Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-2

2) Günahlar... Hakka ve hakikate muhalif her bir fiil, düşünce ve duygu günahtır. Bu manada her bir günah, bütün icraatları hak ve hakikate dayanan Allah’a ve Onun dengeli düzenine bir isyandır. İnsan açısından da, insanın mahiyetini bozmakla onu insanlıktan düşüren kişisel bir âfet ve ibtiladır.

Günahlar, maddi ve manevi olmak üzere 2 kısma ayrılır:

  1. a) Manevi Günahlar… Bunlar yanlış fikirler, hakikate aykırı ön kabuller ve şartlanmalardır. Mesela Allah’ı şefkatsiz ve affetmez diye düşünmek…
  2. b) Maddi Günahlar… Bunlar Allah’ın yasakladığı fiilleri işlemek ve yapılmasını emrettiği şeyleri yapmamaktan meydana gelir. Mesela cinayet işlemek günah olduğu gibi, namazını kılmamak da bir günahtır…

İnsanın fıtratı düşünce, duygu ve fiziksel cephelerden oluştuğu ve bunlar arasında birbirlerini etkileme olduğu için herhangi birindeki dengesiz hal, aşırı veya yetersiz vaziyet fıtratı zedeler ve yaralar. Bu yaralar tedavi edilmezse kalır, yerleşir ve zaman içinde kökleşir.

Günahın fıtrat üzerindeki ilk belirtisi, kişiye olumsuzluk hissi vermesi, kişide bir gerginlik ve karamsarlık havası estirmesidir. Günahların fıtrata bu olumsuz etkisinin en hızlı tedavisi tövbe ve istiğfardır.

Tövbe, gidilen yoldan geri dönmek ve yapılan yanlışı terk etmektir. İstiğfar ise, içteki bu olumsuz havayı temizlemesi için Allah’a yalvarmak ve Ondan temizlemesini istemektir. Tövbe ve istiğfarla kişi tekrar fıtratın olumlu iklimine girdiği ve iyileştiği için Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.[1]

Kur’an-ı Kerim, istiğfar için en etkili zamanı “Seher vakti” olarak gösterir.[2] Hz. Peygamber (ASM) de tövbe için en uygun zaman olarak, akşam namazı ile yatsı namazı arası vakte işaret eder; “Evvâbîn namazı” (Allah’a tövbe eden günahkârların namazı) diye isimlendirdiği bir namazı tavsiye eder.[3] Bu namazın kurnasında yıkanan samimi tövbekârlar hakkında “Her kim akşam namazından sonra altı rekât namaz kılarsa denizin köpükleri kadar da olsa Allah Teâlâ onun günahlarını mağfiret eder[4] müjdesini verir.

3) Kötü Arkadaş Ortamı ve Sosyal Çevre… Kişi nasıl ki çocukluğunda anne–baba–kardeş şeklinde bir ailenin etkisi altında yaşıyordu. Aynen öyle de insan, gençlik–orta yaş ve yaşlılık dönemlerinde de “devlet” denilen babadan, “vatan” denilen anadan, kadın ve erkek kardeşlerden meydana gelen “ülke” denilen ailenin kucağında yaşar. Bu ülke hakikati, il-ilçe-kasaba-köy şeklinde geniş ve dar olarak o kişiye kendini hissettirir.

Bu büyük ailede zamanla insanın düşünce ve duygularını paylaşacağı, kendilerinden faydalanmakla zenginleşeceği, zihnen ve duygusal olarak kaynaşacağı arkadaşları ve dostları oluşur. Bu özel çevre kişinin kendini ifade ettiği, fıtratını bütün yönleriyle etkiye açtığı ortamdır. Bu ortam güzel, temiz ve sağlıklı dostlarla, gonca gibi fıtratlar için, bulunmaz bir fırsattır; güller gibi açılma ve miskler gibi kokulara bürünme yeridir. Fakat bu ortam bir o kadar da risklidir. Çünkü kötü arkadaşlar ve yanlış dostluklar o melek gibi temiz ve sağlıklı fıtratı, şeytan gibi zararlı, bataklık gibi kirli ve pis kokulu hale getirebilir.

İşte bu noktada Allah’ın elçisi (ASM) şöyle der: “Kişi, dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.”[5] Nice güzel ve masum insanlar, bu yanlış tercih ve kötü ortamın kurbanı olmuşlardır. Kimisi de son anda kurtuluşa ermiştir. 99 kişinin katili olan kişi ile ilgili hadis sosyal çevre-fıtrat ilişkisini çok çarpıcı olarak bildirir. Sahabeden Ebu Said (RA) anlatıyor:

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib:

-‘Hayır, yoktur!’ dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü,kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim:

-‘Evet, vardır, seninle tövben arasına kim perde olabilir?’ dedi. Ve ilâve etti:

– Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah’a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah’a ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.’ Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri:

-‘Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah’a yönelmişti’ dediler. Azab melekleri de:

-‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara:

-‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin’ dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar.[6]

Sosyal çevre ve arkadaş ortamının nasıl dünyevi ve uhrevi bağlar kurduğunu Hz. Peygamber (ASM) şu sözüyle bildirir: “Kişi, sevdiğiyle beraberdir.[7] Allah rızası için birbirini sevme ve samimi gönül bağları kurmanın Âhiretteki mükâfâtını ise Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder: “Allah için birbirini sevenler mahşer günü karşılıklı olarak yakuttan tahtlar üzerinde oturacaklar.[8]

[1] İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/150.

[2] Âl-i İmran Sûresi, 17 ve Zâriyât Sûresi, 18.

[3] El-Bahru’r-Raik, IV, 234. Sahabeden Abdullah bin Ömer’den (R.Anhuma) naklen…

[4] Bu hadis Ammar bin Yâsir’den (R.Anhuma) naklediliyor. (Ebû Nuaym el-İsfahanî, Ma’rifetu’s-Sahabe, XIV, 486.)

[5] Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45.

[6] Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621).

[7] Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165.

[8] Bu hadisi aktaran sahabelerden birisi İstanbul’umuzun misafiri Ebu Eyyub el-Ensarî Radıyallahu Anh’dır. (Tâberânî)