Duygularımızın Dengesine Dikkat Edelim!

Kendi doğduğu yer, her insana, başka her yerden başka bir güzel gelir. Kendi çocuğu, başka bütün çocuklardan daha sevimli. Bilmem, başkalarının çocuklarını kendi çocuğundan daha güzel ve daha sevimli bulan kimse var mıdır? Herşey ve her insan, bize olan yakınlığı nisbetinde apayrı bir kıymet kazanır gözümüzde.

Allah’ın, bize ihsan ettiği doğup büyüdüğümüz ortama ünsiyet edelim, sila-i rahmi koruyalım, beraber olalım diye verdiği bir duygudur bu. Bizimle doğrudan ilgisi olanın, bizim gözümüzde apayrı bir yeri vardır. Ve bizimle ilgisinin derecesi nisbetinde, bu apayrılık daha da artmaktadır.

Bu fıtrî duygu, Fâtır-ı Hakîm’in fıtratımıza dercettiği her duygu gibi, müstakim bir surette, yerinde ve kıvamında kullanıldığı ölçüde bir mana taşır. Bu duygunun kıvamından taştığı, ölçünün aşıldığı durumlarda ise, hakkâniyeti zayi eden, ‘asabiyet’ diye tabir ettiğimiz marazî bir durum çıkar karşımıza. Asabiyet, marazî bir haldir; zira ‘münasebet’i ‘hakkâniyet’in önüne geçirerek, bize yakın olana iltimas, bize uzak olana ise haksızlık gibi durumlara yol açmaktadır. İki çocuğun kavgasında her anne-babanın suçu öteki çocukta aramasından akraba kayırmacılığına, aşiret psikolojisinden milliyetçiliğin farklı tezahürlerine uzanan çizgide, bu asabiyet değişik suretler alır hayatın akışı içerisinde. Ama birşey, hep orta yerdedir: “En iyisi bizimkisi.”

Bir fıtrî duygu ve bir haddi aşmışlık. Bu haddi aşmışlığa duçar olmadan, bu fıtrî duygu nasıl istimal olunacaktır? Yahut, bir haddi aşmışlığa duçar olmamak için bu fıtrî duyguyu da örseler yahut reddeder tarzda bir zorakilikten nasıl uzak durulacaktır?

Yakınlarda, her halinde bir edeb ve her sözünde bir hikmet bulunan kudsî nebînin ilk defa farkettiğim bir sözüne rastladığımda, dile getirdiğim bu iklimin kendi iç dünyamda çözüldüğünü hissettim.

Kudsî nebî, tek cümleden ibaret bir hadisiyle, bize ‘duyguların dengesi’ne dair bir ders vererek, bu iklimden çıkış yolunu da gösteriyordu. Bir tarafta kızı Fâtıma, öte tarafta ‘ilim şehrinin kapısı’ ve ‘Esedullah’ ünvanlı damadı Ali… Hz. Ali de amcasının oğlu olması itibarıyla, uzağında biri değildi elbet Peygamber aleyhissalâtu vesselamın. Ama kızı Fâtıma kadar yakınında da değildi. Buna karşılık, İslâm’ın bütün o ilk yıllarında, Hz. Ali’nin müstesna bir yeri vardı. Amcalarının bir kısmı Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın davetine karşı çıktığı, bir kısmının ise susup beklemeyi tercih ettiği bir vasatta, onun getirdiği tevhid davetine icabet ettiğini açık bir lisanla Peygamberin akrabaları içinde ilan eden ilk kişiydi o. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın katline karar verildiği gece gerçekleşen hicreti esnasında, hicret ettiği farkedilmesin diye onun yatağında yatarak onun yerine öldürülmeyi göze alan kişi de oydu. İslâm’ın bütün büyük savaşlarında onun dillere destan kahramanlığı vardı; Hayber’in fatihi oydu. ‘Allah’ın aslanı’ ünvanıyla anılmasına vesile olan bunca kahramanlığının yanısıra, hakikat bilgisi ve marifetullah noktasında da bir zirveyi temsil ediyordu. Peygamber aleyhissalâtu vesselam bir ilim şehri ise, bizzat Peygamber tarafından bu şehrin kapısı olarak anılmayı hak edecek derecede bir zirveyi.

Bir tarafta böylesi sıfatlarıyla damadı Hz. Ali, diğer tarafta en küçük kızı Fâtıma.

Bir tarafta kızı olmak itibarıyla daha ziyade bir sevgi bekleyen Fâtıma, öte tarafta onu Fâtıma’nın ilerisine taşıyan bunca faziletiyle Ali…

Böyle bir durumda, ne yapılabilir? Allah’ın insanlar ve hatta mekânlar hakkında bize yakınlıkları nisbetinde kalbimize yerleştirdiği fıtrî sevgi, bize o kadar yakın olmayana karşı hakkâniyeti kaybetmeden nasıl yaşanabilir, nasıl korunabilir ve nasıl ifade edilebilir?

Kudsî nebî, muazzam bir ‘muhakeme-i hissî’ ve müthiş bir ‘duyguların dengesi’ dersi içeren tek bir cümleyle, bu kıvamı ve ölçüyü gösteriyordu işte.

Damadı Hz. Ali, bir gün gelip “Beni mi, yoksa Fâtıma’yı daha çok seviyorsun?” diye sorduğunda, şu tek cümlelik cevabı vermişti Resûlullah aleyhissalâtu vesselam: “Sen benim için Fâtıma’dan daha değerlisin, Fâtıma da bana senden daha sevimlidir.”

Bir yanda imana ve İslâm’a olan bunca hizmeti ve bunca güzel hasletiyle Hz. Ali’nin onun nazarındaki müstesna değeri; ama diğer tarafta, kızı olması itibarıyla Hz. Fâtıma’ya duyduğu hususî sevgi…

Rahmet peygamberi, hakkâniyeti asla yitirmeden, içine dercedilmiş o fıtrî duyguyu ne kadar da beliğ ifade etmişti: “Sen bana Fâtıma’dan daha değerlisin, Fâtıma bana senden daha sevimlidir.”

Yani, senin benim dünyamda apayrı bir yerin var, Fâtıma’nın da benim dünyamda apayrı bir yeri var. Senin yerine Fâtıma yetişemez, Fâtıma’nın yerine ise sen yetişemezsin. İkiniz, kendi yerinizde müstesnasınız…

Bu cevabı duyduğunda, eminim Hz. Ali çok sevinmiştir. Bu cevabı duyduğunda, eminim Hz. Fâtıma da çok sevinmiştir. Bu cevabı duyduklarında, eminim ikisinin de Hz. Peygamber’e olan sevgileri bir kat daha sağlamlaşmış; birbirlerine olan sevgi ve hürmetleri bir kat daha ziyadeleşmiştir.

Biz de kudsî nebîden bu dersi alıp, hep böyle yapabilsek…

Allah’ın kalbimize koyduğu fıtrî duygudan asabiyet üretmesek… Yahut, asabiyet üretirim korkusuyla bu fıtrî duyguyu örselemesek, zoraki ‘reddeder’ bir tavra girişmesek…

Ne kadar da güzel olurdu, değil mi? Selam  ve dua ile.

Derleyen Kardeşiniz: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: