Fatih’in bir vakfiyesi

Osmanlı’da ilk vakıf Orhan Gazi tarafından, İznik’te, eğitim-öğretime ilişkin olarak vücuda getirildi: Kurduğu üniversitenin bilimsel özerkliğe (hâlâ ulaşamadığımız büyük hasret) kavuşabilmesi için gereken ekonomik bağımsızlığı temin amacıyla da bir kısım gayrimenkuller vakfetti. Osmanlı’nın vakıflaşma süreci, böylece başlamış oluyordu. Bu sürecin nasıl işlediğini göstermesi açısından Fatih’in bir vakfiyesini biraz sadeleştirerek özetlemek istiyorum:

“Ben ki, İstanbul Fatihi abd-i âciz (aciz kul) Sultan Mehmed Han’ım! Bizatihi alnumun teriyle kazanmış olduğum akçelerumle (şahsi paramla) satun alduğum İstanbul’un Taşluk Mevkii’nde kain (bulunan) ve malumu’l hudut (sınırları belli) olan yüz otuz altı bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakf-ı sahih eyledum. İş bu gayr-i menkulatumdan (dükkânlarımdan) gelicek nemalardan (gelirlerden) İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledum. Bunlar, ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu halde günün müteaddit saatlerunde sokakları gezeler. Tükrüklerin üzerine bu tozu dökeler (kirecin mikrop öldürücü etkisini unutmayalım) ki, yirmişer akçe alalar…

“Ayrıyeten, on cerrah (operatör), on tabip (doktor) ve üç de yara sarıcı (hemşire-sağlık memuru) tayın eyledum. Bunlar dahi, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna (ayırım yapmadan) her kapuyu vuralar ve o hanede hasta olup olmaduğun soralar, hasta var ise ve şifası mümkin ise şifayap edeler (evde tedavi etsinler); değilse kendulerunden hiç bir karşıluk beklemeksızın (ücretsiz) Darülâceze’ye (yoksullar bakımevine) kaldırarak orada salah bulduralar (iyileştirsinler)…

Maazallah (Allah korusun) İstanbul’da et buhranı çıkacak olursa vakfittuğum yüz adet tüfengi ehline (avcılara) vereler. Bunlar, hayvanat-ı vahşiyenin (av hayvanlarının) yumurtada ve yavruda olmadığı sırada balkanlara (dağlara-ormanlara)çıkub avlanalar ki, zinhar (kesinlikle) hastalarumuz gıdasuz (proteinsiz) kalmasunlar…

“Ayrıyeten, külliyemde bina ve inşa ittuğum imarethanede şehit ve şühedanın harimleri (şehit aileleri) ve İstanbul fukarası yemek yiyeler… Ancak, yemek yemeye veya almaya bizatihi kenduleri gelemeyecek vaziyette olanlarun yemekleri günün loş karanlığında kimse görmeden (bu da muhtaç insanı incitmemeye yönelik vicdani bir hassasiyet) kapalı kaplar içerusunda evlerine götürüle…”

Böyle bir inceliği gösterebilmek, insanı mânâ ve mahiyetiyle tüm olarak kavrayabilmeyle mümkündür. 

Bu da yaradılış hikmetini ayrıntılarıyla özümsemeyi gerektirir. Belli ki ceddimiz, “insan” denen mükemmelliği bütün hikmetiyle kavramıştı… 

Öyleyse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, “vakıf”, sevginin öteki adı olmanın yanı sıra, İnsan”ı kavrayan “hikmet”in de öteki adıdır: Zaten bu yüzden “Müslüman”dır.

“Anlattıklarınız güzeldir, ancak geçmişe aittir ve geçmişte kalmıştır” diyeniniz varsa, onlara belediyelerin iftar çadırlarını görmelerini, hattâ bir iftarlarını çadırda açmalarını öneririm.

O zaman anlayacaklar ki, ecdadın insan sevgisi kokan vakıf kültürü, günün ihtiyaçlarına uyarlanmış, bu sayede İstanbul, ramazan boyunca, milyonların iftar ve sahur yaptığı büyük bir imarethâneye (fakir fukaraya ve yolculara bedava yemek verilen yer) dönüşmüştür.

Bunu yaşadıktan sonra, insan, Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”ndeki vurguyu daha rahat anlıyor: 

“Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyanız kim, 

 “Muhammerdir serapa mâyemiz hûn-ı şehadetten; 

 “Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim, 

 “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten…” 

Yani:

Biz öyle şerefli Osmanlı soyundanız ki,

Hamurumuz şehit kanı ile mayalanmıştır;

Elbirliği içinde öyle büyük bir maharetle çalıştık ki,

Büyük bir cihan devleti çıkardık bir aşiretten.

O zaman yapabilmişsek, neden şimdi de yapamayalım ve tekrar büyüyemeyelim? 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com