Ene Ve Bilim

İlkokul iki ya da üçüncü sınıfta öğretilen bir konudur dünya ekseni. Beraberinde, ekvator çizgisi, enlem ve boylamlar da anlatılır. Hepsi de, varsayıma dayalıdır. Aslında öyle şeyler yoktur, ama oldukları varsayılır. Bu tarz soyut konular, somut örnekler vermeden anlatılamadığı için öğretmenlerin korkulu rüyasıdır. Allah’tan, benzerlik diye bir şey var. Dünyayı elinize alıp çocuğa gösteremezsiniz, ama bir portakal alıp dünyanın ona benzer bir şey olduğunu söyleyebilirsiniz. Dünya ekseni için de, elinizdeki portakalın üst ortasından alt ortasına doğru geçirdiğiniz şişi misal verebilirsiniz. Böylece, güneşin yerini tutan bir topun etrafında portakalı eğik tutarak, dünyanın güneşe göre konumunu anlatmanız mümkün olur. Nasıl, güzel değil mi?

Aslında olmayan bir olguyu portakalın üzerindeki şiş sayesinde varsayımın ötesine taşırıp, anlaşılır hale getiriyorsunuz. İyi de, dünya üzerinde portakala geçirdiğimiz gibi bir şişin olmadığı gerçeğini nereye koyacağız? Evet doğru; dünya sanki bir ekseni varmış gibi hareket ediyor, ama aslında öyle bir eksen yok. Yani portakalın üzerindeki şiş gibi dünyayı eğik konumda döndüren bir eksenin gerçek âlemde bir karşılığı yok. Tıpkı yerçekimi kanununda olduğu gibi! Yerçekimi kanununda da, insanlar tabiatı gözlemişler ve elmaların—ne kadar yukarıya ya da uzağa atılırsa atılsın—her seferinde yere düştüğünü gözlemlemişler. Aslında, elmaların yere düşmesini gerektirecek de ‘görünür’ bir neden yok ortalıkta. Ama düştüğüne göre bir nedeni olmalı. Nitekim bulunmuş da; çekim kuvveti!

Peki nerede bu çekim kuvveti? Gösterebilir misiniz? Hayır, ama bir yerde olmalı. Yoksa elma niye düşsün ki? Anlayacağınız, gözümüzün hükmü olan elmaların yere düşüşünün gerekçesini, aklımızda kurduğumuz bir çekim kuvveti modeliyle tamamlıyoruz. Hadi bunu yeryüzündeki olaylara uygulayıp kütlenin çekim kuvveti filan diyerek belli bir mantığa oturtabiliyoruz. Bize saçma gözükmüyor. Peki ama uçsuz bucaksız uzayda sayısız gök cismi arasında hatırı sayılır bir çarpışma olmamasını bir tek çekim kanununuyla açıklayabilir misiniz? Bu size makul görünüyor mu?

Bana kalırsa, bırakın çekim kanununu, hiçbir kanunla açıklayamayız. Manyetik alan teorileri filan da yetmez bunu açıklamaya. Çünkü bu o kadar muazzam bir olay ki, kanunun kralı gelse bu olayların üzerinde hakimiyet kuramaz. Şahsen, tastamam bir mucizeyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Şaşırdınız mı? Hiç şaşırmayın. Milyonlarca gök cisminin uzay denizinde sanki kendi rotasını biliyor gibi yoluna devam etmesi mucize değil de nedir? Siz neye mucize diyorsunuz?

Entrika denir ya, hakikaten bu bilim dünyasında garip entrikalar dönüyor. Bunu hissediyorum. Doğru dürüst sorgulanamayan bilimsel teoriler ve kanunlar, sanki gerçeğin ta kendisiymiş gibi, kitaptan kitaba, ağızdan ağıza taşınıp duruyor. Ezberci eğitim mi diyorsunuz; alın size ezberci eğitimin daniskası! Hem de bilimsel! Bu arada, esas numara nerede yapılıyor biliyor musunuz? Yerçekimi ve tabiatın işleyişiyle alâkalı kanunların hepsi, sanki ‘itibarî’ değil de bedenî olan bir özneymiş gibi ortaya konuyor. Sanki elmayı yere düşüren başka bir kuvvet değil de, yerçekimi kanununun ta kendisi! Size de tuhaf gelmiyor mu bu?

Nasıl oluyor da, gerçek dünyada birebir karşılığı olmayan zihnî modeller, somutlaştırılıp özne konumuna geçiriliyor? Dünya ekseni, yerçekimi kanunu, tabiat kanunları… kendilerine atfedilen bu kadar kuvveti kimden, hangi güçten alıyor? İşin sırrı, galiba bu olaylara bir anlam vermeye çalışan bilim adamında düğümleniyor. Neticede o da insan. Üstelik bu insanların çoğu, daha masaya oturmadan Allah’ı masanın dışına itmeyi marifet sayıyor. E, bu durumda kâinatta olan biten olayları nasıl açıklayacaksınız? “Mucize” diye açıklayamayacağınıza göre, “kanun” namı altında bir şeylere ilim, irade ve kuvvet atfetmeye mecbursunuz. Sizce de bunun başka bir izahı var mı?

İnsan kendisini bir kere “fail-i bizzat” sanmaya görsün. Her şeyi kendi gücü ve aklıyla yapabildiğini düşünen bir insanın, kâinatta cereyan eden diğer olayların da kendi kendine olduğunu söylemesi doğrusunu söylemek gerekirse, çaldığı minareye kılıf uydurmaktan hiç de farklı bir tutum değil. Kanun filan, minarenin kılıfı sadece. Dileyen, “teferruatı” da diyebilir. Hakikaten, boşuna denmemiş, “iç dünyada ene, dış dünyada tabiat insanları ayartan tağutlardandır” diye.

Ene ile tabiat (ve tabiat kanunları) arasında çok yakın bir irtibat söz konusu. Ene Allah’ı gösteren bir anahtar değilse, otomatikman kendini ilah gibi görmeye başlıyor. Sonra tabiatı da ilahlaştırmaya başlıyor. İlim, irade ve kudretin her türlüsünün sergilendiği kâinat, bir de bakıyorsunuz, kendi kendisinin tanrısı oluvermiş. Kanunlar da, bu arada, itibarî ve mevhum iken, hiç vakit kaybetmeksizin bir kimlik ve vücut kazanıp çıkıyorlar karşımıza. Gölge iken, birden asalet kazanıyorlar. Allah’a işaret eden âyetler iken, bir hokus-pokusla kendini gösteren isimlere (kanunlara) dönüşüyorlar.

İç güdü konusunda da olan bu değil mi? Bilim adamlarının çoğuna sorsanız, arıların yaptıkları mühendislik harikası ve mucize eseri olan petekler, örümceklerin ördükleri ağlar, hatta tüm hayvanların bütün yaptıkları sadece kendilerinde başlayıp kendilerinde biten bir içsel yönelim ile mümkün oluyor. Yani, arının beyninde veya vücudunun gösterilemeyen başka bir bölümünde, o peteği yapmasına yarayan bir eğilim var. İşte, ene sahibi her varlığa fail sıfatı yakıştırmasının sonunda gelinen acayip bir kör nokta! Bu öyle bir nokta ki, bilim adamı gibi ciddi bir insanı bile, en can alıcı yerinden, kendi bilimsel netlik iddiasından vuruyor. Böyle bir şey olabilir mi? Sen bilim adamı olacaksın, gördüğüme, duyduğuma, ispat ettiğime inanırım diyeceksin; sonra çıkıp açıklayamadığın ve ispatlayamadığın bir olaya “iç güdü” deyip işin içinden çıkacaksın. Kusura bakma, ama senin yaptığına omurgasızlık derler.

Halbuki, bir çocuğun çıplak gözüyle hesapsız ve ön yargısız bakabilsen göreceksin ki, bu olaylar, hayvanlarda görülen bütün şuurî ve mükemmel hareketler tamamen bir mucize eseridir. Akılla izah edilecek şeyler değildir. Ve bu mucize, o hayvanların etinde kemiğinde ya da vücudunun başka bir yerinde saklı da değildir. Bir Nazım-ı Hakîm bunları ilmiyle, iradesiyle ve kudretiyle sevk ediyor. Ne var bu kolay ve makul yolu kabul etsen. Ama bunun için önce eneyi (ego) tamir etmen gerekiyor. Kendine dönüp tekrar bir nefis muhasebesi yapman icap ediyor. Yoksa, yetişkinlere mahsus bir rasyonel akıl esareti altında kendi uydurduğun ezberleri bozuk plak gibi tekrar edip duracaksın. Sana da yazık değil mi?

Kâinatın bir sevk-i ilahi ile harekatta bulunduğunu kabul etsen, her şey yerli yerine oturacak oysa. Bu sayede dünya ekseni, yerçekimi kanunu, iç güdü gibi kavramlara uluhiyet yükleme akılsızlığına düşmeyeceksin. Çocukları da kendine güldürmeyeceksin. Hem unutma ki, iç dünyandaki eneleri kalınlaştırmanın neticesi, Allah’a götüren yolların incelmesidir. İyisi mi, kâinatı sahibine ver, rahat et. Bu şekilde gittiğin yolda devam edersen, Mizan’da o kâinatın sahibi sana fazlasıyla ‘sıcak’ muamelede bulunur. Bak, sonra söylemedi deme!

Tarık Uslu

Zafer Dergisi