Ene binler fünunu bilse de cahildir

ENE BİNLER FÜNUNU BİLSE DE, CEHL-İ MÜREKKEBLE BİR ECHELDİR

        “İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.” (Sözler:538)

GÜNEŞ, ANCAK BİR ME’MUR-U İLÂHİ VE BİR SİRAC-I MÜNEVVERDİR …

“İkinci Nükte: Kur’an Ayeti Kerime ile  der. Eğer desen: Niçin Kur’an, güneşi bir sirac ile tabir ediyor? Halbuki ehl-i fennin yanında güneş, küre-i arza tabi olmaktan pek çok büyüktür. Belki güneş, öyle bir merkezdir ki, küre-i arz, seyyarat ile beraber ona tabidirler.

        Elcevab: Kur’anın, güneşi bir sirac ile tabir etmesinde, âlemi bir kasır misalinde tasvir ve ondaki sair eşyayı o sarayın sükkân ve misafirlerine levazımat ve müzeyyenat ve mat’umat şeklinde tasvir etmektir. Hem bütün bunlar Rahîm ve Kerim bir el tarafından kendi misafir ve hizmetkârlarına hazırlandığını ihsas etmektir. Güneş dahi ancak bir memur-u müsahhar ve bir sirac-ı münevver olduğunu tefhim etmektir. Demek güneşi sirac ile tabir etmekte, Hâlıkın rahmetini azamet-i rububiyeti içinde ihtar ve ihsanını vüs’at-i rahmeti içinde ifham ve keremini haşmet-i saltanatı içinde ihsas etmektir. Hem müşriklerin mabud tevehhüm ettikleri en büyük bir mahluk olan güneşi müsahhar bir mumdar olduğunu göstermekle, Hâlıkın vahdaniyetini ilân etmektir. Evet camid bir sirac-ı müsahhar nerede? İbadete lâyık olmak nerede?

        Hem Kur’anın, güneşi malum  lafzıyla izah eder. Yani: “cereyan ediyor” tabirinde şöyle ulvî bir mana vardır ki, gece ve gündüzün ihtilafı zımnında ve kış ve yazın deveranı içindeki muntazam tasarrufat-ı acibeyi ihtar ve o ihtarda Sâniin saltanat-ı rububiyetini ve infiradı içindeki azamet-i kudretini ifham etmektir. Demek Kur’an, güneş ve kamer noktalarından, zihni gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine; bunlardan da onların içinde mektub olan hâdisat satırlarına tevcih etmektedir. İşte … yani “güneş döner” tabiri, bu manalara bir ünvandır. Binaenaleyh bu zâhir ünvan, maksad için kâfi olup hakikatı ne olursa olsun ona taalluk etmez.

        İşte bak Kur’anın kelimatı zâhiren sehl, basit ve maruf oldukları halde, nasıl latif manaların hazinelerinin birer kapısı ve birer anahtarı olmuşlardır gör. Sonra hikmet-i felsefiyenin tantanalı kelimelerine de bak. Nasıl zâhirî şaşaasıyla beraber hiç bir kemal-i ilmî ve bir zevk-i ruhî vermedikleri gibi, ne bir gaye-i insaniyet ve ne de dinî bir fayda vermiyorlar. Belki ancak sana verdiği şey, müdhiş bir hayret, dehşetli bir vahşet ve bir ürküntüdür. Hem seni ziyadar tevhid semasından düşürüp, karanlıklı kesret girdablarına sukut ettiriyorlar. Şimdi bazı feylesofların güneş hakkında söyledikleri sözlerini dinle, ne diyorlar? Bak diyorlar ki: “Güneş, bir kitle-i mayia-yı azîme-i nâriye olup arzımızdan bir milyon üçyüzbin defa daha büyüktür. Kendi kendine müstakillen mihverinde dönmektedir. Ondan sıçrayan ateş kıvılcımları arzımız ve seyyareler olmuştur. Cesametçe muhtelif şekillerde ve güneşe yakınlık ve uzaklık itibariyle çeşitli mesafelerde bulunan şu ecram-ı azîme, cazibe-i umumiye ile hâlî bir feza içinde güneşin etrafında dönmektedirler. Eğer bu seyyarelerden birisi, tesadüfen -kuyruklu yıldızların çıkması gibi- semavî bir hâdise ile mihverinden çıksa, manzume-i şemsiyede ve dünyada öyle bir herc ü merc husule gelecektir ki, semavat ve zemini dehşet içinde bırakacak.” Şimdi sen kendini dinle; bak, bu mes’ele ne gibi bir fayda sana verdi?

        Feya sübhanallah! Dalaletin acibliğine bak ki, hakikatın şeklini nasıl değiştirmiştir gör. Evet güneş, seyyaratıyla birlikte kendi Fâtır-ı Hakîmlerinin emriyle ve Hâlık-ı Kadirlerinin kuvvetiyle ancak vazifedar bir masnu’ ve müsahhar bir mahluktur. Hem o, kendi azametiyle beraber sema denizinin yüzünde ancak parlak bir katreciktir ki, ona ism-i Nur’dan yalnız bir şua tecelli ile aksetmiştir.

        Evet eğer feylesoflar, kendi mesail-i fenniyelerinde Kur’an’dan bir şu’le dercederek deseler ki: Cenab-ı Hak, şu ecram-ı müdhişe-i camideleri nihayet intizam ve hikmet içinde pek büyük vazifelerde çalıştırıyor, onlar ise onun emrine karşı nihayet itaattadırlar. İşte o zaman onların ilimlerinde bir mana olabilir. Yoksa o camidatı kendi kendilerine veya sebeblere isnad etseler, Kur’anın şu âyetle ferman ettiği manaya masadak olmuş olurlar. Âyetin izahı:

Yani: Her kim Allah’a şerik itikad ederse, güya o kimse gökten yere düşüp, kuş ve kartallar da onun pis lâşesini parçalayan adama, yahut düşerken şiddetli rüzgârlar onu uzak, çorak vadilere atan bedbahta benzer. Yani her kim iman ve tevhid semasından sukut ederse, şirk ve dalaletin girdablarına düşecek, şeytan ve heva-i nefis de onu dalalet vadilerine uçuracaklar. Ve daha bu mes’eleye sair mesail-i felsefiyeyi kıyas et, ne kıymette olduklarını gör.” (B.Mesnevi:485)                                                                                                          

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: