Dördüncü Gün

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 4. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ABDÜLKERİM VE RESUL, olup bitenden habersiz olarak ertesi sabah yine stüdyoya geldiler. Resul, tam saat dokuzda kayıt odasındaki yerini aldı. Kafasını kaldırıp camekânın arkasına baktığında Sofia Valentinovna’nın yerinde olmadığını, yerine başkasının baktığını gördü. Derin bir nefes aldı. İçinden:

– Oh be, o kadından kurtuldum. Bugün rahat okuyacağım, diye geçirdi.

Kayıt her günkü gibi stop lambasının yanıp sönmesi ile sürüp gitti.

Ve son gün

Planladıkları şekilde kayıt çalışmalarında son gün gelmişti. Resul, masanın başına geçtiğinde yine Sofia Valentinovna’nın olmadığını fark etmiş, o gün de rahatça okumasını sürdürmüştü.

Beş kasetlik çalışma o gün bitmişti. Resul, yine de Sofia’yı merak etmişti. Kayıt odasından çıktığında ses yönetmenine sordu:

– Sofia iki gündür yok, nereye gitti?

– Duymadınız mı?

– Hayır, ne oldu?

– Önceki gün, sizden sonra kendi programını sunarken başına şiddetli bir ağrı saplandı. Bayılıp yere düştü, acile kaldırdılar!

– Ya öyle mi?

– Evet, şimdi hastanede yatıyor.

Abdülkerim’le karşılaşır karşılaşmaz Resul un ilk sözü:

– Duydun mu Sofia Valentinovna’nın başına geleni?

– Hayır?

– Hastaneye kaldırılmış, tokadı yedi sonunda! Abdülkerim, Sofia’nın hidayeti için içten içe dua etmekteydi.

Bunun bir tokat olarak değil, bir uyanış vesilesi olmasını temenni ediyordu. “Kim bilir, belki de bu ona Allah’ın bir ihsanıdır” diye düşündü ve Resul’e dönerek:

– Hemen ziyaretine gidelim, dedi. Resul ise:

– Abdülkerim, o kadından kurtulduğumuza şükür!

– Biliyorsun ki, hasta ziyareti sünnettir. Hiç olmazsa bir sünneti yerine getiririz…

Resul, o kadar incinmişti ki, Sofia’nın yüzünü görmek bile istemiyordu. Ama Abdülkerim kararlıydı, kafasına koyduğu şeyi yapacaktı. Resul, onu atlatmak için bir şeyler düşündü.

– Abdülkerim bu sünneti sen yapsan da beni bıraksan olmaz
mı?

– Olmaz, beraber başladık, beraber gideceğiz…

Resul, Abdülkerim’i vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayınca, yavaştan almaya, işi geciktirmeye çalıştı:

– Abdülkerim, hele şöyle bir dershaneye varalım. Biraz dinlenelim, ondan sonra düşünürüz. Abdülkerim, her şeyi hizmete endeksli düşündüğünden;

– Tamam dershaneye uğrayalım. Hastalar Risalesi yeni çıktı. Ne güzel, onu da alır kendisine hediye götürürüz. İyi aklına geldi, dedi.

Abdülkerim hizmete öylesine motive olmuştu ki, Resul’ün zaman kazanmak için dershaneye uğrama teklifini bile yine hizmet için kabul etti.

Dershaneye vardılar. Resul içeri girdi, öteye beriye gidip gelerek zaman kazanmaya çalışıyordu. Fakat Abdülkerim oralı değildi, ayakkabılarını bile çıkarmadan kapıda bekliyordu. Resul kendisini içeri davet etti. O ise:

– Oyalanma da Hastalar Risalesini al gel, dedi.

Resul, “Bu adamdan kurtuluş yok!” deyip Hastalar Risalesini alıp çıktı.

Fakat sanki bir adım ileri, iki adım geri gitmekteydi. Sofia’dan o kadar nefret etmişti ki, adını bile duymak istemiyordu. Hep “Bir engel çıksa da gitmesek” diye düşündü, durdu. Bu atmosferde hastaneye vardılar. Zihni bahane aramakla meşgul olan Resulün aklına yeni bir fikir geldi:

– Abdülkerim gel seninle hastanenin başhekimine çıkalım. Bu Yirminci Mektup kasetini verelim. Belki hastalara dinletir, ne dersin?

Abdülkerim hizmet olacak tekliflere asla karşı çıkmazdı: Çok iyi bir fikir, hemen çıkalım, dedi.

Sadece Üç Kitap mı?

ABDÜLVELİ ne kadar da değişmişti! “Demek iyi bir Müslüman olabilmek için böyle olmamız lazım” diye düşündüler. İlk intibaları hayranlık doluydu. Arkadaşlarını muhabbetle kucakladıktan sonra arabalarına atlayıp süratle kaldıkları yere gittiler.

Sabırsızdılar. Vakit kaybetmek istemiyorlardı. Yolda giderken:

– Anlat bakalım, ne gördün, ne öğrendin? Dinimizle ilgili bize ne getirdin, diye soru bombardımanına tuttular.

Arkadaşlarının şevk ve heyecanı Abdülveli’yi de etkilemişti. Yol yorgunluğunu unutmuş, anlatmaya başladı. O anlattıkça, arkadaşları hayranlıkla dinlediler. Adeta çölde susuz kalmış da suya yeni kavuşmuşlar gibi büyük bir alaka ile ona kulak verdiler. Tam üç gün, üç gece göz kırpmadan dinlediler.

Bir defasında Nikolay, bir ara arabasına atlayıp evine gitmeyi düşünmüş, yarı yolda “Ya ben yokken çok mühim şeyler anlatır da kaçırırsam” deyip tekrar geri dönmüştü. Bu halleriyle, Asr-ı Saadet’te taze nazil olan Kur’an hükümlerini öğrenmekte birbiriyle yarışan sahabilere benziyorlardı.

Günlerdir yaptıkları sohbetle dinleri hakkında bir hayli bilgi elde edinmişlerdi. Anlatılanlar bittikten sonra:

– Peki, Aleksandır, biraz da bize getirdiğin kitaplardan söz et! Bize hangi kitapları getirdin bakalım, deyince ciddi bir itirazla karşılaştık.

– Artık Aleksandır yok, Abdülveli var!

– Tamam Abdülveli!

– Şimdi kitaplardan anlat bakalım. Bize hangi kitapları getirdin?

Abdülveli o zamana kadar elini atmadığı çantasının fermuarına uzandı. Arkadaşlarının meraklı bakışları altında, çantasından Kur’an-ı Kerim’in aslını çıkararak gösterdi:

– Bakın arkadaşlar, bu Kur’an‘ın aslıdır. Bunu size aslından, yani Arapça’sından öğreteceğim. Bu bir… Arkadaşlarının meraklı bakışları altında onu bir kenara koydu.

Sonra ikinci bir kitap daha çıkardı. Bir hazine keşfeder gibi gözleriyle onu takip ettiler. Abdülveli:

– Bu da Namaz İlmihali‘dir. Namazın nasıl kılınacağını anlatır. Size bunu da öğreteceğim, deyip onu da yana koydu.

Sıra yanında getirdiği üçüncü kitaba gelmişti. Bu kitap hacim olarak hepsinden daha küçüktü.

– Bu da bizim bütün sorularımıza cevap verecek bir kitaptır! Bunu da hepimiz okuyacağız, deyip sustu. Onlar şaşkınlıkla,

– Hepsi bu kadar mı? Başka yok mu?

– Bu kadar!

– Nasıl olur, altı ayda üç kitap mı getirdin?

– Evet!

– Bizi hayal kırıklığına uğrattın. Sen gittikten sonra biz İslamiyet hakkında belki yüz tane kitap okuduk. Senin bize kolilerle kitap getireceğini beklerken sadece üç kitapla gelmen bizi şaşırttı!

Salonda kısa bir sessizlik oldu. Ardından, kitapları merakla tetkike koyuldular. Nikolay, Yirmi Üçüncü Sözü eline aldı, bir müddet kendi kendine okuduktan sonra sesli olarak okumaya başladı. İfadeler orijinaldi, dinlerken hepsi dikkat kesildi. İmanın ve küfrün mahiyetleri arasındaki karşılaştırma, inkârın karanlığını bütün dehşetiyle yaşayan bu ihlâs sahibi insanlara çok orijinal gelmişti. Bu kitap adeta içlerinden geçeni okuyordu. Dinledikçe onda kendilerini buldular. Tarif edemedikleri ulvi bir duygu ruhlarını sarmıştı. Okuma bittikten sonra herkes merakla elini küçük kitaba uzattı. Abdülveli bir teklifte bulundu:

– Bir dakika arkadaşlar. Bundan elimizde sadece bir tane var. Nereden alacağımızı da bilmiyorum. En iyisi bunu yazarak birer tane kendimize çoğaltalım!

Anadolu’da ilk ortaya çıktığı zaman da bu kitapların kaderi elle yazılarak çoğaltılmak değil miydi? Fakat onlar bunu şimdilik bilmiyorlardı…

Bu teklif hepsinin hoşuna gitti ve hemen yazmaya koyuldular. Yirmi Üçüncü Söz’den birer nüsha yazıp çoğalttılar. Asıl nüshanın başına bir şey gelmesin, diye itina ile sarıp kütüphanenin üst bölümünde bir yere sakladılar.

Altıncı namaz mı?

Abdülveli Kur’an’ı, kısa sureleri ve beş vakit namazı arkadaşlarına öğrettikten sonra,

– Ha unuttum, bir de Cuma namazı var, deyince hep birden:

– Yoksa altıncı bir namaz mı bu, diye şaşkınlıkla sordular:

– Hayır, bu haftada bir kılınan namazdır. Cuma günü büyük ve merkezi bir camide bütün Müslümanlar’ın katılımıyla kılınır.

Novgorod’da kilise çoktu, ama maalesef bir tek cami yoktu. Cuma kılınacak en yakın yer ise, en az iki yüz kilometre uzaklıktaydı. Dinlerinin bir emrini öğrenip yerine getirmek için uzaklık akıllarına bile gelmiyordu. İlk cumayı Petersburg’ta kılmaya karar verdiler.

***

Sizi Kim Gönderdi?

ASLINDA BAŞHEKİME gitme teklifi, Abdülkerim’i oyalamak ve zaman kazanmak için Resul’ün zoraki uydurduğu bir şeydi. Sonucu düşünülmüş bir şey değildi.

– Kime niyet kime kısmet, derler ya… Sofia’yı ziyaret, bir anda başhekimi ziyarete dönüşmüştü. Başhekimin odası giriş katındaydı. Koca binadan içeri girer girmez kendilerini başhekim odasının önünde buldular. Abdülkerim kapıyı çaldı.

– Buyurun!

İçeriye girdiler. Başhekim elli yaşlarında olgun bir bayandı.

– Hayrola, sizi kim gönderdi, diye sordu.

Resul, “Allah gönderdi” dememek için dilini tuttu.

– Şey… Efendim, aslında biz Sofia Valentinovna’yı ziyarete gelmiştik. Başhekim:

– Ha o zavallının durumu çok kritik. Beyin tümörü teşhisi konuldu, en az dört ay burada kalır!

Abdülkerim ve Resul yakinen tanımasalar da Sofia’nın hastalığına üzülmüşlerdi. Başhekim:

– Sizi dinliyorum, dedi.

– Efendim, bizim yanımızda Sofia Hanım’la yaptığımız bir kaset çalışması var. Eğer uygun görürseniz, hastalara onu dinletmek için size verelim.

Çekinerek sundukları teklifi başhekim büyük bir alaka ile karşıladı.

– Aaa tabi, verin bakalım, nasıl bir şey? Olaylar beklenmedik şekilde gelişmekteydi.

Yeni hazırladıkları Yirminci Mektup’un kasetini başhekime uzattılar. Başhekim kaseti dinlemeye başladı. Girişte meşhur Çağrı filminin fon müziği vardı.

– Aaa… Bu Şark müziği!

– Evet.

– Çok güzel. Ben de böyle bir şey arıyordum!

Resul, hayret ve sevinçle Abdülkerim’in yüzüne baktı:

– Efendim devamında hastalara hoş gelecek ifadeler de var, dinleyin isterseniz. Başhekim dinlemeye devam etti. Yirminci Mektup‘un o teselli edici ifadelerini dinlerken:

– Tamam, bunlar tam istediğim gibi, hastalara moral verecek şeyler… Başhekim tüm hastaneye yayın yapan düğmeyi açtı. Bir anda sekiz katlı hastanenin bütün odalarında, koridorlarında Yirminci Mektup dinlenmeye başlandı.

Koridora çıktıklarında hastabakıcıların, doktorların ve hastaların, sesi ilgiyle dinlediklerini görüp, sevinç içinde şükrettiler.

Meğerse başhekim, 20 gün önce göreve başlamıştı. Hastanede bir yenilik yapmayı, hastalara bir şeyler dinletmeyi tasarlamıştı. Tevafuk bu ya, çalışma tam bu esnada eline geçmişti.

O gün Resul’le Abdülkerim üst üste tevafuklarla karşılaştılar.

Bir süre sonra Resul, bu hizmetin heyecanına kapılıp Abdülkerim’in Sofia’yı unuttuğunu sanarak çıkış kapısına doğru yöneldi. Fakat Abdülkerim unutacak biri değildi. Hemen Resul’ün önüne geçti:

– Hop nereye! Dön bakalım bu tarafa, Sofia’yı ziyarete!

– Yahu Abdülkerim, ne güzel hizmet oldu. Ağzımızın tadını bozmadan şuradan çıkıp gitsek olmaz mı?

– Olmaz, biz onu ziyaret için buraya geldik ve unutma ki, bu hizmet de onun yüzünden oldu!

Abdülkerim, Resul’ün koluna girip onu Sofia’nın odasına doğru yürüttü. İhlâs sırrı ile iki halis kardeşin kuvveti on bir gücünde olduğunu, birlikte hareket etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Bu ihlâs sırrını yakaladığından olsa gerek, Abdülkerim, teşebbüslerinde daima muvaffak oluyordu.

devamı edecek….

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: