Engelsiz Tarihimiz!

“Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” hadisini hayata tatbik eden ceddimiz engelli vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela. Görme engelliler medreselerde hafız yapılmış ve iaşesini devlet karşılamış. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Biliyorsunuz, Şuayb ve Yakup aleyhisselam âmâ idiler. Görme engelli kişilerin nübüvvet makamına çıkarılması ne kadar ilginç ve geleceğe mesaj açısından ne kadar manidar…

Demek oluyor ki, insanın engeli, onun peygamber olmasına bile engel değil.

O zaman hiçbir şeye engel olmamalı.

Zaten Allah insanların şekline değil, kalbine bakar.

Ashabdan görme engelli bir Abdullah bin Ümmi Mektûm var. Peygamber Efendimiz yirmi yedi defa Medine dışına çıkmış ve on üçünde Abdullah bin Ümmi Mektûm’u kendi yerine vekil tayin etmiş.

Hadis-i şerifte, “Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” buyruluyor. Bir âmâyı, bir engelliyi kırk adım götüren ya da ona yardımcı olan insana cennet vaat ediliyorsa, o engeli yaşayana kim bilir ne nimetler var?

Yazık ki günümüzde çoğumuz bu açıdan bakamıyoruz. Ama Osmanlı bu açıdan yaklaşmış sanırım. Özürlü vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş… Arşivlere girdiğimizde bunları görüyoruz. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela… Siirt’te vakıf var. Ayrıca Osmanlı, görme engellileri medreselerde hafız yapmış ve iaşesini devlet karşılamış. Bu alan görme engelliler için bir meslek alanı olmuş. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Evliya Çelebi’nin notlarından, 1500-1700’lerde Osmanlı mahkemelerinde hizmet veren bir sağırlar topluluğu olduğunu anlıyoruz.

Dilsizlerin eğitimi için ilk mektep 1889 yılında Sultanahmet’teki Hamidiye Ticaret Mektebi bünyesinde özel bir bölüm olarak açılmıştır.

İlk İşitme Engelliler Okulu, II. Abdülhamid tarafından, 1902’de kuruldu: Yıldız Sağırlar Okulu. Bu okulda, günümüz Türk İşaret Dili’nin muhtemel alt yapısını oluşturan Osmanlı İşaret Dili, öğretmenler tarafından okullarda sözel dille beraber kullanılıyordu. Tıpkı yazılı dilde olduğu gibi, bu okulda kullanılan işaret alfabesi de şu anda kullanılan alfabeden farklıydı. Bu okullarda Batı’da kullanılan işaret dillerinin kullanıldığına dair de hiçbir kanıt yoktur.

Osmanlı’da engellilerin tedavisi

Bedensel engellilere yönelik yardım çalışmaları Osmanlılara hatta Selçuklulara dayanıyor. Selçuklular devrinde bir yardım kurumu olarak faaliyet gösteren Ahilik teşkilatının engellilere de hizmet götürdüğünü çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz.

II. Abdülhamit tarafından kurulan Darülaceze bünyesinde kimsesiz, fakir, çalışamayacak olanların yanısıra bedensel engelliler de barındırılmıştır.

Türkiye’de ilk rehabilitasyon çalışmalarına Bursa’da başlanmıştır. Harp sakatlarına protez sağlamak amacıyla 1918 yılında bir atölye açılmıştır. Bugünkü adı Bursa Kara Kuvvetleri Komutanlığı Fizik Tedavi Hidroklimatoloji ve Rehabilitasyon Hastanesi olan Bursa Askerî Hastanesi,1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nda yaralananlar ve sakatlar için kurulmuş ve bunların bakımı, tedavisi ve tertipleri yapılmıştır.

Osmanlı dönemi incelendiğinde ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavilerine büyük önem verildiği ve tedavileri için her türlü imkânın seferber edildiği görülmektedir.

Aynı dönemlerde Avrupa’da akıl hastaları “içlerinde şeytan var” denilerek yakılırken, Osmanlı’da ruhsal ve zihinsel engelliler müzik ve suyla tedavi edilmekteydi.

Osmanlı döneminde sadece ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavi edildiği yerlere “bimarhane” denilmekteydi. Bimarhane kelimesinin zaman içerisinde anlam kayması sonucu “tımarhane” gibi sadece akıl hastanelerinin tedavi edildiği yer anlamına geldiği kabul edilmektedir.

İmparatorluğun en parlak devrinde Mimar Sinan tarafından İstanbul’da inşa edilen, bugüne sağlam durumda ulaşan Haseki Hastanesi (1538-1550), Süleymaniye Külliyesi’ndeki şifahane ile tıp medresesi (1550-1557) ve Atik Valide Hastanesi (1583-1587) her türlü hastanın yanısıra akıl hastalarının da tedavi edildiği ünlü Osmanlı hastaneleridir.

Edirne’deki II. Bayezid Darüşşifası, gerek ilk defa az personelle yüksek randıman almayı amaçlayan merkezî sistemi ve gerekse o döneme göre çok ileri hatta 18-19. yüzyıllardaki hastane yapılarına ışık tutacak kadar mükemmel hastanelerden biridir.

Osmanlı’da “bizebanlar”

Bizebanlar, Osmanlı devlet örgütünde sarayda ve Babıâli’de görevli dilsizler… Farsça “dilsiz” sözcüğünün karşılığı olan “bizeban”dan gelmektedir. Gizli konuşmaların dinlenilmemesi, birtakım sırların dışarı sızmaması için Fatih zamanından beri var olan bir kurum… Kurumda istihdam edilen dilsizler, başdilsizin yönetiminde çalışırdı. Kıdemleri arttıkça, “soyunuk eski” ve “bıçaklı eski” gibi unvanlar alırlardı.

Önceleri yalnızca saraylarda padişahların hizmetinde görevlendirilirken, giderek sadrazamların ve öteki üst düzey yöneticilerin gizli oturumlarında hizmet etmeye de başladılar. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar bu gelenek sürdü.

Devletin sırları, konuşma ve işitme engellilere emanetti…

Osmanlı Sarayı’nda padişahın çalışma ofislerinin bulunduğu iç kısımda sağır ve dilsizler görev yapardı; devlet adamları bunlarla anlaşabilmek için dillerini öğrenmek zorundaydı. Bunların anlaşmak için kendilerine mahsus işaretleri ve el hareketleri vardı. Bunlara “dilsiz dili” denirdi. Bütün saray halkı bu dili öğrenmişti.

Padişahın huzurunda konuşmak ayıp sayıldığı için saraylılar bu dille anlaşırlar, hatta başka zamanlarda bile bu dille birbirlerine hikâyeler anlatırlardı. Dilsiz dili sarayda neredeyse moda olmuştu. Sağır-dilsiz görevliler Tanzimat’ın ilanından sonra kurulan meclislerde ve heyet-i vükelâ denilen bakanlar kurulunda kullanıldı.

Saray cüceleri

Genel olarak bu sınıfın saraydaki konumu şöyle açıklanabilir: Tarihte bütün dünyada görülebilen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da bir başka şekilde ortaya çıkmış ve sarayda cücelerin istihdamı başlamıştır.

Dünyada birçok ülkede görülen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da pek fazla yer tutmamıştır. Ama cücelere yer verilmiştir. Daha ziyade bedenî mükemmeliyet gerektirmeyen işlere bakarlardı. Mesela Enderun’da hafızü’l-kütüplük, yani kütüphane memurluğu yaparlardı. Kabiliyetli olanları “Pars Kethüdalığı”na yükselerek ülkedeki hastahanelerin gelir ve masraflarına bakarlardı.

Hoş sohbeti, tatlı dili, hatta umumî kültürüyle padişahın nedimi demek olan musahipliğe kadar çıkanları bile vardı.

Görme engelli mimar Carlos Mourao Pereira “İstanbul’a ve Osmanlı mimarisine hayranım, çünkü tarihî mekânlar engelliler hesaba katılarak inşa edilmiş, tüm duyulara hitap ediyor” diyor. “Artık mimarî yapılarda avlu kullanmıyorlar. Oysa avlular görme engellilerin sesleri daha iyi algılayıp rahatsız olmadan bulunabilecekleri mekânlar; Süleymaniye bu anlamda muhteşem.”

İstanbul’da tarihî mekânların birçok duyuya hitap edecek şekilde yapıldığını anlatan Mourao, “İstanbul’daki tarihî mekânlarda bulunmaktan keyif alıyorum. Mimarî öyle olağanüstü ki akustik ve kokular sayesinde mekânı algılayabiliyorum” diyor.

Yavuz Bahadıroğlu / Moral Dünyası Dergisi