadece yanlış veya yanlış kanaât uyandırıcı davranışlarına zoom yaparak; “Geçmiş seçimlerde hep bu Parti’ye oy verdim ama bu seçimde vermeyeceğim ki fabrika ayarlarına dönsün. Bu seçimde bir ders vermeli; önceki seçimler kadar oy alamamalı ki, kendine çekidüzen versin. Böylelikle partinin her hareket ve politikasını desteklemediğimi gösteren bilinçli bir davranışta bulunmuş olacağım. Hem belki bu, bana ‘makarnacı, koyun, fanatik, muhabbet gözünü kör etmiş’ diyenlere de bir cevap olur. Ben haktan tarafım, partiden değil; bilinçli bir müslüman olarak, hak neredeyse oraya giderim. Haklı ve mazlûm olan düşmanım bile olsa, ilkesel ve ahlakî davranarak, düşmanlığı bir yana bırakarak veya erteleyerek; bu konuda düşmanımın yanında olurum!” diyorlar.

Bu düşünce biçimi her ne kadar çıkış noktası olarak “hak, hukuk, doğrudan taraf olmak, ahlakî ve ilkesel olmak, mazlûmun yanında olmak” gibi doğru argümanlar içerse de; vardığı sonuçlar ve önerdiği çözüm olarak, mantıken ve ahlâken doğru bir davranışı tavsiye etmiyor bize! Buna en basit deyişle; “hakkı, batıla alet etmek” veya “hakkı söylerken, anlam ve sonuç olarak batılı kasdetmek” denir.

Tıpkı merhum 2. Abdulhamid Han’ı devirenlerin veya aleyhinde nümayiş ve gösteri yapanların, bunu “hürriyet, adalet, eşitlik, şeriât” gibi kavram ve motivasyonlarla yapmaları gibi. Veya merhum Adnan Menderes’i darbe ve ihtilâlle devirenlerin, bunu; “Ne yapalım Menderes’in indirmek veya yanlışlarını engellemek veya telâfi etmek için demokratik mekanizmalar yeterli değildi, olanlar da tıkalıydı; sistem işlemiyor veya tıkanmıştı, başka yol yoktu! Yoksa durup dururken niye sıcacık koltuğumuzdan kalkıpta, riskli işlere girip, isyan edelim ki!? Ne yaptıysak, herşey vatan – millet – sakarya içindi!” demelerine benziyor.

Oy vermeyerek mevcut iktidara ders veya ceza vermek isteyenler, bunu aldatma veya ihanet gibi sebeplerle yapmıyorlarsa; cehalet ve aldanma sebebiyle yapıyorlardır (ki çoğumuz böyleyiz); buna İslâmî Literatür’de “şeytanın sağdan yaklaşması” denir! Tam burada aklıma Bedi’üzzaman Hazretleri’nden (R.Â.) okuduğum şu söz geldi: “Akılsız dost, akıllı düşmandan daha çok zarar verir!”

Ben şahsen çoğunlukla dostlarımın doğruluk ve dürüstlük ve iyi niyetine güvenirim ama akıl ve bilgilerine güvenmem; tamam aldatmayacaklarından eminimdir ama aldanmayacaklarından veya yanılmayacaklarından emin olamam çünkü. Aslında düşmanım bile olsa iyi niyetini sorgulamam, sonuçta herkes doğru, iyi ve güzel bildiği şeylerin uğruna birşeyler yapıyor. Yani bir insan, yanlış olduğunu bile bile bir meslekte gitmez; hak olduğunu düşündüğü bir davayı savunur çoğu kez. Asıl problem: Neyin hak olduğunun karar ve tespitinde çıkıyor!

  1. Kamal bile; fakir Hindistan halkı tarafından, Halife’nin ve Osmanlı’nın kurtuluşu için gönderdiği altın ve yardım paralarının “mülkiyet” veya “kullanımını” zimmetine geçirerek; gönderilme maksadı dışında kullanıp, tutup İş Bankası’nı kurması ve bu yetmezmiş gibi o bankaya kendiyle birlikte, arkadaşlarını ve CHP’yi ortak yaparak; kendince iyi – güzel – doğru birşeyler yaptığını sanıyordu! Zaten konu; kafasında kurgulayıp, yaşattığı, soyut “vatan – millet – devlet menfaati” olunca; “somut vatandaş hakları”nın ne önemi olabilirdi!? Haram – helâl, günah – sevap demeden adam asma, katletme; Hilâfet ve Osmanlı’yı fiilen ve hukuken devirip; devrim yaparak, kendi doğrularına göre bir devlet kurması vs.” ne varsa zaten hepsi “teferruâttı!” Her neyse konumuz bu değil.

Diyeceğim o ki: Mevcut iktidardan daha adil ve din – millet menfaatine faydalı alternatif bir parti olsaydı; o zaman oy vermeyerek ders ve ceza vermek anlamlı ve faydalı olabilirdi. Sonuçta oradan kayan oylar, çok daha faydalı bir yere gitmiş olurdu.

Kaldı ki başka partilere oy vermiş veya çekimser kalarak oy kullanmamış kesimler, gereken dersi veriyor mevcut iktidara! Bizim de oy vermememiz “ders vermek” olmaz, “sınıfta bırakmak” olur. Hatta başkaları da bizim gibi ders vermeye niyetlenirse bu, mevcut partiyi “okuldan atma” gibi sonuçlar bile doğurabilir!

Hem madem ders verecek kadar tutarlı, nasihâtimiz te’sir edecek kadar dürüst ve ahlâklıyız, o hâlde; önceki parti ve iktidarlar, derslerini almışlar mı veya derslerini çalışmışlar mı diye bakmanız gerekmez mi!? Sonuçta onların geçmişleri daha eskiye dayanıyor, suç veya yanlış veya yanılmaları da bununla orantılı olarak çok daha fazla! Konu ders vermekse eğer; mevcut partilere göre 13 senelik geçmişiyle nispeten çocuk olan bu partiye en son sıra gelir!

Başta CHP’nin önceki seçimlerden ders almadığı, mes’elâ geçmiş dönemlerinde işlediği “açık oy, kapalı sayım” gibi kabahât veya Dersim Katliâmı gibi suçlarından, kendisinden en küçük bir itiraf ve pişmanlık ve özür duymadığımıza göre; ders alma, hatta cezalandırılma önceliği onlarda; mevcut iktidarda değil! Daha İş Bankası’nın bir kısım hisselerini, kendi malıymış gibi zimmetinde tutuyor olması ve halâ nemâlanması ortadayken; (gerekli olup olmaması bir tarafa) devletin demirbaşına ait, envantere kayıtlı yeni Cumhurbaşkanlığı külliye veya binasına (saray demiyorum çünkü mimarî olarak “saray”a benzemiyor) itiraz etmesi sahici gözükmüyor, ahlâki de değil!

Eğer konu ders vermek ve cezalandırmak ise; 13 senelik iktidarında, Özal ve Menderes Dönemlerinden çok daha fazla işler başarmış ve onlardan çok daha fazla İslâmî hassasiyet sahibi ve (kronik enflâsyonu tek haneli rakamlara indirme; IMF’ye borcu sıfırlama; uzaya kendi uydularımızı gönderme; kendi silâh, helikopter, füze, yazılımlarımızı üretme; Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana 90 küsur yılda yapılmış tüm karayolu ve demiryolunun ortalama 1,5 – 2 katını 13 senelik iktidarında yapmış olma; türban ve tesettüre serbestiyet verme gibi…) devrimsel sayılabilecek işler başarmış; yani doğruları, içindeki bazı insanların yapmış veya yapabileceği hata ve yanlış, hatta (varsa) suçlarından kat be kat fazla bir parti en arka sırada gelir!

Hem madem tutarlı ve dürüst ve ahlâklısınız; o hâlde İş Bankası’nın hisselerini devlete devredin veya devretmesi için öncelikle CHP’ye ders verin; olmadı mahkeme ve ceza yolu açık! Şu âna kadar almış olduklarını da aynî ve nakdî olarak geri versin, devlette Hindistan’a iade etsin!

Eğer konu ders ve nasihât vermekse eğer; 27 Mayıs İhtilâlini gerçekleştiren ve destekleyen Alparslan Türkeş ve partisinin suçlarını itiraf ettirin; pişman olmasalar bile, “doğru değildi” dedirtin! Veya 28 Şubat’ın kurulan 3’lü koalisyonuna “koltuk değneği olarak destek çıkıp, ortak olmamız yanlıştı” desinler!

Madem bu kadar ahlâklı ve dürüsttünüz; 100 küsur senedir millete kan kusturan, Ayasofya gibi nice cami ve vakıflarını gaspeden, (saymak yazmak uzun sürer); kısaca milleti güdülecek ve terbiye edilecek hayvan gibi gören zihniyetle mücadele etmediniz!? Onların kirli çamaşırlarını ortaya dökmediniz!? Gemisini kurtaran kaptan misâli; kuvvetliye karşı sessiz ve alttan alıp, hoşgörü ve diyalog taraftarı oldunuz; hatta, yaptıkları melânetleri türlü te’villerle aklayıp, temize çıkardınız! Başka dinden olan, hatta oruçla ilgisi bulunmayan dinsiz olanları bile iftarlarınıza davet ettiniz de; diğer cemaat ve müslümanlara bu diyalog ve hoşgörüyü çok gördünüz!

Burada AK Parti’yi de dahil ederek tüm parti ve cemaâtlerde şunu merak ediyorum: Parti veya cemaatinizin bilerek veya bilmeyerek yaptığı yanlış politika, söz ve davranışlarını binbir te’vil ve mazeretle yanlış olmadığını göstermeye çalışmanız, bu mümkün olmazsa mecburiyet veya ehven-i şer kabilinden mecbur ve ma’zur görmenize bakarak; aynı ilkesel ve tutarlı davranışı karşı olduğunuz kişilere karşı da niye göstermiyorsunuz!? Sevmediğiniz ve taraf olmadığınız kişilere karşı da neden aynı te’vil ve mazeret ve hüsn-ü zan mekanizmasını işletmiyorsunuz!?… Bu soruya tutarlı ve mantıklı cevap verenlere sözüm yok. Aksi hâlde kulaktan dolma haber ve zanlarla, kör döğüşü yapıyoruz çoğumuz!

Türban ve tesettürü bir başkaldırı ve tehdit olarak algılayacak kadar müslüman kod ve algıları bozulmuş bir insanı; sırf kendi cemaâtinin lehinde, en aşağı aleyhinde değil diye şefaat ederek Cennet’e sokmaya çalışır; aleyhinde olan başka birisinin de doğrularını görmeyerek, kendisine yanlış gelen en küçük bir hareketinden dolayı bedduayla Cehennem’e göndermeye çalışır! Yeri geldimi terörist ve işgalci İsrail’i “otorite” kabul eder; yeri geldimi kendi ülkesinde % 50 oy almış meşru iktidarı bile “otorite” olarak kabul etmez; üstelik dişini göstererek, ısırmaya çalışır! Yeri geldi mi tesettüre, muhataplarınca “teferruât” olarak anlaşılacağını bile bile “füruât” der; üstelik bu konuda asker ve bürokrasiye en küçük bir eleştiri getirmeden konuyu kapatır; sonra “teferruât anlamında kullanmadım, zaten anlamı da bu değil” der! Ama konu “dershanelerin kapanması” olunca, “imanî mevzulara göre, dershanelerin açık olup olmaması bir füruâttır” demez! 28 Şubat Darbesi’nde, askerîyenin yaptığı zulüm ve baskılara; “MGK, yasal olarak bir içtihad ve tavsiye makamıdır, hata bile etse içtihad sevabı alır / alabilir” gibi sözlerle gösterdiği engin hoşgörü! Veya geçmiş iktidar veya yönetimlerin hırsızlık, dolandırıcılık, banka boşaltma gibi suçlarına gösterdiği derin müsamaha ve sessizlik! Veya ateist veya solcu veya başka dinden olana verdiği kredi ve saygı, hoşgörü ve diyalogun 10’da 1’ini bile merhum Erbakan’a çok görmesi!…

Elhasıl okyanusun ortasında bindiğimiz gemide çalışan bazı yöneticilerin olan veya olabilecek yanlış veya şahsî suçlarına dikkat çekip, mevcut gemi batırılamaz; diğer kayıklara geçilmesi teklif edilemez! Yangın söndüren itfaiyede bazı adamlar görevini yapmıyor veya yanlış yapıyor diye; tüm itfaiyenin çalışmalarını durdurmak veya yavaşlatmak olmaz. Ben itfaiyecilerin yaptığı işin toplamına ve genel sonuca bakarım; yangın sönüyor mu, büyüyor mu diye!? Kaldı ki suçun şahsîliği esastır; şahsî suçların cezası üyesi oldukları partiye ve partinin tüm üyelerine; partinin şahsında tüm millete kesilmez!

Bedi’üzzaman Said-i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.); içerisinde mason veya münafık, dine lâkayt veya düşman, Risale-i Nur’a bilfiil veya bilkuvve karşı üyelerin çoğunlukta olduğu (dershaneleri kapandığı ve diğer sebepler için vaveylâ eden, internetten beddua yayımı yapan birilerinin kulakları çınlasın!) ve bu partinin iktidarda olduğu zamanda bile rahat etmeyip, gene şehir şehir, mahkeme mahkeme dolaştırılıp, hapislerde yattığı; seyahat hürriyetinin kısıtlandığı hâlde bile Demokrat Parti’yi alenen ve sarahâten desteklemesi, oy istemesi ve sandıkta göstere göstere oy vermesinin, (K. MISIROĞLU abinin ifadesiyle; “iktidarı döneminde bir defa bile Cum’â’ya gittiği görülmemiş Menderes”e) alenen destek vermesinin bize anlattığı birşeyler olmalı!

Bedi’üzzaman’ın dediği gibi: “Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam…” (Sünûhat) Yani mevcut iktidarın gücünü hafifleten her taş, terazinin diğer kefesindeki partilerin ağırlığını arttırır!

Hem şunu da söyliyeyim: Hayâlinizde yaşatıp, ideâlini kurduğunuz partinin vücud bulması muhâldir! (Çünkü ve zaten halk olarak biz, % 75–80’imiz mütedeyyin ve dindar değil ki; içimizden çıkan yöneticilerimiz öyle olsun!) Bedi’üzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle: “Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar; hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi —Allah etmesin— bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak…” (Münâzarat)

Bunları akik taşlı yüzük taktığı için sınıfta inkılâp öğretmeninden sınıfta herkesin gözü önünde tokat yiyen; kaldığı Çocuk Esirgeme Kurumu’nda, Risale-i Nur okuyor diye yurt müdürü ve idarecileri tarafından yurttan atılmak veya sürülmekle tehdit edilip, korkutulan; mescid veya namaz kılacak müsait bir yer olmadığı için kimsenin geçmediği koridorun ucunda kıldığı namaz yasaklanan; haftada bir defa sıcak su verildiği için bazı sabahlar soğuk suyla yıkanmak zorunda kalan birisi olarak yazıyorum! Bunu mağdur edebiyatı yapmak için söylemiyorum. Bugünlere nereden geldiğimizi hatırlatmak için söylüyorum! Geçmişe göre, bugün bu saydığım şeyler saçma ve komik gelebilir, hatta gerçekten saçma! Yani bir filmde izleseydim bu yaşadıklarımı; “böyle saçma ve gerçekdışı senaryo mu olur!” der, filmin yarısında terkederdim salonu!

Benim yaşadıklarım devede kulak; bunlardan çok daha fazlasını yaşamış, çok daha fazla acılar çekmiş insanlar var biliyorum, okudum, bazılarını gördüm! Geçmiş muktedirlerin bize yaşattıklarını unutmadım, unutmayacağım! Bir ders ve nasihât ve ceza vermek gerekiyorsa; ders ve itiraf, pişmanlık ve bedel ödeme sırası önce geçmiş iktidarlar veya yöneticilerinde!

Elhasıl belki ilk defa bizim hassasiyetlerimize sahip, hiç değilse saygılı ve duyarlı, üstelik muktedir bir iktidar var! Önce kıymetini farkedelim; ders ve nasihât, gerekirse ceza her zaman mümkün! Ama ders alma, ders çalışma önceliği önceki partilerde!

Ama Üstad’ın dediği gibi: “Kendini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez.” Bu sebepten terbiye ve derse kendimizden başlamamız gerekiyor. Ne demek istediğimi kendimden örnek vererek açıklayayım: Ucu ekonomik açıdan bana da dokunduğu 28 Şubatzedelerden biri olarak; öğrenci olmadığım hâlde öğrenci pasosuyla ucuza otobüslere binip, cüz’î bir maaşta olsa aylarca maaş alamadığım hâlde başka iş bulamadığım için mecburen aynı işe devam ettiğim o zamanlarda; nasıl aklıma geldiyse; “500 liralık (artık fark kaç liraysa) indirim ve menfaât için, eline imkân geçince bu dolandırıcılığı yapıyorsan; bankalardan milyar dolarları hortumlayanlara lâf söylemeye hakkın yok senin!” demiştim kendime. Hem ben onlardan çok daha karaktersizmişim ki, onlardan çok daha ucuza satmışım değerlerimi!”

Elhasıl benim oyum belli. Ders ve ıslaha en çok kimin ihtiyacı olduğu da belli.

Ayhan KÜFLÜOĞLU

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: