Esmâ’nın diliyle imtihan sırrını okumak

Bir maden ateşe atılmadan kömür ve elması; altını ve bakırı birbirinden nasıl  ayrılacak?

Aynen öyle de, bu dünya bir imtihan ve ibtilâ meydânıdır. İnsan nev’i bir ma’den gibidir.

Elmas ruhlu, temiz fıtratlı insanları; kömür ruhlu insanlardan ayrıştırmak için, onları imtihan ateşine atar, hayatın içinde yoğurur, teklîfen ve tekvînen denemeye tâbi tutar. Emirleri ve yasakları ile; hayır ve şer ile ortaya koyduğu tercih şıkları ile; ni’met ve musîbetle test eder, neticesinde doğruları yalancılardan, iyileri kötülerden ayırt eder.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, beşerin içinde bulunduğu bu mücâhede ve mücâdelenin izahı bağlamında der ki:

Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir mâdene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir ibtilâdır ve bir müsâbakaya sevktir ki, istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin(Sözler, 20. Söz, 2. Makam, iki mühim suâle karşı iki mühim cevap, 266)

Cenâb-ı Hak, insanı stabil bir vaziyette bırakmamış, ondaki cevheri ortaya çıkarmak için teklifî ve tekvinî bir süreci önüne koyarak özellikle imân ehlini daha şiddetli ve ağır imtihanlarla tecrübe etmektedir.

Mes’ele imân dâvasında sadâkatın, sebâtın, azmin, tahkikî imânın, zamanın dalgalarına, şeytânî tuzaklarına dayanabilmenin dayanıklılık testinden geçip geçemiyeceği meselesidir.

Mes’ele Salih amellerle bâkiyâtın tarafını mı, yoksa şerlerle fenâ ve zevâlin temelsiz câzibesini mi tercih meselesidir.

Mes’ele dünyevîleşmenin kıskacında kıvranan âhir zaman müslümanlarının önünde bekleyen İttihâd-ı İslâm ve Hz. Mehdî’nin, hayatın tüm kademe ve birimlerindeki  icraatına muhatabiyyet noktasında hazır olup olmama mes’elesidir. Allah mutlaka Nûr’unu tamamlayacaktır. Gözlerimizin ve gönüllerimizin zeminini ve konumunu, murâd-ı İlâhî istikametinde tekmil bir vaziyete getirme hususunda son hazırlıkları yeniden kontrol etmenin gayreti ve cehdi içinde olmaklığımız zarûrîdir.

“İnsanlar, sâdece imân ettik demeleriyle serbest bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebût, 2)

Hiç şüphesiz belâ ve musîbetler, ehl-i imânı ateş gibi yakar, insanın özü, cevheri bununla ortaya çıkar. Sonunda da Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleriyle müsemmâ bir Zât-ı Zülcemâli bulur.

Ve insan haykırır evliyânın sesiyle ve nefesiyle: Yâ Rab! Senin rahmetinden daha şâmil bir rahmet, senin hikmetinden daha fâik bir hikmet, senin muhabbetinden daha güzel bir muhabbet düşünülemez.

O Zât-ı Rahîm, Hakîm ve Vedûd, bir sırr-ı imtihan olarak Hz. Eyyûb (a.s)’ı can, mal ve evlâd vesilesiyle musibete uğratmış, Hz. Zekeryâ (a.s)’ı testereyle biçtirmiş, Hz. Yahyâ (a.s)’ın başını kestirmiş, Hz. İsâ (a.s)’ı çarmıha gerilmekten kurtarıp semâ katına cesed-i nûrânîsiyle yükseltmiş, Hz. Muhammed (A.S.M)’i  ahir zaman nebîsi olarak en şiddetli belalarla imtihan etmiştir.

Aynı Zât (c.c) , Hz. Dâvûd, Hz. Süleymân, Hz. Yûsuf (aleyhimüsselâm) gibi peygamberleri de saltanatla tahta oturtmuştur.

Bediüzzaman Hazretlerine ömür boyu yapılan zâlimâne muâmelenin, işkence, cefâ ve sürgünlerin altında rahmet, hikmet ve vedûdiyyetin tecelliyâtının misâlleri o kadar çoktur ki, izâhı köşemizin boyutunu aşar.

Celâl sahibi yüce Allah, Said Nursî Hazretlerini eli kolu bağlı bir vaziyette, ıssız bir köyde (Barla) ikamete mecbur edip ehl-i dünyanın gözetimi altında hapislere ve esâretlere mahkûm eder. Yaşlılığının yanı sıra çeşitli hastalıklarla birlikte bir de verilen zehir ve pek çok menfî durum karşısında sıkıntılar içinde geçen bir hayatın sabır içindeki tatlı meyveleriyle celâli içinde cemâlî bir atmosfere mazhar kılar.

Risale-i Nur gibi Kur’ân çeşmesinden akan mânevî bir tefsir, ilham eseri olarak O’na yazdırılır.

Yaşadığı sıkıntılar içerisinde birden bire gözünü açar, bir tesellî levhâsını okur:” Bak! Cennet-i a’lâ bütün letâifi ile seni bekliyor, sana âşıktır, bin bir ismimle senin imdadındayım, yardımındayım, haydi çalış, dellallığa devam et” diye O’nu teşvik eder.

Bu Zât-ı muhterem de bu va’d ve İlâhî müjdeye dayanarak dinî ve ilmî vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.

O Zât’a muhâlefetle Kur’ânın nurunu söndürmek isteyen bedbaht gürûh ise, her ne kadar zâhiren dünya şatafatı ve rahatı içinde yaşamış olsalar bile, o görüntünün altında bir kahr-ı İlâhî saklıdır.

Çünkü o cebbâr ve müstebidler, şimdi kabrin karanlıklı hayatında azap ve itap içerisinde mahzûn, pişman ve perişân bir vaziyette azaba dûçâr olmuşlardır. Mahşer ve mizanda da elîm ve fecî’ âkibet onları beklemektedir.

Bütün dünya Bediüzzaman’ı tanırken, O’nun Kur’ân ve Hadisten nebeân eden imânî hakîkatlerinden kana kana içerek rahmet ve şükranla anarken; bir devrin Nemrût, Firavun ve Şeddatları hak ile yeksân olmuş, adları/sanları/namları unutulmuştur.

Tarih; Va’dedilen müjdeler birer birer çıkarken, biiznillah ahir zamanın geniş dairesindeki faaliyet ve nûrânî yansımaları kabrinden şükrederek seyredecek olan Bediüzaman’ı “ahir zamanın en bahtiyar insanı” olarak yâd edecektir.

Üstad Bediüzzaman, Hz. İbrahim (a.s)’ın meşrebinde olduğu için teenni ile hareket etmiş, aceleci davranmamıştır. Vazîfesini yapıp sabır içinde neticeyi Allah’tan beklemiştir.

İmtihan devam ediyor…Kim sâdık, kim kâzib? Kim korkak, kim cesur, kim azimli, kim kararsız?

Kim rahmetten yana, kim azaptan yana? Kim kâfire, münafığa dost; kim Allah ve Resûlüne?

Kim münkerât ve menhiyyâta karşı, kim içindeki tâğûtlarıyla titretiyor Arş’ı?

Kim Tevhîd dini olan İslâm’ın kıyâmete kadar tahrîfsiz devamından yana; kim dinin tahrîb, tebdîl ve tağyîrine tavizkâr, füccâr ve eşrâra müsamahakâr?

Kazananlar ve kaybedenler…Kayanlar/kaydıranlar ve sebat edenler…Hak ve hakîkatten ta’vîz vermeyenler, denge hesabıyla vaziyete vaziyet edenler…Hepsi birer test, birer imtihan. Kazanmak ve kaybetmekle karşı karşıya bulunan biz mü’minler…

Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden ve icrââtından suâl olunmaz.

Bütün bunları imtihan sırrının bir gereği bilip kaza ve kadere teslim olmak, kulluğumuzu unutmamak, çizgimizde ve müstakîm hattımızda sebat etmek,  hep Hak’tan yana olmak, Hakk’ı söylemek, ya da sükut etmek, en selâmetli yol olsa gerek.

İsmail Aksoy

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: