Eğitimde Geçiş Dönemi ve Kadim Eğitim Kültürümüz (2)

Yunus Emre ne güzel demiş:

İlim ilim ilmektir,

İlim kendin bilmektir,

Sen kendini bilmezsen,

Ya nice okumaktır?

Bu şiir bir manevi anlama ihtiva etse de aslında eğitimin de temelini yansıtır. Eğitim bizim kadim kültürümüzde kendini bilmekle başlar: İnsanın kendindeki değişkenleri fark etmesi, kendi bilincinin farkına varması ve nefsini tanıması. Günümüz deyimiyle ise tamamen aynısı olmasa da bu terimler duygu durumunu kontrol etmek, duygularını bilmek ve onları aklın tekelinde kullanmak olarak literatüre geçmiştir.Dünün irade eğitimi bugün Duygusal Zeka dediğimiz bir terimle batı kaynaklarına girmiştir.

Batı eğitimi saf akıl, IQ kutsamasının bir fayda vermediğini görmeye başladı çünkü irade, anlayış olmadığı takdirde zekânın kontrolsüz bir şekilde savrulduğunu ve kullanışsız olduğunu fark ettiler. Aynı zamanda IQ hiçbir şekilde ne eğitim ne de başka bir dış etkenle değişemediği için üzerine durulması temelsiz bir neden olarak görüldü. Değiştiremediğiniz bir şey üzerinde nasıl düzenleme yapabilirsiniz ki?

Bunların sonucu olarak artık Amerika’da ve bazı ülkelerin kimi okullarında duygusal zekâ üzerine eğitimler başladı. Bu eğitimlerin kapsamı bizim kadim eğitim kültürümüzdeki değerlerle büyük benzerlik gösteriyor. İsterseniz iki örneği bir inceleyelim. İlk olarak bir derviş kıssasını daha sonra Amerika bir kolejdeki duygusal zekâ eğitimini görelim.

Dervişe bir gün sormuşlar:

– Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?

Size farkı gösteriyim deyip, önce sevgiyi dilden kalbine indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi sofrada yerlerini almışlar. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Derviş şöyle bir şart koymuş:

– Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.

Peki deyip çorbalarını içmeyi denemişler.

Fakat kaşıklar uzun geldiğinden sıcak çorbayı döküp saçmaktan hem kendilerini yakmışlar hem de ağızlarına bir damla bile götürememişler. En sonunda bakmışlar olacak gibi değil sofradan aç kalkmışlar.

Daha sonra derviş, bu defa sevgiyi gerçekten bilenleri yemeğe çağırmış. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş, sofraya oturmuş. Onlara da aynı şartı dile getirmiş.

Her biri uzun kaşığını çorbaya daldırmış, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak çorbalarını içmişler Böylece her biri diğerini doyurmuş ve sofradan afiyetle şükrederek kalkmışlar.

Derviş sevgiyi gerçekten yaşayanların farkını soranlara;

İşte! Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında her zaman alan değil veren kazançlıdır.

Birde duygusal zekânın uygulandığı San Francisco Nueava Öğrenme Merkezindeki örneği inceleyelim:  5.sınıftan oluşan bir grup kare şeklinde bir dizi yapboz parçasını bir araya getirmek üzere 3 takıma ayrılmış. İşbirliği Kareleri oyununu oynamaya hazırlanıyor. Oyunun püf noktası takım çalışması içinde hiçbir işaretlemeye izin verilmeden her şeyin tam bir sessizlik içinde gerçekleşmesi.

Öğrenciler yap-bozların parçalarını masaya dökerek çalışmaya başlıyorlar. Daha bir dakika geçmeden, bir grubun takım çalışmasında şaşırtıcı derecede verimli olduğu ortaya çıkıyor; işi birkaç dakika içinde tamamlıyorlar. Dört kişiden oluşan bir grupta herkes kendi yap-bozu üzerinde ayrı ayrı çalışıyor, bu yüzden bir yere varamıyorlar. Sonra bunlar yavaş yavaş beraber çalışmaya başlayarak ilk karelerini bir araya getiriyor ve tüm yap-bozlar tamamlanana kadar da takım halinde çalışmaya devam ediyor. Üçüncü grup ise uğraşmaya devam ediyor… [1]

Aslında iki örnekte ki eğitim metodunun birbirine ne kadar yakın olduğu görülüyor. Bir Amerika eğitim kurumu bunu eğitim yöntemi olarak belirleyebiliyorsa ve gün geçtikçe Amerika, Avrupa, Singapur gibi ülkelerde de bu yaygınlaşıyorsa, kültürümüzün ve değerlerimizin özünde bulunan bu yöntemleri biz neden okullarda uygulayamayalım? Eğer akademik çerçeve gerekli ise bu tür eğitimleri kapsayan yüzlerce eğitim müfredatı zaten makalelerde ve eğitim sistemlerin de var ve yabancı okullarda kullanılmaya başlandı bile.

Verdiğim örnek gibi kadim eğitim kültürümüzden daha yüzlerce eğitim modeli oluşturulabilir. Bu kadar derin bir eğitim kültürüne sahipken neden üzerine düşünüp ondaki cevherleri bulmak yerine kolay bir taklitçilikle, iş işten geçtikten sonra başkalarının kullanıp attığı eğitim modellerini tekrarlayalım? Değişimi gerçekleştirecek nitelikteki güç özümüzde, bizde mevcut. Onu kullanmak için kendimizi zorlamamız gerekmez mi?

Ziyaeddin Halid İpek – cocukaile.net

[1] Daniel Goleman (2016), Duygusal Zeka neden IQ’dan daha önemlidir?(41. Baskı), İstanbul: Varlık Yayınları