Ebu Zer ve Bediüzzaman Said Nursi, Hakperestliğin İki Büyük Kalesi

Ebu Zer, bir peygamber çıktığını duyar merakının sevkiyle Mekke’ye koşar. Hiçbir aramanın zevki, heyecanı hakkı aramak kadar etkileyici değildir.

ALLAH RESULÜ İLE BULUŞMA

Koşan elbet varır, düşen kalkar
karataştan su damla damla akar
Arayan hakkı en sonunda bulur

Kureyş’in arasında bir garip gibi dolaştı, onun ile ilgili konuşmalara heyecanla kulak kabarttı. O’nu aradığını bilselerdi öldürürlerdi, çünkü Hak çok mahdut bir insan tarafından biliniyordu. Dinlediklerinden O’nu buldu, “Işığın şemse lüzumu derecesinde peygamber Allah için gereklidir” diyen Bediüzzaman’ın ezeli tespiti mucibince Nebiler Nebisini tek başına buldu “Sabahın hayırlı olsun ey Arap kardeş dedi” Yüreği göğüs kafesini top gibi dövüyordu, karşısında çok farklı bir insan, çok farklı bir duruş vardı. Yüreğini bedenini, havfı, haşyeti, azameti sardı. O, “Selam üzerine olsun ey Kardeş “ dedi. Bir peygamber ve bir ümmet değil sıradan iki insan gibi girdiler konuya. Ebu Zer, “Söylediklerinden bir iki şiir oku” dedi. O, “O şiir değil ki sana terennüm edeyim. O Kur’an-ı Kerim’dir” diye buyurdu. Resulullah’ın fem-i mübareğinden çıkan ayetler, susuzluktun çatlamış toprağa düşen yağmur taneleri idi,kasavet kaplamış kalbi silen bir ışıktı. Hakk’ı, hak cümleleri, ayetleri duyan Ebu Zer, hemen fetret asrının karanlıklarından bir yıldırım hızıyla geçip haykırdı” Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yok! Ve yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” dedi. Hiçbir şey hidayet ile buluşmaktan daha zevkli değildir.

EN ÇOK DİKKAT EDİLECEK NOKTALAR

En tehlikeli iş hidayeti kıymetsiz bir meta gibi taşımak,
ne taşıdığını bilmemek,
ezan sesinden irkilmemek,
ayet sesine kulağı kapalı yaklaşmak,
evrenin güzelliği ile güzeller güzeli arasında irtibat kuramamak,
kendisi için hazırlanan bu evi sahibinden habersiz kullanmak,
sahibini düşünmemek.

Bunlar hidayetin kıymetini bilmemektir.

ALLAH’IN RAHMET VE HİDAYETİNİ ARAMA

Resulullah sordu (ASM) “Ey Arap kardeş kimlerdensin?” Muhatab “Gıfar’danım” diye cevap verdi. Güzeller güzelini yüzünde acı bir tebessüm oluştu, dehşet ve hayret içindeydi. Çünkü Gıfar kabilesi Mekke’nin haramileriydi, herkes onların korkusu ile yaşardı. Adları korku ile eşdeğerdi. Âleme güzellikleri tarif etmek, yaşamak, görmek ve göstermek, âlem kitabını açıklamak için gelen Hazreti Nebi( ASM) “hidayet Allah’ın elindedir, kim ona koşarsa onun olur” dedi. Güneşin pervanesi olan beşinci şahıs oldu Ebu Zer. Âlemin esrarını, insanların simyasını bilen Peygamber-i ali şan, muhatabının mizacına göre konuştu. “Şimdilik kavmine dön, bilahare emrim sana ulaşır” buyurdular.

