Erzurumlu İbrahim Hakkı Kimdir?

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Anadolu’da yetişen en büyük alim, mutasavvıf ve Allah dostlarından Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri 18 Mayis 1703 tarihinde Erzurum´un Hasankale ilçesinde dünyaya geldi. Babası Derviş Osman, Annesi Mahmud kızı Şerife Hanife Hatun´dur. Hazreti Peygamber(sav) efendimizin soyundan gelmektedir.
9 yaşındayken Tillo´ya gitti. Şeyh İsmail Fakirullah´dan dersler aldı.1719 yılında babası vefat edince tekrar Erzurum’a geldi. Erzurum müftüsü Hazik Muhammed´den Arapça ve Farsça öğrendi. Bir müddet sonra tekrar Tillo´ya döndü. Şeyhinin torunuyla (bazı kaynaklar kızı olduğunu yazmaktadır) evlendi. 15 yıl orada kaldı. 1750 de Hicaz´a, 1766 da İstanbul´a gitti. I.Mahmud´un davetiyle saraya girdi. Saray kütüphanesinde çalışmasına izin verildi. Özellikle yeni astronomiye ilgisinin bu kütüphanedeki çalışmalarıyla başladığı söylenebilir. İbrahim Hakkı İstanbul’da iken kendisine müderrislik pâyesi verildi ve ders okutması şartıyla Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı tevcih edildi. Erzurum’a döndükten sonra Habib Efendi Camisi’ndeki imamlık görevini sürdürdü.
O günün şartlarına göre çok ileri seviyede dini ve fenni ilimler tahsil etmiştir. Hem dini ilimlerde, hem de fenni ilimlerde üstünlüğü ifade eden “Zülcenaheyn” yani “İki kanatlı” unvanını elde etmiştir.
İbrahim Hakkı, din ilimleriyle fen bilimlerini birleştiren, fen bilimlerini Allah’ı bilmeye basamak yapan bir ilim adamıdır.
İbrahim Hakkı, ilimleri kâinatı kuşatan bir metotla ele almak istemiştir ve birlik içerisinde bütün bilimleri birbiriyle kaynaştırmaya çalışmıştır. Bilimleri bir cepheden evren ve beden bilimleri, diğer bir cepheden ise beden ve kalp bilimleri diye ikiye ayırmıştır. Ve bunların birbirlerini tamamlayan nitelikte olduğunu dile getirmiştir. Kendi ifadesiyle “Kâinat ilmi, beden ilmine yardımcı olduğu gibi, beden ilmi de kalp ilmine yardımcı ve yol göstericidir”.
Yine ona göre insan Allah’ın eseri olan tabiatı ne kadar iyi anlarsa, Allah’ı da o kadar anlamış olur.
Büyük mütefekkir İbrahim Hakkı Hazretleri hadis ve fıkıhta, tasavvuf ve edebiyatta, psikoloji ve sosyolojide, tıp ve astronomide büyük bir kudret ve yetenek göstermiştir..Ayrıca, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir.
İlk ana eseri Divanı’dır. 1755’te yazılmış. Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanı ismini taşır. 230 sayfadır. Divanı büyük oğlu İsmail Fehim’e ithaf edilmiştir. İsmail Fehim astronomi ve müzikle uğraşan güzel kanun, santur çalan bir zattır. 74 telli bir santuru vardı.
İkinci ana eseri Marifetname’dir. 1757’de yazılmıştır. Ortalama 600 büyük sayfadır. El yazmaları 2 cilt olup, halen Tillo’da torunlarından Sadettin TOPRAK tarafından muhafaza edilmektedir.
Eser bir önsöz, üç büyük bölüm ve bir sonsöz ihtiva eder.
Birinci bölüm Fenn-i Evvel’dir. Allah’ın varlığını, birliğini anlattıktan sonra yalın ve bileşik cisimleri, madenleri, bitkileri ve nihayet insanı anlatır. Sonra geometri, astronomi ve takvim konuları yer alır. Coğrafyaya ait bölümünde 100’den fazla ilin hangi enlem ve boylamda olduğunu göstermiştir. Ayrıca, “Hiçbir çağda yerin döndüğüne inananlar eksik olmamıştır.” demiştir.
İkinci bölümde fenn-i Sani, anatomi, fizyoloji gibi bilimler yer alır. İnsan vücudunu estetik bakımdan da incelemiş, araya beyitler sıkıştırmıştır. Vücut yapısı ile huy arasındaki ilişkiye inanmış ve bunu şiirle anlatmıştır. Bu bölümün sonunda ruha, sağlığa ve ölüme ait geniş bilgi vardır.
Üçüncü bölüm olan fenn-i Salis, dini, ilahi ve felsefi içeriklidir.
Kırk sayfa tutan son bölüm törebilimdir diyebiliriz. Öğretimin yol ve yöntemini, öğrencinin üstadına takınacağı tutumu, ana ve babaya karşı saygı ve sevgi, evlenme ve evlenmede aranacak nitelikler, karı-kocanın birbiriyle ilişkileri töresi, çocuklara karşı görevleri, akraba, hizmetçi, komşu, dost, halk ve bilginlerle görüşüp konuşma yolu ve töreleri yer alır.
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Marifetname’den bir mısradır.
Üçüncü büyük eseri İrfaniye’dir. 1761’de yazılmıştır. 495 sayfadır. Konusu “Kendisini bilmeyen, Rabbini bilemez.” anlamındaki hadistir. İnsan vücudu evrene benzetilmiştir. Vücutta akıl, evrende Rab gibidir.
Oğullarından birine ithaf ettiği İrfâniyye adlı eserinin sonunda yer alan, “Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclisine gelesin; herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir ferdi hakir görmeyesin ve kimseden hiçbir nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın; tezyîn-i zâhiri koyup gökçek ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin” şeklindeki nasihatleri dikkat çekicidir.
Dördüncü ana eseri İnsaniye’dir. 1763’te yazılmıştır. 722 sayfadır. 140 kitaptan üç lisan üzere cem edilmiştir.
Beşinci büyük eseri Mecmuat-ül Mani, 1765’te yazılmıştır. Bu kitapta münacaatlar, şükürnameler ve Şifa-üs Sudur başlığı altında topladığı manzumeleri vardır. Fakirullah’ın ölümü, oğul ve torunlarının doğumuna, hacca gidişine ait düşürdüğü tarihler de bu kitaptadır. 
Arapça, Farsça ve Türkçe bir de sözlüğü vardır.
İbrahim Hakkı’nın günümüze kadar kalmış bir de Ruzname’si vardır. 1753 yılında yapılmış, yüzyıllarca takvim işini görebildiği için Devr-i Daim de denen araç, 52,5 Cm çapında bir ağaç çembere gerilmiş derinin birçok daire ve yarıçaplara bölünmesi ile meydana gelmiştir. Siirt ve Tillo gibi 40. Enlemde bulunan yerlere göre düzenlenmiştir. Bir göç yılının herhangi bir ayının bir günü aranırken bunun haftanın hangi günü olduğu, o gün güneşin kaçta doğup battığı kolayca bulunabilir. Duvar ve cep takvimlerinin bulunmadığı bir dönemde bu aracın önemi açıktır.
Hiçbir ilmî gelişmenin Allah’ın evreni yaratıp yönettiği gerçeğine aykırı olamayacağını belirten İbrâhim Hakkı, bütün gelişmelerin bu inanç çerçevesinde yorumlanması gerektiğini sık sık vurgular.
İbrâhim Hakkı, evliyâ-yı kirâmın yazdığı bütün kitapların şeriatla uyuştuğunu, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kitaplarının “usul ve fürûa mutâbık” olduğunu, fakat okuyucunun anlama kabiliyetinin yetersizliği yüzünden bu konuda avam arasında şüphe doğduğunu belirtme ihtiyacı duyar.
Bediüzzaman Hazretleri’nin Muhyiddin İbnül Arabi için görüşleri.
Bediüzzaman Muhyiddin-i Arabî’yi “harika-ı yı hakikat” ve “dahiye-i ilm-i esrar” olarak ifade veya tarif eder. Bediüzzaman onu bir kartal’a kendisini de bir sineğe benzetir. Ama ondan sonra gelen ifadelerinde farkını da ortaya koymaktan geri durmaz. “ Ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim”(9 Lem’a ) Daha yüksek uçmak daha farklı görmektir, yüksekten uçan daha yüksekten görür. Bu yüksek uçmasının nedeni olarak da “Nusus-ı Kur’an’iyeye istinaden bahse girişeceğim “der. Nusus Kur’an ayetlerinin sarahati demektir. Kur’an ayetlerinin sarahati ona daha yüksekten uçma ve daha gerçekçi görme hassası kazandırmıştır.
Nakkad ‘da altının ayarını iyiden iyiye ölçen demektir. Bediüzzaman da bir nakkaddır, Kardeşim bil ki Hazret-i Muhiddin aldatmaz fakat aldanır “ İkinci eleştirel yorumu “ Hadidir ama her kitabında muhdi olamıyor” “Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir” Vahdet ül vücud meşrebince eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zat harika keşfiyatıyla ve müşahadatıyla ve mühim bir meşrep sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden bilmecburiye zayıf tevilatla, tekellüflü bir surette, bazı ayatı meşrebine meşhudatına tatbik ediyor, ayatın sarahatini incitiyor.
Sair risalelerde cadde-i müstakime-i Kur’an’iye ve minhac-ı kavim-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zat-ı kudsinin kendine mahsus bir makamı var, hem makbulindendir. Fakat mizansız keşfiyatında hudutları çiğnemiş ve cumhur-ı muhakkikine çok meselelerde muhalefet etmiş.
Bediüzzaman hesap meydanında Allah’ın kulunun değerini belirlerken iyiliği ile kötülüğünü mizanında tartıp iyiliği ağır gelse- galibiyeti mağlubiyeti noktasında- o kulunu affedecektir, yolunda ifadelerde bulunur.
Bediüzzaman mutasavvıfları, muhaddisleri, ulemayı bahsin gereğine göre insan ve konuyu iyiden iyiye tartıp dengeledikten sonra yorum yapar. Mizaca dayalı, eleştiriler yapmaz.
Yukarıda iki yönlü eleştiri yapılmış, hem olumlu hem de olumsuz yönler nazara verilmiş.
”Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin-i Arabi (Ks) ve İnsan-ı Kamil denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (Ks) gibi evliya-yı meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki arz-ı beyzadan ve Fütuhat’ta “ meşmeşiye “ dedikleri acaipden bahsediyorlar, “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur?
Doğru ise hâlbuki bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul etmiyorlar.
Eğer doğru olmazsa bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir.
Elcevap; O n l a r ehl-i hak ve hakikattırlar, hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek , “asfiya “ denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi asfiya makamına çıktıkları zaman kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler. “
Bediüzzaman Âlem-i İslamiyet penceresini peygamberimizin açtığını ve İslam’ın önemli şahısları o pencereden hakikatı gördüklerini söylediği gibi, başka bir değerlendirmesinde Peygamberimizi güneş, yine aynı zatları bunlar arasında Muhyiddin-i Arabi de o güneşten istifade etmişler ve insanlığı aydınlatmışlardır. 
İnsanı küçük âlem kabul eden anlayışa İbrâhim Hakkı da büyük önem verir. Bütün mutasavvıflar gibi onun için de hayatın en yüksek gayesi mârifet, mârifetin en yüce derecesi mârifetullahtır. Mârifetullahın anahtarı kendini bilmek, kendini bilmenin anahtarı da âlemi bilmektir.
Allah bütün âlemi insanın buyruğuna vermiş, insanın bedenini de ruhuna itaat ettirmiştir ki insan kendi bedenine, organlarının oluşumuna, güçlerinin tertibine bakarak aşağı ve yukarı âlemde bunun benzerlerini bulup aynı düzenin orada da sürdüğünü görsün; özellikle kendi ruhunun bedenini yönetmesi gibi Allah’ın da evren üzerinde tasarrufta bulunup onu yönettiğini anlasın, buradan hareketle Allah’ın fiillerine ve sıfatlarına vâkıf olarak sevgisini ve kulluğunu O’na yöneltsin ve böylece irfan ehline katılsın. İbrahim Hakkı bu gayelere ulaşmak için sahih bir itikat ve düzenli ibadete ihtiyaç bulunduğunu önemle belirtmiştir. Ona göre ebedî kurtuluşu kazanmanın tek şartı Kitap ve Sünnet’le amel etmektir.
Her türlü ferdî ve içtimaî problemi aşmanın Kur’an’a uymakla mümkün olduğuna işaret eden ve bununla ilgili âyet ve hadisleri sıralayan İbrâhim Hakkı aynı şekilde Hz. Peygamber’e uyup onun yolundan gitmenin gerekliliğine dair âyet ve hadisleri kaydettikten sonra,
“Hudâ rabbim nebim hakkā Muhammed’dir resûlullah / Hem İslâm dînidir dînim kitâbımdır kelâmullah” beytiyle başlayan 116 beyitlik manzumesinde Ehl-i sünnet akaidini özetlemiştir.
İbrâhim Hakkı, Allah’ın varlığını ispat için imkân delilini esas almış, bu çerçevede âyetlerden de faydalanarak bazı kozmolojik deliller sıraladıktan sonra âlemin hâdis olduğuna selim aklın kesin bir burhanla şehâdette bulunduğunu, irfan ehlinin, o yüce yaratıcının icat ve yaratma sırlarını zahir ve batın âleminde güneşli günden daha aydın ve açık olarak müşahede ettiğini söylemiştir.
İbrahim Hakkı Hazretleri İbn Abbas’tan nakledilen öküz ve balık kıssasının sahih olduğu tesbit edildiği takdirde bunun öküz burcu ve balık burcu olarak yorumlanması gerektiğini belirttikten sonra Hz. Peygamber’in, “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisini hatırlatarak umûr-i dîniyyeden olmayan şeylerin din âlimlerinden sorulmaması gerektiğini söylemek suretiyle dinî ilimlerle pozitif bilimlerin metotlarının ayrı olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.
“Pes âlem ne hey’ette olursa olsun ve ne cihetle hareket kılarsa kılsın cümlesi ol bedî‘… Hazretlerinin kemâl-i kudret ve azametine dâldir ve bizlere lâzım olan ancak bu nazar-ı ibretle kesb-i kemâldir” diyerek dinle bilim arasında doğru bir ilişki kurmanın yolunu göstermiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuda yorumu şöyledir.
Bedîüzzaman bu hadîsin üç farklı yorumu olabileceği üzerinde durur:
1. Arşın bir takım müekkel melekleri bulunduğu gibi, dünyanın da Sevr ve Hut isminde iki tane müekkel meleği bulunur. Arzın bir kısmı toprak, diğer kısmı ise sudur. Su kısmını şenlendiren balık, toprak kısmını şenlendiren ise insanların maişetinin omzuna yüklendiği öküzdür. Dünyaya müekkel olan bu iki melek, hem kumandan hem nazır olduklarından, balık ve öküz nev’îleriyle bir şekilde münasebeti bulunuyor. Allah a’lem o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misaldeki temessülleri de öküz ve balık şeklindedir. İşte bu münasebete ve o nezarete işaret etmek ve insanların rızık bakımından muhtaç oldukları bu iki hayvana imada bulunmak için “Dünya öküz ve balık üstündedir” denilmiştir. 
2. “Bu devlet ne üzerinde duruyor?” diye sorulduğunda “Kılıç ve kalem üzerinde duruyor” şeklinde bir cevap verilse, bundan; “devletin, askerî güç ve devlet memurlarının adalet ve dirayeti üzerinde durduğu” anlaşılır. Dünyanın öküz ve balık üzerinde durması da böyledir. Yeryüzünde sahil kesiminde yaşayan insanların geçim vasıtası balıktır, denizden uzak yerlerde yaşayanların geçim vasıtası ise genellikle ziraattır: ziraat da öküzün omzundadır. Ne zaman balık milyonlarca yumurtayı yumurtlamaz ve öküz çalışmazsa insanların geçim meselesi sıkıntıya girer, hayat yaşanamaz hale gelir. Allah’ın rahmet, inayet ve ihsanını hatırlamak maksadıyla dünyanın öküz ve balık üzerinde olduğunun söylenmesi yerinde bir ifadedir. 
3. Dünya, Güneş’in etrafında dönerken takip ettiği yörüngenin her otuz derecesine burç ismi verilir. Bu otuz derecelik yerde bulunan yıldızların arasına farazî bir hat çekilse, bazıları aslan, bazıları terazi, bazıları öküz, bazıları balık şeklini alır; işte burçlar da bu isimlerle anılır. Eski astronomi burçları semada, yeni astronomi ise dünyanın döndüğü yörünge üzerinde kabul eder. Ancak netice itibariyle değişen bir şey yoktur. 
“Dünya öküz ve balık üzerindedir” hadisi iki şekilde rivayet edilmiştir. Birincisi burada ifade ettiğimiz gibi tek cümle halinde olanıdır. İkincisi ise şöyledir:
Dünyanın öküz burcunda bulunduğu bir zaman Hz. Peygamber’e (asm) “Dünya ne üzerindedir?” diye sorulmuş, Hz. Peygamber (asm) “Öküz üzerindedir” şeklinde cevap vermiş. Dünya balık burcunda iken yine Hz. Peygamber’e (asm) “Dünya ne üzerindedir?” diye sorulmuş, bu sefer “Balık üzerindedir” şeklinde cevap vermiş. Sonra bu iki rivayet birleştirilerek “Dünya öküz ve balık üzerindedir” şeklinde rivayet edilmiş. Hadisin bu şekilde vârid olması dikkate alındığında ise, bu hadisle dünyanın hangi burçta bulunduğu ifade edilmek istenmiştir. 
İbrahim Hakkı Hazretleri müneccimlerle tabiatçı filozofların yüce yaratıcının bilgisinden mahrum olduklarını, bütün olup bitenleri yıldızlara ve tabiata bağlayarak sapıklığa düştüklerini söyler.
Onun, dünyayı çevreleyen hava tabakasının çeşitli katlarında cereyan eden klimatolojik değişmelerin güneş ısısının yerden yansımasından ileri geldiği ve bu yansımaya en yakın olan bölgelerde havanın daha sıcak olacağı, yükseklere çıkıldıkça sıcaklığın düşeceği gibi tespitleriyle bugünkü bilim seviyesine yaklaştığı kabul edilmektedir.
İbrahim Hakkı, dünyanın yuvarlak olduğuna dair yeni deliller ortaya koyarken dünyanın güneşin etrafında ve kendi çevresinde dönüşünü, gece ve gündüzün meydana gelişini de ilmî olarak anlatmakta, bu arada Macellan’ın dünyayı dolaşması ve Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfi hakkında malumat vermektedir.
İbrahim Hakkı, insanın anatomisi ve fizyolojisiyle ilgili hemen her konuda dönemine göre yeni sayılacak ayrıntılı bilgiler vermektedir. Meselâ on iki kaburganın yönleri ve fonksiyonel özellikleri, bel kemiği ve bunun bölümleri, bilek ve el kemiklerinin görevleri gibi konulara dair açıklamalar bugünkü bilgilerle paralellik arz etmektedir. 
İbrahim Hakkı’nın Marifetname’de kişinin saç, göz, kulak, el, baş gibi organlarından ve dış görünüşünden hareketle onun ahlâk ve karakter yapısı hakkında sonuç çıkarma yollarını gösteren bilgilerden oluşan kıyafet ilmi (physiognomy) konusuna ayırdığı bölüm, İslâm ilimler tarihinde bu alanda yapılmış çalışmalar içinde özel bir yere sahiptir.
İnsanın ahlâk yapısına temel oluşturan güçleri de geleneksel Meşşâî anlayışı çerçevesinde gazap gücü, şehvet gücü ve nefs-i natıka olarak gösterir.
İradesiyle nefsini öldüren kişinin gönül yüzünden benlik perdesi kalkıp kendini ve rabbini bilme mertebesine ulaşacağını, gönlünün huzur ve sevinç aydınlığı ile dolacağını, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilip ölmeden önce ebedî hayatı kazanmış olacağını ifade eder.
İbrahim Hakkı Hazretlerinin eğitim ve öğretim anlayışında geleneksel din ilimlerinin yanında felsefe, matematik, coğrafya, astronomi, anatomi, tıp gibi alanlar da yer alıyordu.
İbrahim Hakkı, geleneksel eğitim ilkeleri arasında daha çok hocanın öğrencisine şefkatli ve anlayışlı davranması, öğrencinin de hocasına karşı edepli ve saygılı olmasıyla ilgili olanları sıralar. Gazzâlî gibi kendisi de öğrencinin sorgulamaya kalkışmadan hocasının bilgisine mutlak olarak güvenmesini öğütler.
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin tespit edilebilen 58 eseri vardır.
İbrahim Hakkı, ilmî ve tasavvufî birikimini maddî menfaat temini için kullanmamıştır. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalışmış, kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde yaşamıştır.
Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yarların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğunu söyleyen İbrahim Hakkı Hazretleri Hicri 1194, Miladi 1780’de 77 yaşında iken Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Vasiyeti üzerine Mürşidi İsmail Fakirullah Hazretleri için daha önce yaptırdığı ve kozmografik bir özelliğe sahip olan türbede, mürşidinin ayaklarının ucuna defnedilmiştir.
Türbenin özelliği; Tillo’nun 3-4 Km. doğusundaki bir tepe üzerine yapılmış olan duvardaki 40×50 Cm boyundaki pencereden her yıl; gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü, yeni doğan güneşin ilk ışınları, türbenin tümü kale duvarının etkisiyle gölgede kalırken, pencere boşluğundan geçip, türbe kulesinin penceresine vurarak kırılmak suretiyle İsmail Fakirullah’a ait sandukanın baş tarafını aydınlatmasıdır.
Bununla ilgili “yeni yılda doğan ilk güneş, hocamın başucunu aydınlatmazsa, ben o güneşi neyleyim.” Sözü İbrahim Hakkı’nın hocasına olan saygısını göstermektedir.
Ne yazık ki bu ışık düzeni, türbenin restorasyonu sırasında bozulmuş bulunmaktadır. Avrupa’nın birçok uzman bilim adamı, bütün uğraşlarına rağmen bu ışık düzenini eski orijinal haline getirememişlerdir.

İbrahim Hakkı’nın kullandığı kozmoğrafya aletleri, haritalar, güneş sistemi ile ilgili tahta küreler, el yazması çok değerli kitaplarla düşünüre ait çeşitli eşyalar halen Tillo’daki torunlarında bulunmaktadır. İsmail Fakirullah Hazretleri ve İbrahim Hakkı Hazretleri müzesinde sergilenmektedir.

Derleyen: Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risalei Nur Külliyatı.
Risale ajans
Enfal
Necati Aksu
İslam ve ihsan
Prof. Dr. Himmet Uç 
nurnet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: