Dillere destan bir pişmanlık ve Tevbe!

Zaman asr-ı saadet. Mekke fethedilmiş. Müslümanlar, Kâinatın Efendisi (s.a.v.) ile birlikte en mutlu dönemlerini yaşıyorlar. Mevsim hurmaların dallarından gülümsediği, bolluk ve bereketin insanı rehavete sürüklediği bir mevsim. Hava çok sıcak. Ağaçların adeta insanları gölgelerine çağırdığı günler.

Tam da o günler de bir haber geldi. Şam’da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusu Müslümanlara meydan okuyordu. İşte, bu şartlarda bir sefer çağrısı geldi Efendiler Efendisi’nden (s.a.v.). Böyle bir günde, o zaman dünyanın süper güçlerinden biri olan Bizans ordusuna karşı gitmek demek, samimi mü’min ile münafığın da birbirinden farkını gösterecekti. Sefere mazeretsiz katılmayan ile her zorluğu göze alarak katılanın imtihanı kazanma vakti olacaktı Tebük Seferi.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem evvelden haber vermişti “hazırlanın” diye. Herkes heyecanla hazırlanmaya başlamıştı. Zira Allah’ın rızasının olduğu yerde olabilmeyi hangi samimi mü’min istemezdi ki?

İşte bu zorlu sınava Ka’b bin Malik de (r.a.) herkes gibi hazırlanıyordu. Bineklerini, yükünü titizlikle hazırlamıştı. Fakat yola çıkma vakti gelince nasıl olduysa herkesle beraber çıkamadı. “Arkalarından yetişirim.” diye elinde olmadan biraz gevşeklik etmişti. O böyle düşünüp ümit ederken günler birbirini takip etmiş, o evinde kalakalmıştı.

Tebük seferinde düşman ordusu Müslümanların karşısına çıkma cesaretini dahi gösterememişti. Sefer bitmiş, kutlu yolcular ecirleriyle yükünü tutmuş geri döndüler.

Hz. Ka’b (r.a.) bir taraftan Akabe’de Efendiler Efendisi’ne verdiği sözün mesuliyetiyle iki büklüm olmuş, geri kalmanın hicranıyla yanıyor ve hakkında verilecek hükmü bekliyordu.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem mescitte oturmuş sefere iştirak edemeyenleri dinliyor. Onlardan kimileri var ki O’na yakınmış gibi görünüp hep uzak kalanlardan. Bu uzaklıkları ki onları seferden men etmişti. Onlar rahatlığın kahramanlarıydı. İyi günlerde onlar da herkesle beraber önlerdeydi. Zaman oldu îlâh-ı kelimetullah adına uzaklara gidilince onlar yolda kaldı. Onları bu yolculuğa çıkaracak imanları yoktu çünkü.

Allah Rasûlü’nün yanına gelenlerden biri daha vardı ki, herkes onu davasında samimiyetiyle tanımıştı. Ama bu defa nasıl olduysa geri kalmıştı. Herkes için zaman zaman böyle geride kalmalar, düşmeler olabilirdi. Önemli olan bundan sonra insanın yeniden kalkabilmesi ve üzerindeki tozları silkeleyebilmesiydi. Hz. Ka’b da diğerleri gibi mazeret uydurabilirdi. O hitabetiyle meşhurdu. İstese en süslü sözleri, en inandırıcı mazeretleri beyan eder, kendini affettirebilirdi. O, bugün vereceği hesabın asıl muhatabının kim olduğunun çok iyi bilincindeydi. Efendimize (s.a.v.) gelip kısık ve mahcup bir sesle, “Ya Rasûlallah hiç bir mazeretim yoktu,” diyebildi sadece. O Şefkat Güneşi de “şimdi git ve hakkında verilecek hükmü bekle” dedi sadece. Mescitten sadece ceset olarak ayrılabilmişti. Ruhu hep O’nunlaydı. Ama sonra ikinci bir imtihan dönemi daha başlamıştı. Kendisi gibi doğru sözlü olmaktan ayrılmayan iki kişi daha vardı.

Artık hiçbir Müslüman onlarla konuşmayacaktı. Ferman böyle çıkmıştı. Efendilerinin bir tebessümüne hasret kalmışlardı. Onlardan kimisi evine sığınmış hakkında verilecek hükmü bekliyordu. Hz. Ka’b ise mescide devam ediyor, insanların arasında dolaşıyordu ama ona iltifat eden yoktu. Amcasının oğlu bile onun “Allah ve Rasulünü sevdiğime inanmıyor musun” sorusuna ancak üçüncüsünde “En doğrusunu Allah ve Resulü bilir” cevabını verebilmişti. Yalnızlık bütün acımasızlığıyla hissettiriyordu kendisini. Bir gün affedilme ümidi olmasaydı bunların hiçbirine tahammül edemezdi. Verdiği sıkıntıyı ancak kendisinin bilebileceği asırlar kadar uzun gelen günler, elli güne kadar ulaştı. Artık “yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmeye başlamıştı.

Ellinci gün affolunduğu müjdesini aldığında, Ka’b bin Malik yeniden doğmuştu. Efendimiz (s.a.v.) kendisine; “Müjdeler olsun! Annenden doğduğundan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim!” buyurmuştu, güller açtıran mütesebbim çehreleriyle. O da, “Yâ Resûlallah! Bu sizin tarafınızdan bir bağışlanma mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sorduğunda: “Hayır, bu Allah’tan gelen bir lütuftur!” diyor ve “Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet Allah’ın cezasından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri çok kabul eder, tövbe edenleri sever ve pek merhametlidir).” (Tevbe 118.) ayetini okuyordu! Böyle bir müjde için neyi varsa vermek istiyordu. Çünkü artık hiçbir şeyin önemi yoktu. O’na sahip olan her şeye sahip olmuş demekti.

İşte elinde olmayan anlık gevşeklikten dolayı yapılan tevbenin Ka’b bin Malik’çesiydi bu. İnsan istemeden hataya düşebilirdi. Önemli olan o hatadan gönül sızısıyla samimi tevbe edip pişmanlığını, Gönüllerin Sahibi’nin kapısında oturup, sabır ve sadâkatle dile getirebilmekti. Çünkü gönüllerin içindekini yalnız O (c.c.) biliyordu.

Kim bilir bugün Efendiler Efendisi’nin sefer çağrısı, Gazze’deki bir yetimin diliyle, yanı başımızdaki düşkün ve muhtaç bir komşumuzun mahcubiyetten bize uzanamayan eliyle, yalnız Allah’ın rızası için, her şeyini bırakıp, dilini dahi bilmedikleri dünyanın dört bir yanına sefere çıkanların gönülleriyle yapılıyor bizlere. Önemli olan bizim yalnızca, Allah ve Resulullah’ın hoşnutluğunu gözeterek elimizden geldiğince katılabilmektir bu seferlere. Çünkü, “Ameller niyetlere göredir” buyurmuştu Efendimiz (s.a.v.) Her insan ayağı sürçüp düşebilir. Ama, düştüğü yerden kalkıp, sapmadan yola devam etmek gerekir.

Ne mutlu o kutluları örnek alıp, onlar gibi yaşamayı gönülden arzulayanlara. Ne mutlu o meşakkatli görünen ama sonu mutlulukların en güzeli olan yolda gayret gösterebilenlere. Selam ve dua ile…

Not: Ka’b Bin Mâlik Hz.lerinin Kabri, İstanbul Ayvansaray’ da, Edirnekapı surları dışında Eğri kapı girişindedir.

Abdullah Turan Oğuzhan / Eyüp Gazetesi