Ey Beni Âdem, Nev’ini Sev Çünkü O Kardeşindir!
Hazreti Âdem (as) yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, olarak yaratılmıştır. O’ bütün insanların babasıdır. Kadir-i Hâkim, melekler vasıtasıyla yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan su ile çamur yapıp, insan şekline koydular. Ayet-ı Kerim’de “Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.” buyurur. 1
Hazreti Âdem’e her şeyin ismi ve faydası bildirildi. Böylece insan fizik varlığı ile dünya hayatına, ruh yönüyle mana âlemine uyum sağlayabilecek bir güce sahip kılındı. Hazreti Havva validemizin yaratılışı ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de, onun Hz. Âdem’den veya Âdem aleyhisselâm ile aynı maddeden yaratıldığına şöyle işaret edilmiştir. “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” 2
İnsanlar hep ayni kökten, ayni anne ve ayni baba (Hz. Âdem ve Havva)’ dan dolayı kardeştirler, insanlık bakımından aralarında fark yoktur. Onun için insanlar biri birine üstünlük değil, belki kardeşçe nev’ini sevmelidir. Bediüzzaman’ı takibe alan uçak pilotlarına “ ben nev’imle iftihar ediyorum” demiştir. İşte insan sevgisine ne güzel bir mesaj!
Ne yazık ki, nefis ve gurur Çağımız insanın en önemli hastalıklarından biridir. Mal ve mülk sahibi olan, biraz makam ve mevki, biraz şan ve şöhret elde eden, hemen kendini güçlü hissetmeye başlar, böylece dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp nefis ve gurur hastalığına düşerek kendini üstün görür. “Ben, benim” der. İşte nefis böylece insanı esfel-i sâfiline götüre bilir.
İnsanlar arasında ayrıcalık ve üstünlükten söz açılmışken, münasebete binaen, çocukluk zamanıma ait bir anekdotu anlatmak istiyorum: Şimdiden olduğu gibi, o zamanda da insanlar arasında sınıf ayrılığı vardı. Köy ahaline köylü veya bedevi; şehirliye de efendi veya bey diyorlardı. Efendi köye geldiğinde büyük izzet ve ikrâmla karşılanırdı. Misafir odasının başköşesinde, altına yün döşek, arkaya yaslanması için yünden yastık, onun üzerine de tüyden, etrafı nakışlı zarif bir yastık bırakılırdı. Köylü misafirperver ve dindar idi. Misafiri de, efendiyi de, ağayı da, şeyhini de severdi… Efendi, evine döndüğünde; köylü tarafından hediyelerle uğurlanırdı.
Köylü şehre gittiğinde; efendisine eli boş gitmezdi. Efendinin evinde, kapıya yakın bir yerde, edeple dizleri üzerinde mütevazı ve makulce otururdu. Efendinin soracak suallere nezaketten yumuşak bir sesle cevap verirdi. Efendi kendi evinde de, köylünün evinde de köşe başında otururdu…
Köylü, efendi tarafından biçare; ağa, tarafından köle veya raiyat; Bilgin ve ilim erbabı tarafından cahil; Devlet, tarafından da tebaa bilinirdi. İnsanın nev’i ve kökü bir, insanlık cihetiyle ayni hâke sahip olmasına rağmen, biri efendi; biri bedevi; biri bilgin, biri cahil. İşte insanlar arasında görünen iki ayrı portre. Düne kadar cahillerin; bu gün enesi yüksek, bilginlerin zulmü…
Bu millet efendi, ağa ve beylerden kısmen kurtulmasına rağmen ne yazık ki; enesi yüksek, kendini bilgin zanneden “nâbilgin”lerden halen kurtulamadı. Maalesefdün cehaletten gelen istibdat; bu gün ilmin taassubu. Ne fark eder? Terazinin kefeleri ayrı olsa da; emtia ayni…
Yani zulüm nereden ve nasıl gelirse, zulümdür! İnsanları ayrıştırmak, bölmekte ayni zulüm, ayni hakaret değil mi? Bir ara şark yöresinden tanınmış bir aşiret mensubu ile karşılaştım, ona sordum: “Aile reisiniz, ağanız kim?”
Cevap: “ Efendim, ailemizde reis mi kalmış. Beş on kuruş parası olan “reis te, ağa da benim,” diyor. Dolayısıyla reis te, ağa da çok; aşiret yok” dedi. Yani şeyh var, mürit yok, misali…
Kültür ve geleneklerimizin gereği, sosyal hayatın tanzimi için, eskide her bir evin bile bir yöneticisi veya reisi vardı. Aşiretler, kabileler, cemiyetler de bu idari yöntemi önemsedikleri için, güçlerini bir şahıs üzerine bina ederek, aralarında reis veya ağa tayin ederlerdi. Hâkim bir kişiydi. Çağımız dünyasında artık idari sistemler, bir kişinin hâkimiyetinden çıkmıştır. Aileler, cemaatler ve hatta devletleri de şura temsil ediyor.
Bediüzzaman, Hal-ı hazır zamanımızı nazara alarak şöyle diyor: “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassıs sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şuralar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevk edebilsin. Yoksa fert dâhide olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı Sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.” 3
Elbette cemaatleri temsil eden sözcü ve mümessiller olacaktır. Fakat bir mümessil tek başına hareket etme salahiyetinde olamaz. Cemaatiyle şirket-i a’mal-i uhreviye hükmünde tesanüt içinde olabilir. Şayet mümessil kendini bir lider konumunda görse ve kendi bildiğini dikta ederse, o zaman cemaatin tesanütü bozulur, kıymet zayi olur.
Her nedense geleneksel olarak eskiden beri şahıs üzerine odaklanan bir kültüre sahip olduğumuz için, pek kolay adapte olamadığımız şahs-ı maneviden ziyade, tek şahsın himayesine girerek sorumluluktan kaçıyoruz. Yani kişi diyoruz, kişiler diye bilseydik o zaman bütün insanların oluşturduğu bir topluluğu, yani şahs-i manevi kavramı meydana gelirdi.
Cemaatlerde de şahıs öne verildiği zaman, yanlışlıklar ve tartışmalar ortaya çıkıyor. Aslında şahıs olsa olsa temsilci ve sözcü olabilir. Karar mercii cemaatin seçmiş olduğu şahs-i manevi dediğimiz temsilciler heyetinin kararıdır. Şahs-i maneviye ye itimat etmek en önemli görev ve vazifedir.
Bediüzzaman, “….. Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.” Demiştir. 4
Netice-i kelâm, Bediüzzamanın talebelerine önerdiği tavsiye şudur: “Aziz kardeşlerim, Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”5
Yâ Rabbi! Enaniyetten, benlikten, rekabetten, gururdan ve gösterişten bizleri muhafaza, a’malimizi rızan dâhilinde kabul eyle. Âmin…Âmin…Âmin..!
Rüstem Garzanlı / Diyarbakır
www.NurNet.org
KAYNAKLAR:
1- Rahman süresi,23
2- A’râf, 7/189
3- Sünuhat
4- Emirdağ Lâhikası
5- On Üçüncü Şua