Faizci Allah ve Resulüne nasıl savaş açar?
Allah faizi yasaklamış, yanaşılmamasını istemiş, inanan insanların uzak kalmasını emretmiştir. Bu konuda Bakara Suresi’nin 75, 76, 77 ve 79. ayetleri o kadar açıktır ki, hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmıyor.
İlk ayet, faizli iş yapmanın, önümüzdeki kabir hayatına nasıl yansıdığını anlatıyor. Sebebinin de alışverişle faizin karıştırılmasına bağlıyor: “Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimsenin kalkışı gibi kabirlerinden kalkarlar. Bu, onların, ‘alışveriş de faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”
Faizli para, banka kredisi ilk anda her ne kadar “tatlı” gözükse de, uğursuz ve bereketsiz bir paradır. İnsanın huzurunu kaçırır, şevkini, heyecanını bitirir. Sürekli ödeme stresini yaşattığı için hayatın tadını tuzunu kaçırtır. Zaten faizli parayı Allah mahvediyor. “Allah faizi mahveder, sadakaları bereketlendirir. Çünkü Allah nankörlükte ve günahta azıtanların hiçbirini sevmez.”
Böyle faizli bir işe inanmış insanın girmemesi emrediliyor. Faize “Allah korkusu” az olanların yanaştığı hatırlatılıyor ve kesin olarak terk edilmesi isteniyor. “Ey iman ederler! Eğer inanmış kimselerseniz, Allah’tan korkun ve faizin geri kalanını terk edin.”
Bir diğer ayette faizde ısrar edenlerin baştan kaybedecekleri bir savaşa giriştikleri uyarısını yapılıyor. Öyle ki, Allah ve Resulüne cephe alıp düşman gördüğü bildiriliyor: “Bunu yapmazsanız, Allah ve Resulü ile savaş halinde olduğunuzu bilin.”
Mesele her şeyden önce bir iman meselesidir. İnsanın imanıyla ciddi bir sınava girmesidir. “Şeytan çarpması”, “Allah’ın faizi mahvetmesi”, “Allah ve Resulüyle savaş açılması” gibi ifadeler, olayın ne kadar dehşetli olduğunu anlatıyor.
Demek ki, faize bulaşan bir mü’min bütün bu tehditleri göz ardı ediyor, dikkate almıyor, bile bile kendisini tehlikeye atıyor. Öyle bir tehlike ve bela ki, kişinin hem dünyasını sıkıntıya sürüklüyor, hem de ahiretini karartıyor.
Çare, harama girmemek, helal dairede kalmaktır. Ya faizsiz bir yola girmek, faizsiz bankalarla iş yapmak veya iş değiştirmek yahut güvenilir bir ortak bulmaktır.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve İslam âlimlerine göre faiz
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde “Menfaat sağlayan her borç faizdir” (Feyzü’l-Kadir, 5:27. Hadis No: 6336) buyururlar. Bu da, alacaklının borç verirken, bir süre sonra ne kadar fazla isteyeceğini önceden şart koşması anlamına geliyor.
Peygamberimizin sahabileri bu noktaya titiz davranırlardı.
Hz. Ömer, Ubey bin Ka’b’a bir miktar borç vermişti. Hz. Ubey, borcunu ödemekten ayrı olarak, bir hurmalığını da hediye etmek istedi. Fakat Hz. Ömer bunu kabul etmedi Hz. Ubey, hediye ettiği bu hurmalığın borçla alakası olmadığını ve sadece Allah rızası için vermek istediğini bildirince, bu sefer Hz. Ömer kabul etti.
Yukarıdaki hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere, borç verirken bir menfaat sağlamayı şart koşmak faize girer. Şayet böyle bir şart koşulmazsa, borçlunun borcunu öderken fazla vermesinde veya en iyisini vermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bu kimse borcunu en iyi şekilde ödemiş ve iyiliğe karşı iyilik yapmıştır. “İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman Suresi, 60.) ayetinde belirtildiği gibi, meselenin bu yönü özellikle borçluyu ilgilendirir. Borçlu bunu düşünecek, alacaklının zararını giderecektir. Alacaklının bunu veya buna benzer bir hediyeyi kabul etmesinde zarar yoktur.
Aynı şekilde alacaklı, borçlunun davetine de gidebilir.
Paranın tedavülden kalkması veya değer kaybetmesi halinde nasıl hareket edileceği hususunda da Hanefî imamları arasında farklı görüşler vardır. İmam-ı Âzam, “Alınan borcun sayı olarak aynı miktarı verilmelidir. Paranın değeri ister yükselsin, isterse düşsün, borçlu aldığı paranın mislini verir. Yüz lira borç aldıysa, yüz lira ödeyecektir” der.
İmam Muhammed ile İmam Ebu Yusuf ise, “Borçlu aldığı borcun mislini vermez, ödeme esnasındaki kıymetini, değerini verir” derler. Fetvanın da bu şekilde verildiği bildirilir. (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, 4: 174; Kasanî, Bedayiü’s-Sanayi’, 7: 394)
Buna göre, birisine, bir seneliğine 20 bin lira borç veren kimse, aradan bir sene de geçmiş olsa, yine bu miktar alacağının olduğunu bilmelidir.
Fakat ödeme esnasında borçlu, yıllık enflasyon oranını düşünerek ona göre fazlalık verirse bu yanlış olmaz.
Aldığı borcun gerçek değerini vereceğinden İmameyn’in görüşüne göre hareket etmiş sayılır. Ayrıca alacaklının hakkını üzerinde bırakmamış olur.
Bu meselede önemli olan nokta, fazlalığın baştan şart koşulmamasıdır. Yoksa borçlu, alacaklıyı düşünerek zararını telafi edebilir.
Bu meselede şöyle bir yol daha tercih edilebilir. Ki bu yöntem, güvenilir ve selametli bir yöntemdir.
Borç verilirken sabit değerli şeyler kullanılabilir. Böylece paranın değer kaybı önlenmiş olur, faiz korkusu da ortadan kalkar.
Buna göre, borç alınıp verilirken ya döviz alınıp verilir ya da altın alınıp verilir. İsteyenler sabit değeri olan başka ticarî malları da kullanabilir. Onlar da alınıp verilebilir.
Bunların dışında, baştan istenecek bir fazlalık faize gider. Soruda bahsedildiği gibi, bir sene sonra fazlası ödenmek şartıyla verilen borç da, pek tabii doğrudan faiz olacaktır.
Bununla birlikte Müslümanlar, “karz-ı hasen” kurumunu yaşatmak için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ancak enflasyonun yükseldiği zamanlarda borç veren kimselerin, mağdur olmaması için sabit değerler üzerinden borç vermeleri daha uygun olur.
Faiz almak zorunda kalınmışsa…
İhtiyaçtan fazla elde bulunan Türk lirasının değerini düşürmemek için pek çok meşru ve İslam’ın da kabul ettiği yollar vardır. Bakara Suresi’nin 275. ayetinde “Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı” buyurulurken, aslında sermayenin nasıl değerlendirileceğine de işaret ediliyor.
Bu yollardan birisi müspet ve helaldir, diğeriyse zararlı ve haram. Müspet ve doğru olan ticarettir, yani alışveriştir. Kur’an’ın yasakladığı kazanç yolu ise faizdir.
Meşru çerçevede sermaye, ticaret ve alışveriş yoluyla korunup arttırılabilir. Faizse alışveriş değildir. Zaten bu ayet, müşriklerin “Faiz de alışveriştir” şeklindeki iddialarına bir cevaptır. Böylece faiz kanalıyla ceplerini dolduranların meşru işlerden çıktıkları anlaşılıyor.
Demek ki bu para da zulme, haksızlığa, hırsa ve tembelliğe dayanan “uğursuz” bir paradır. İlahî fermanla bu yol kapatılıyor. Müslümanların o yola girmemeleri emrediliyor
Bugün meşru ve gayrimeşru kavramlarını hayatına geçiren inançlı insanlar da rahatlıkla sermayelerini arttırabiliyorlar. Bu arttırma işlemi sanayi ve tarım yoluyla mümkün olduğu gibi, ticaretle de mümkündür.
Şayet şahsın kendisi ticaretten anlıyor, bu işi bizzat çevirebiliyorsa, bunu bizzat kendisi yapar. Sermayesini bir ticaret eşyasına bağlar, onun alım-satımını yapar. Böylece hem kendi geçimini temin eder, hem kâr sağlayarak durumunu geliştirir. Ayrıca bu yolla ekonomiye katkıda bulunarak manevî bir kazanç yolunu açmış olur.
Fakat ticarî hayatı fazla bilmiyor, tek başına yapabileceğine de kanaat getiremiyorsa farklı yollara başvurabilir. Güvendiği, tecrübesine inandığı bir tüccara veya şirkete birikimlerini götürür, verir. Elde edilecek kâra da, zarara da ortak olur. Bu iki yolla elindeki parasını hem kendinin, hem de milletin yararına kullanmış sayılır.
Parasını alışveriş yoluyla değerlendiremeyenlerse, paralarının değerini koruyabilmek için şu yollara başvurabilirler:
Bugün artık faize ciddi bir alternatif vardır. Faizsiz birer banka olarak çalışan katılım bankaları, hiçbir biçimde faize bulaşmadan mevduat sahiplerini koruyor, kâra ve zarar ortak ediyor. Bu bankalar işlemlerini İslam ticaret hukuku esaslarına göre yürüttükleri için gün geçtikçe ekonomik alanda gelişme gösteriyorlar.
Bu arada birikimlerini korumak isteyenler, altına yatırım yapabilirler. Yani yatırımcı, mevcut parasıyla altın alır. “Pasif” bir şekilde, yani durduğu yerde hem kazanç sağlar, hem de sermayesini korumuş olur.
Fakat ticarette kullanmak mümkünse, ticarette değerlendirmek daha doğru olacaktır. Gerçi kişinin, servetini bu şekilde kullanması kendi tercihidir. Ancak “pasif duruşta” millî ekonomiye doğrudan bir katkı sağlanmadığı için en son olarak bu çareye başvurmak gerekir.
Daha bunlardan başka çok çeşitli şekillerde de sermayeler değerlendirilebilir. Meşru ve helal dairede kalmak şartıyla çeşitli seçeneklerden her birisi kullanılabilir.
Ancak bu yollardan birisini deneyip de, diğer imkânlara bakmadan pes etmek yanlıştır. Hele hele faizi “kurtarıcı” olarak görmek hiçbir şekilde makul görülemez.
Çünkü Kur’an meşru ve helal bir şekilde yaşamanın yollarını göstermiş ve öğretmiştir. Keyfî sebeplerle harama girmeye gerek yoktur. Bu nedenle faize açılan kapılara aralamaya İslam hiçbir şekilde müsaade etmiyor.
Faize karşı alternatif çözüm: Katılım bankaları
Ülkemizde kısa bir süre öncesine kadar ekonominin temeli faiz üzerine kurulduğu için esnaf, sanayici, işletmeci ve ticaret erbabı çalışma alanını geliştirmek ve genişletmek için, vatandaşlar da ev/araba ihtiyaçlarını karşılamak için krediye başvurmaktan başka bir çare göremiyorlardı.
Ancak ilki yirmi beş sene önce kurulan, mevcut pazar payı gitgide artan “finans kurumları”, şimdiki adıyla “katılım bankaları” alternatif bir çözüm olarak karşımızda duruyor.
Yirmi beş sene önce adı bile anılmazken, Türkiye’de böyle kurumların açılması imkânsız gibi görünürken, o kadar krizlere ve engellemelere rağmen katılım bankaları şimdilerde önemli bir yere gelmiş görünüyor.
Bu kurumlar artık rüştlerini ispat etmiş durumdalar. “Finans piyasasında biz de varız” diyorlar. Geçtiğimiz yıllarda kötü bir örnek yaşanmış olsa da, prensiplerinden taviz vermeden ayakta kalmayı başardılar.
Devlet, içi boşaltılan bankaların borçlarını ödediği halde, finans kurumları böyle bir destekten de mahrum kaldılar. Ama en azından ortadan silinmediler, son yıllarda ciddi atağa geçtiler. Hisselerini arttırarak, ortaklıklar kurarak ve kendilerini yenileyerek müşterilerinin karşılarına çıktılar.
Bu adımlar önemli, önemi kadar da sahip çıkılması gereken ciddi teşebbüsler.
Faize karşı alternatif bir çözüm olarak öne çıkan, faize karışmadan ve bulaşmadan ekonomiye destek veren, parası olanın parasını değerlendiren, yatırımcıya da destek sağlayan, tecrübe kazandıkça da emin adımlarla mesafe alan bu kurumlara sahip çıkılırsa, gelişeceklerdir.
Türkiye’nin uzman ve ciddi İslam hukukçularının gözetim ve kontrolü altında hizmet vermeye çalışırken, karşılaştıkları problemleri, yeni yeni ortaya çıkan tıkanıklıkları kendi kalıcı ölçüleri çerçevesinde çözmeye çalışan bu “faizsiz” kurumlar, faizle mücadeleye göze alanları ve bu mücadeleyi aynı zamanda inançlarının bir gereği olarak görenleri, kendi yanlarında görmek istiyorlar. İstemeleri de hakları zaten.
Çalışmalarıyla ortak olarak şu mesajları veriyorlar:
“Siz değil miydiniz, faizden kurtulmak isteyenler?
Siz değil miydiniz, faize kaşı savaş açanlar?
Siz değil miydiniz, faizsiz çözüm arayanlar?
İşte size fırsatlar sunuyoruz.”
Bu arada faize dönüp bakmayan bu kurumların eksikleri, noksanları, yapabildikleri, yapamadıkları, üstesinden geldikleri gelemedikleri, imkânları imkânsızları yok mudur? Mutlaka vardır.
Ancak bu iş, bir el ve gönül birliği, bir inanç ve ideal birliği açısından değerlendirilirse ve bu bakışla kucaklanırsa başarıya ulaşacaktır.
Herhalde helal lokma kadar tatlı ve lezzetli bir kazanç yoktur.
Mehmed Paksu / Moral Dünyası Dergisi