Ebu Zer, “Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki Mescid-i Haram ‘da Müslüman olduğumu açıklamadıkça kavmime dönmem” Mescid-i Haram’a var gücüyle dalıyor. “Allah bir, Muhammed O’nun Resulüdür” diye haykırıyor. Bu ses Mekke’de sahibi olmayan bir garibin sesi idi, kulaklarına yıldırım çarpmıştı Kureyş’in, dövdüler bayıltıncaya kadar. Resulullah, koştu ama ellerinden alamadı. Bir çere düşündü ve buyurdu

“Ey Kureyş bu adam Gıfar’dandır, siz tüccarsınız kervanlarınız yolu o bölgeden geçer, duyarlarsa malınızı mülkünüzü talan ederler.” Bunun üzerine vazgeçtiler, zulmün sahipleri.

Ebu Zer vazgeçmez, putlara tapan iki kadının putları ile alay eder, kadınlar bağırır, tekrar Ebu Zer feci şekilde dövülür. Olaylar artınca Peygamberimiz ona “Dini açıkça yayma vakti gelinceye kadar kavmine dön.”

Ebu Zer, kavmine döndü, kavmini ve başka bir kavmi İslama çağırdı ve başardı.

HAKKI TUTUP KALDIRMAK

Bediüzzaman da bir hakperestti. Ebu Zer de her ikisi de Hak’dan sapmaların karşısına çıktılar, güçleri yettiğince engellemeye çalıştılar. Bediüzzaman kendini idrak ettiğinde Hak ve Hakikat ayaklar altında idi, o da Akif gibi;

Çiğnerim çiğnenirim Hakk’ı tutar kaldırırım dedi.

Hakikati Hakk’ı ayaklar altına alanların fasid felsefelerini ayaklar altına aldı, Hakk’ı yukarı kaldırdı. Hakikate karşı olan küfürdü, inkârdı, gafletti, dalaletti, ihanetti, din-sizlikdi, o yaptığı işle;

Küfrün bel kemiğini kırdım

diyordu. Bir davranışın karşısında değil, bütün olumsuz davranışlardaki sapmanın kaynağını düzeltmeye yerden kaldırmaya çalıştı. Bütün davranışların kaynağı olan altı imani rüknü güçlendirdi. Allah ile insanlar arasındaki irtibatı temin eden altı erkânı güçlendirerek hak ile halk arasındaki küfür ve inkâr dağlarını eritti, hidayet güneşini doğurdu. Bu tarihte rastlanmamış bir hakperestlik savaşı idi.

BİLİM VE GÖZLEM İLE HAKKI BULMA

Ebu Zer, Peygamberinin, o nurlu arkadaşının davranışından kopan tutumlarla mücadele etti. Çünkü samimi insanlar sapmalardan ötürü kötü durumlara, ezilmeye itilmeye doğru gidiyordu, onları ve Resul’ün davranış miyarını korumaya çalıştı. Onun yüzünde doğru dosdoğru yine orta yerde duruyordu.

Bediüzzaman, Hakkı asrın anlayışına uygun şekilde izah etme lüzumunu hissetti ve hak ve hakikat mücadelesini onun üzerine kurdu. Çünkü İslam batıdaki laboratuara dayalı ilimlerin gelişmesiyle, kitaplı dinlerin itikadı köhnemiş telakki edildi, hak yere düşmekle yüz yüze kaldı. Namık Kemal’in deyişi ile “lemsi ve müşahedesi nakabil” şeyler yok sayılmaya başladı. Bediüzzaman hak ve hakikati, bilimlerin ve gözlemlerin desteği ile herkes tarafından anlaşılır duruma getirdi.

Onun Hakk’ı ve hakikati savunma mücadelesinde hakperestlik davasında iki büyük silahı vardı, gözlem ve ilim. Onun eleştirisi hakkı ve hakikati yeniden yorumlamaktı.

ÖZÜ, SÖZÜ, KALBİ, DİLİ DOĞRU

Resulullah, Medine’ye göçünce, Ebu Zer bir gün Gıfar ve Eslem kabileleri ile birlikte şehre girdi, sevgilinin mescidine gittiler. Fem-i mübareğinden şu dua nebean etti “Gıfar, Allah sizi mağfiret etsin bağışlasın, Eslem Allah sizi kurtulmuş, salim yapsın.” Aynı hakikattan başka bir şeyi telaffuz etmemiş olan ağızdan Ebu Zer’e “Yeryüzü Ebu Zer’den daha doğru bir kimseyi barındırmamış, gölgelendirmemiştir.” Cesaret ve doğruluk, Ebu Zer’in mayasıydı, özüydü, cevheriydi. Özü doğru, sözü doğru, kalbi doğru, dili doğru. Ne başkasını aldatmış, ne de aldatmaya izin verecekti.

Bir gün Resulullah ona şu soruyu sordu;

“Ebu Zer, kendilerine ganimetten pay ayıran bir takım valilerle karşılaşırsan ne yaparsın ?”

Ebu Zer “Seni Hak olarak gönderene yemin olsun ki o zaman kılıcımla onları öldürürüm” dedi.

Resulullah(ASM) “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim ki? Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret”

ZENGİNLİK VE SERVETİN CAZİBESİ

Hz Ebubekir ve Ömer devirlerinde eleştirecek haksızlık görmedi. Fakat fetihler son haddini bulmuş, mala mülke rağbet artmıştı. İslam dünyası zenginleşmişti. Baş döndürücü cazibe ve saptırıcı hoşluğu, dünyanın ahiretin tarlası olması anlayışı insanlara cihadı unutturabilirdi. O servet biriktirenleri görüyor onlara sorumluluklarını hatırlatıyordu. Ama Resulullah’a verdiği söz gereği kılıcına sarılmıyordu. Ona “Gökte ve yerde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” demişti Allah Resulü.

O baskı ve servet kalelerine karşı çıktı. Onları eleştirdi. Ne zaman bir stoklanmış mal, baskıcı bir idare veya dünya sevgisine yönelme görse, bu sözlerini bayrak gibi açıyor, onlarla mücadele ediyordu.

HAKKI EZMEDEN BÜKMEDEN UYGULAYANLAR

İslam tarihinde yozlaşma yorumda başladı, birileri tavizden yana diğerleri tavizsizdi. Muaviye hazretleri ve çevresindekiler tavizden yanaydılar, çünkü mizaçlar hakkı tamamıyla kabul edecek safiyetini kaybetmişti.

Hz Ali ve taraftarları ise tavize yanaşmadılar, bu yüzden taviz ve duruma göre esnek davrananlar kazandılar. Hakkı ezmeden bükmeden düşünenler ve uygulayanlar gerilediler. Gıfar bunların yanındaydı, ama hakkın sürekli kulaklarında sedasının duyulmasından rahatsız oldu insanlar o da yalnızlık içinde yaşadı. Ama meşrebinden taviz vermedi.

HAKİKATİ YENİDEN İZAH ETMEK

Bediüzzaman’ın mücadelesi de buna benzer. Mesele yorumda değil hakikati izah etmekteydi. Hakikat yeni bir izaha muhtaçtı yoksa ezilmiş ve pörsümüştü. Skolâstik vadisinde kalan hakikatin yerini daha canlı ve seküler olan ilim ve şüphe almıştı. Bediüzzaman hakikatin önüne yığılan bu sedleri onu yeniden gözlem ve ilim ile izah ederek açtı ve hakikat güneşini gösterdi.

Bütün İslam dünyası uleması bir yana Bediüzzaman bir yana, İslam ve batı dünyasının maruz kaldığı yıkımı tek başına yeniden inşa etti.

Sadece İslam dünyasını değil kitaplı dinlerin dünyasını da yeniden imar etti. Bu tarihte görülmemiş bir tecdit ve imar hareketiydi. Bu yüzden Bediüzzaman’ın hakperestliği mevzi ve vakalar üzerine kurulmamış evrensel ve globaldi. Bugün eserlerinin din ve mezhep, ırk fark etmeksizin bütün dünyada yayılması, ilgi görmesi bu yüzdendi.

GELİR DENGESİZLİĞİ FİTNEYİ KIŞKIRTIYOR

En ciddi mücadelesi Muaviye Hazretlerine karşı oldu. O birçok İslam beldesine hükmediyor, insanlara hesapsız derecede mal dağıtıyordu. Şam’da birçok konut ve debdebeli saray vardı. Bu gelir dengesizliği fitneyi kışkırtıyordu. Fakir ve muhtaç insanlara dayanak noktası idi. Resulün en yakın arkadaşı ona izin verse fakirler o sarayları dağıtırdı. O zor anlarda hep sözü kılıca tercih etti, eleştirmenin ötesine gitmedi.

Şam’da Hz Muaviye ile karşılaştı, ona cesurca, eğilip bükülmeden, vali olmadan önceki serveti ile şimdiki servetini sordu, Mekke’deki evi ile Şam’daki sarayının arasındaki farkı soruyordu.

Ona ve çevresindeki debdebelilere “Allah Resulü’ne inen Kur’an’ın muhatapları sizler değil misiniz?” ve onlar adına cevap verdi. “Evet, Kur’an size hitaben indi. Ve siz onu Allah Resulü ile beraber müşahede ettiniz. Altın ve gümüşlerini hak yoluna sarf etmeyip biriktirenler için ayeti tekrarladı” Kıyamet günü o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde kızdırılacak da bu mal toplayanların alınları yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara şöyle denecektir. “İşte bu nefisleriniz için kasalara tıkıp sakladıklarınız. Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım.” (Tevbe 35)

DÜNYA MALI BİR EMANETTİR

Hz Muaviye ve yanındakilere ellerinde bulunan malları, saray ve konakları, ihtiyaçları miktarı hariç bir an evvel ellerinden çıkarmaları yolunda nasihatte bulundu. Hz Muaviye Hz Osman’a mektup yazıp, durumu anlattı. Hz Osman onu Medine’ye çağırdı. Hz Osman da onun uzakta tutulmasını istedi, Rebeze denilen mevkiye çekildi.

Halifeye karşı isyan bayrağı çekmek isteyenlere “Allah’a yeminler olsun ki şayet Osman beni en yüksek bir ağaca veya dağa asmak istese gene onun sözünü dinler, ona itaat eder, sabreder ve hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için hayırlı olduğunu düşünürüm.”

O hadisleri hatırlattı insanlara “ Dünya malı bir emanettir. Kıyamet günü bir utançtır, pişmanlıktır. Ancak ondan hakkı olanı alan ve verilmesi gerekeni veren kurtulur.”

Ebu Hureyre’yi bile servetinden dolayı eleştiriyordu.

Hayatı boyunca Allah Resulü ve ilk iki halifesinin sancağını taşıdı.

Kendisine Irak valiliği teklif edilince “Dünyayı üzerime asla salmayın” diyordu. Arkadaşı onun üzerinde eski bir elbise gördü ve “Bundan başka elbisen yok mu? Birkaç gün önce yanında iki yeni elbise görmüştüm “deyince, Ebu Zer “Ey kardeşimin oğlu O iki elbiseyi benden daha muhtaç birine verdim” diye cevap verdi. Arkadaşı Vallahi sen o iki elbiseye daha muhtaçsın” dedi. Ebu Zer bunun üzerine “Allah’ım bağışla! Arkadaşım sen dünyayı gözünde çok büyütüyorsun. Görmüyor musun üzerimde bir gömlek var. Ayrıca Cuma namazı için başka bir tane daha var. Sütünü sağdığım bir keçim, binebildiğim bir eşeğim var. Şu içinde bulunduğumuz halden daha üstünü var mı” diye cevap verdi.

Bediüzzaman Gıfari gibi yaşadı.

Bir avuç yemekle, bir çeyrek ekmekle günlerce idare etti. Sırtındaki cübbesinin asli parçası belli değildi, hayatında sıradan dahi sayılamayacak bir sadelik vardı. “Ben kalbime başka şeyler koymamışım” dedi ve öyle yaşadı. Onun kalbinde ibadeti ve davasından başka şey yoktu. Kimseden bir şey talep etmeden yaşadı.

Ölenlerin bir kabri, bir mülkiyeti onlara ait bir taş ile bir dikdörtgen toprak parçası mülkiyeti varken onun böyle kendinden sonra ona ait bir mülkiyeti de olmadı. Ona kabri de çok gördüler.

Ama o kalblerdeki yerini korudu ve kalbler üzerindeki hâkimiyeti her gün artmakta, dünyada mülkiyet sevdalısı olanlar, kalplerde mülkiyet edinemezler. Menfaati için başkalarına tahakküm edenler, Malik ül Mülkten bir şey elde edemezler.

Nasıl büyük peygamber ölünce zırhı rehinli ise Bediüzzaman öldüğünde de mülkiyet namına kayda değer bir şeyi yoktu. Ama “her kim kendini Allah’a mal ederse bütün eşya onun lehinde olur” sözünce bütün eşya onun lehinde idi. Bütün makul düşünen insanlar da.

PEYGAMBERİMİZİN EBU ZERE TAVSİYELERİ

O Peygamberimizden yedi şeyi almış ve uyguluyordu.
Miskinleri ve onlardan düşkün olanları sevmemi
Kendimden daha düşüklere bakıp, daha iyi durumda olanlara imrenmememi.
Kimseden bir şey istemememi.
Akraba ile ilişkimi sürdürmemi.
Acı da olsa hakikati söylememi.
Allah yolunda kınayıcının kınamasından çekinmememi.
Lahavle vela kuvvete illa billâh, sözünü çok söylememi.

Otoritenin sömürü aracı olarak kullanılmasına ve stoklamaya karşı çıkarak yaşadı. Çölde yanında bir uşak ve eşi bulunduğu halde öldü. Ona kefen olacak kadar bir bez bile yoktu.

İbn-i Mesut oradan geçiyordu, gördü Ebu Zer’i tanıdı. Ölünün yanına oturup ağladı ve Resulullah’ın onun hakkındaki cümleyi tekrar etti.” Ebu Zer’e Allah rahmet etsin

Tek başına yürür..
Tek başına ölür…
Tek başına diriltilir…

O ulaşılamayacak bir yükseklikte öteye gitti. Bizler ibret alalım diye böyle bir karakter Peygamberimizin övgüleriyle yaşadı ve gitti. Acaba onun gibiler kaldı mı ?

BÜYÜK ADAMLAR VE BÜYÜK ÜMİTLER

Bediüzzaman bütün ömrünce her olayda, hakikati söyledi. Nasıl iman esaslarını, Esma yı Hüsna’yı, eşya ve nesneleri, olayları, tarihi, Allah’ın kudretindeki tabiatı hakka ve hakikate göre izah ederek en mükemmel metin örnekleri ortaya çıkardıysa, yaşadığı dönemlerdeki bütün devlet adamlarına, ricale karşı hakikati söylemekten geri durmadı, hiç arkasına bakmadı. Birine dayanmadı, Allah’a dayandı, gariptir hiçbir zaman yenilgiyi tatmadı. En mağlub göründüğü anlarda bile büyük bir galibiyetin temelini attı ve onun üzerine dünyasını ve davasını inşa etti. Çünkü büyük adamlar büyük ümitsizlik anlarında büyük ümitleri inşa ederler, o da böyle bir insandı.

İstanbul, Ankara, Van, Isparta hayatındaki bütün kırılmalardan yeni bir felsefe ile çıktı ve kendini ve davasını yeni bir yapı ve boyutta ortaya koydu.

Her üç insan Peygamberimiz, Ebu Zer ve Bediüzzaman bir hakikatin peşinde onu korumak için hakperestane yaşadılar.

Prof. Dr. Himmet Uç

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: