Dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır…

“Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır…” Devamıyla detaylıca izah eder misiniz?

Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.”(1)

“Cây-ı dikkat bir hal…” Yani dikkat edilecek bir durum… Üstad Bediüzzaman Hazretleri, öncelikle dikkatleri konunun üzerine çekiyor. Devamında da neden böyle dediğini anlamamız mümkün. 

Burayı daha iyi anlamak için, bu cümlelerin geçtiği yeri iyi bir şekilde tahlil etmeliyiz. Eser, Mektûbat eseri. Çoğunluğunu Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Hacı İbrahim Hulusî Yahyagil’in sorularına verilen cevaplar oluşturuyor. İfadeler Yirmi Altıncı Mektûb’da geçiyor. Yirmi Altıncı Mektûb, Bediüzzaman’ın tabiriyle; “…iblisi ilzam ve ehl-i tuğyanı iskat eden, gayet mühim bir mektûbdur.”(2)

Kısaca anlamı: İnsanları Allah’ın yolundan çıkarmaya çalışan şeytanı susturan, söz ve fikirde galip eden ve yanlışlarını delilleriyle ispat eden ve zulüm, küfür, azgınlık ve taşkınlıkta ileri gidenleri aşağı düşürüp, hükümsüz bırakan pek çok önemi bulunan bir mektuptur.

Geçtiği bölüm, Üçüncü Mebhas. Müellif’in, yani yazarın tabiriyle; 

“… hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabile kabile yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mesele ile tefsir ediyor. 

Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müthiş marazına gayet nâfi’ bir ilaçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyet-perverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.”(3)

Yukarıda alıntı yaptığımız yer büyük oranda anlaşıldığı için fazla izaha gerek yoktur.

“…Türk…” diye yeni cümleye başlıyor. Burada bir hitap söz konusu. Bu kelimeyi kaynakları ile ele alıp, izaha başlayalım. Öncelikle hakiki söz sahibi olan “Kur’ân-ı Kerîm” ile başlayalım.

Kur’ân-ı Kerîm’in Mâide Sûresi’nin 54. Âyeti‘nden, birçok müfessir “Türklerle ilgili âyet” diye çıkarımda bulunmuştur.

“Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getireektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”(4)

Bu âyet-i kerîmeyi belirttikten sonra Bediüzzaman Hazretleri şöyle der; “(Mâide Sûresi 54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!”(5)

Mâide Sûresi’nin 53. Âyeti’nin sonunda ise şu ibareler geçer; “…Bütün çabaladıkları boşuna gitti de zarar içinde kaldılar.”(6)

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinde de şöyle geçmektedir; “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın!”(7)

Şimdi de şerhini yaptığımız metnin müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine kulak verelim.

“Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti…”(8)

Bu cümleden Türklerin 4 özelliği ortaya çıkıyor:

– Şarkın (Doğu’nun) en cesur,
– Kuvvetli, 
– Kesretli (çok olan),
– İslâmiyet’in en kahraman ordusu.

“Türk denilen bu vatan ehl-i imanı…”(9)

“Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu…”(10)

Buradan da 3 özellik daha göze çarpıyor.

– Bu Vatan ehl-i imanı, 
– Kur’ân’ın bayraktarı,
– Senâ-i Kur’âniyeye mazhar.

“…asil Türk milleti…”(11)

“Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz.”(12)

– Asil,
– Dindar,
– Cengâver,
– İmanlı,
– Cesur.

Burada da 5 özellik daha eklenerek toplam da 12 özellik ile Risale-i Nur’da geçen Türklerin hususiyetlerini belirttik.

Türklerin soyu ile ilgili şu anektodu verebiliriz:

“Türklerin soyu Tevrat’ın naklettiği ve İbn-i Haldun’un da kabul ettiğine göre Hz. Nuh (as)’un oğlu Yafes’ten gelir. Yafes’in büyük oğlunun adı ise Türk’tür.”(13), (14).

Türkler, İslâm ile şerefyâb olarak yeni bir karaktere bürünmüştür. Türkler, İslâm ile yükseldi ve yüceldi. Ve Bediüzzaman’ın tabiriyle İslâm ile “mezc oldu”. Türk kelimesi İslâm ile birlikte anılmaya başladı. Türkler bu “yeni” din ile “yeni” bir kimliğe kavuşmuş oldu. 

Konu ile ilgili; “Türkler, İslâm dinine girmeleri ile bu yeni din sâyesinde yepyeni bir hüviyete sahip olmuşlar…”(15) denilebilir.

Türkler aynı zamanda idarecilikte de maharetli idi. Ve bu nedenle komutanlık ve yöneticilik vazifelerini hakkıyla yapmışlardır. 

Konuyla ilgili bir anektod; “Artık Türkler her şeye hâkim oldular. Diğer bütün insanlara onların emirlerini dinlemek ve itaat etmekten başka ne kaldı?!”(16)

Türklerin “hâkim” olmasını ve “âmiriyet”ini yabancı yazarlar da dile getirmişlerdir.

Mesela, “Sadece Orta Doğu’da değil, hemen hemen dünyanın her yerinde genellikle Türkler, bir azınlık olmalarına rağmen daima hakim unsur olmuşlardır.”(17)

Bediüzzaman Hz. de Türklerin idareci yönlerine dikkat çekerek şöyle demiştir:

“Türkler bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız.”(18)

Buradan da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hz. Türkler ile Kürdlerin toplamının bir iyi insan olacağını ve dikbaşlılık yapılmamasını belirtmiştir. 

Yalnızca Türkler ile Kürtlerin değil, aynı zamanda Arapların da bir olması gerektiğine dikkat çeken Bediüzzaman şöyle demektedir:

 “İnşâallah yine Araplar yeisi bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd, ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir.”(19)

Osmanlı İmparatorluğu bu şekil bir ittihâd ve ittifâkın mücessem bir örneğidir.

“Osmanlı İmparatorluğu’nun (…) muharip gazilerin(in) gerek Arap olsun, gerek Türk, her iki lisanda aynı olan bir tek şiarı, parolası vardı. O da şüphesiz ‘Allahu Ekber – Allah Büyüktür’ idi.”(20)

Şimdi de diğer kelimenin izahı ile devam edelim.

“…anâsır-ı İslâmiye içinde…” cümlesinde geçen “anâsır” kelimesi; unsurlar, milletler, bir çok şeyden oluşanlar ve benzeri anlamlara gelmektedir. “anâsır-ı İslâmiye” ise makam bakımından dolayı şu anlama gelir; birçok milletten oluşmuş olan İslâm milleti. 

“…en kesretli olduğu halde…” diye devam eder. Tarihi ve demografik  (nüfus) olarak da bir hakikate işaret edilmektedir. Yani İslâm milletleri içinde en kalabalık ve çoklukta olan kavimdir. 

“…dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır.” Burada ifade edilen mânâ; Nasıl ki İslâmiyet’in ilk yıllarında “Araplar geliyor!..” denildiğinde akla Müslümanlar geliyordu. Aynen onun gibi daha sonra İslâm’ın sancaktarlığı vazifesini alan Türkler de fetihlere gittikleri zaman, “Türkler geliyor!..” denildiğinde akla ilk gelen Müslümanların geldiğidir. Çünkü gaza-cihad anlayışı ile hareket eden ordulara sahip olup, İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna çaba sarf ettikleri için artık mensup oldukları din ile bütünleşmişlerdir. Çok az sayıda da olsa başka dine mensup Türklerin bulunması bu kaideyi bozmadığı gibi, tarihi kayıtlar da Türkler ile İslâmiyetin bütünleştiğine şahit bir delildir. Diğer dinlere mensup olan Türkler şu şekilde sıralanabilir; Macar, Bulgar ve Gagavuz Türkleri, Hristiyan; Hazar Türkleri, Yahudi; Yakut Türkleri, Şamanist ve Tengricidir. Uygur Türklerinin bir kısmı da Budist ve Maniheisttir. Medeniyetten uzak olan bazı Orta Asya Türk kabileleri ise Gök Tanrı inancına bağlıdır. 

“Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir.” diye de iddia güçlendirilir. Bu cümleden de anlaşılacağı üzere; Türkler, diğer Müslüman milletler gibi değildir. Onlarda şöyle bir hâsiyet ve durum vardır. Bu durum ise diğer Müslüman milletlerde görülmemektedir. O durum da bütün Türklerin Müslüman olmasıdır. Diğer Müslüman milletlerde Müslüman ve Müslüman olmayan diye bir ayrım vardır. Türklerde ise böyle bir ayrım, iki kısma taksim olma, ayrılma yoktur. Meselâ Araplarda hâtırı sayılır bir Hristiyan topluluk vardır. Kürdlerde Müslüman, Yezidî, Ezidî, Zerdüştlük gibi diğer din mensupları vardır. Farslarda Mecusî ve benzeri diğer dinlere inanan topluluklar vardır. Gürcülerin bir kısmı Müslüman diğer kısmı ise Hristiyandır. Diğer kavimleri buna kıyas edebiliriz. 

“Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır.” Bu cümlenin izahı yukarıda genişçe yapıldığından tekrara lüzum yoktur. 

“Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır.” diye ilmî bir tespit yapılmıştır. Ve Bediüzzaman bir örnek vererek iddiasının delilini ortaya koyar. (Macarlar gibi) Evet, Bediüzzaman ‘akla bir kapı açtı’ ve gerisini bizim aklımıza havale etti. Buna örnekler arttırılabilir. Macarlar, Bulgarlar; Slavlaşmıştır. Çünkü Hristiyanların arasında kalarak bir çeşit asimile olmuşlardır. Hazarlar da aynı şekilde Yahudi olarak kendi benliklerini unutmuşlar ve bir çeşit “Türklükten dahi çıkmışlardır.”

“Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.” diye devam edilir. Burada geçen küçük unsur yani küçük milletler tabiri diğer bütün İslâm milletlerine şâmildir. Türklerde Müslüman nüfusun çokluğu tamamına yakın bir oran sayılabildiği içindir ki “Türk, Müslüman demektir.”(21) şeklinde yerleşmiştir. 

Türk kelimesinin lügat mânâsına bakacak olursak şu bilgiler yer almaktadır:

 Anavatanı Orta Asya olan, Türkçe’nin değişik lehçeleri ile konuşan millet ve bu millete mensup olan kişilere denir. Türkler, Asya’nın en büyük ve en meşhur milletidir. İki şubeye ayrılırlar: Türkistan’ın doğusunda kalanları “Uygur”, batısında kalanları “Türk” ve “Türkmen” adlarıyla anılmışlardır. Orta Asya’da iken Şamanizm, Tengricilik ve Gök Tanrı inançlarına bağlı idiler. Hicretten 350 yıl sonra Tağ Han neslinden olduğu rivâyet edilen Türkmen Hükümdarlarından, Karahanlı Hakanı Salur veya Saltuk Han; İslâm dinini kabul ederek Kara Han ve Abdülkerim ismini almıştır. Halkının çoğunun da Müslüman olmasını sağlamıştır. Bu şekilde Orta Asya’daki ilk Türk-İslâm Devleti, Karahanlı Devleti olmuştur. Abdülkerim Saltuk Buğra Han, daha sonra da devletin resmi dinini İslâm yapmıştır. Bu dönemde ilk Türk-İslâm eserleri olan geçiş dönemi eserleri verilmiştir. O devirde hilafet merkezleri olan Bağdat’a gidip gelmekle askerî cesaret ve kahramanlıkları ile Abbasî halifelerinin gözdesi olmuşlardır. Askerlik hizmetlerinde istihdam olunmuşlardır. Daha sonraları diğer devlet kademelerinde de görev almışlardır. Kumandanlık ve emirlik seviyesine kadar çıkmışlardır. Bu sebeple İslâm beldelerinde büyük bir şöhret ve nüfuza sahip olmuşlardır. Oradan Anadolu’ya ve Avrupa’ya yayılarak bir çok devlet kurmuşlardır. İslâmiyet’i dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Tarihte 16 büyük devlet kurmuşlardır. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “İslâmiyet’in Sancaktarı” olmuşlardır.(22)

Bediüzzaman Hazretlerinin bir cümlesi ve o cümlesine dair bir kaç anektoda geçelim.

” Türkler hakkında sena-i Peygamberî muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş. Hadîs var… Bir numunesi, Sultan Fatih hakkındaki hadîstir.”(23)

Burada İstanbul’un fethi ile ilgili hadîs örnek veriliyor. Hem komutan hem de ordu övülüyor, hadîs-i şerîfte. Şimdi de konu ile ilgili diğer hadîslere geçelim.

“Konstantiniyye (İstanbul) mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Ve o asker ne güzel askerdir.”(24)

“Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Çünkü milletimin mülkünü ve Allah’ın ona ihsanını en evvel Kantura (Türk) nesli alacaktır.”(25)

“Habeşliler sizle uğraşmadıkça siz sizde onlarla uğraşmayınız. Hele Türkler size dokunmadığı sürece siz de Türkler’e (sakın) dokunmayınız!”(26)

“Hıfz on kısma ayrılmıştır. Dokuzu Türklerde, biri (de) diğer insanlardadır.”(27)

Burada geçen medih ve övgüler; Türkleri kavim olarak övmek değil, İslâm’a olan hizmetlerindendir. İslâm’a göre ölçü budur. Bu anlamda Arapları öven hadîsler de mevcuttur. 

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.364.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 309.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, Fihrist, s.566
4. Mâide Sûresi, 54. Âyet.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 354.
6. Mâide Sûresi, 53. Âyet.
7. Ebû Dâvûd, Sünen-i Ebû Dâvûd, Mısır Tabı, c.4, s.112.
8. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Beşinci Şua, s. 488.
9. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat s. 477.
10. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-I, s. 281.
11. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 206.
12. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, On Dördüncü Şua, s. 438.
13. bk. İbn-i Haldun, Tarih-i İbn-i Haldun, Mısır Tabı, c.1, s. 8.
14. bk. Zekeriya Kitapçı, Yeni İslâm Tarihi ve Türkistan, c.1, s. 34.
15. Lewis B., The Emergency of Modern Turkey, London, s. 325.
16. El-Mesudî, Mürucu’z-Zeheb, Bulak, 1383, c.2, s. 336.
17. Lewis, B., The Middle East and West, London, s. 20.
18. Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 466.
19. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye.
20. Zekeriya Kitapçı, Türklerin İslâm Medeniyetlerindeki Yeri, Ankara, 1972.
21. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 222.
22. bk. Yeni Lügât, Abdullah Yeğin, s.1048.
23. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II,  s. 39.
24. Buhârî; Tarihu’l-Kebîr, cilt 1, kısım 2, s.81; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/42; El-Hakîm, Müstedrek 4/42-422.
25. İmam Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr/Mu’cemü’l-Evsat.
26. Ebû Dâvûd, Sünen-i Dâvûd, c.4, s.112.
27. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Ramuz El-hadîs, 4140 nolu hadîs.

 

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: