Dindarsan, laftan çok işe önem ver!..

Bir gün keserle çalışırken, elime öyle vurdum ki, acıdan fır fır dönmeye başladım. Tam o sırada babam karşıma dikildi, “Oğlum ben sana demedim mi dikkatli çalış, keseri şöyle tut, gözünü dört aç, sağa sola bakma!

“Daha ne zaman keseri tutmasını, iş yapmasını öğreneceksin?” diye uzatıp durdu. Gerçi canımın acısından dinlemiyordum ama bana nasihat ettiğini çok iyi biliyordum. Canıma mı yanayım, onun laflarını mı dinleyeyim, derken asabım bozuldu, “Yeter be! Bana zaten olan oldu, bir de siz…” deyince babamın güldüğünü gördüm. Garibime gitti. Hemen sargı falan getirdiler, sardılar, biraz kendime gelince, babam aynı mütebessim çehre ile dedi ki;

“İşte evladım, nasıl ki bu hata senin canını acıttı ise her günah da insanı zor duruma düşürür. Zor duruma düşmüş adama nasihat etmek hiçbir zaman iyi değildir. Böyle kimselere yardım etmek en iyi nasihattir. Bu bakımdan sen iyi bir dindarsan laftan çok işe önem ver. İşin Müslümanca olmazsa lafın beş kuruş etmez. Hem de başkasının canını sıkar.”

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel”i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlakı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nurları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nurları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. Allah demenin yasak olduğu devirlerde Allah deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Kesin olan şudur: “Müslüman, zengin olacak, fakir yaşayacak. Bunda öyle bir sır var ki; karşıdakine tesir eder. Debdebe içinde yaşayıp da İslamiyet’i anlamak zor…

Kendi hayatımdan bir misal vereceğim. İslamî çalışmalara başladığımda milleti kurtarmak için işe başlamıştık. Anlattıklarımızı tamamen doğru ve kabule değer şeyler görüyorduk. Bizleri dinleyenlerin bunları kabul etmemesine kızıp, üzülüp ümitsizliğe düşüyorduk. Hatta hasta olduğumuz devirler bile oldu. Bir doktor, “Sen bu beyninden ne istiyorsun!” diye bağırmıştı bana. Bütün meselemiz milletin kurtulmasıydı.

İslamiyet’i zamanla öğrendikçe bizim vazifemizin sadece ve sadece İslamiyet’i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktan ibaret olduğunu anladık, çok rahatladık.

Şimdi sohbetlerde soruyorlar, “Hizmet nedir? Nasıl hizmet edebilirim?” Diyorum ki; İslamiyet’i öğren, anla ve yaşa! En güzel hizmet budur.

Hekimoğlu İsmail

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: