Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-6

11) Liderlik Tutkusu… Bu tutku, lider bir aile babası veya grup öncüsü bir anne kucağında yetişen bir çocukta büyük ihtimalle olan bir durumdur. Çünkü fıtratta yenilik ve yenilenme, gelişme ve yükselme meyli var. Bu fıtrî meyilden dolayı sonradan gelenler, önce gelenlerden daha ileri bir seviye almak isterler. Fakat bu seviye kolaylıkla elde edilemez. Hem dünya şartları altında liderlik az sayıda kişinin elde edebileceği bir makamdır. Bu şartlar, böyle kişilerde öldüresiye bir rekabet hissinin ortaya çıkmasına yol açar. Bu şekilde fıtrat zedelenir ve dengeli halini kaybeder.

İslam ve dünya tarihine baktığımızda görüyoruz ki kendi fıtratında böyle bir zedelenme ve yaralanma olduğunu gören aklı başında kişiler, çeşitli yollarla bu cihetlerini tedaviye çalışmışlar.

Bunlardan bazıları ehil oldukları bir idarecilik makamını elde edebilecekken sessiz kalmış; imam olmayı bırakıp cemaat olmayı tercih etmişler. Cenab-ı Hakk’ın bir gün kendisini lider edeceğini düşünüp kader denilen nehrin akışına kendi irâdelerini bırakmışlar. Böylece iç dünyalarındaki bulanıklıktan kurtulmuşlar. Bu konuya misal olarak Hz. Ali’yi (RA) gösterebiliriz. Evet O, Mekke’nin reisi Ebu Tâlib’in oğlu idi. Aynı zamanda ilim ve hikmette devrinin en önde gelen sahabesi, Allah Resulünün has talebesi ve müridiydi. Cesaret ve kahramanlıkta ” Esedullahi’l-Gâlib ” ( Allah’ın yenilmez aslanı )[1] diye meşhurdu. Hz. Peygamber’in en sevgili kızının eşi ve torunlarının babasıydı. Her cihette liderliğe liyakati vardı. Fakat O, bunu istemedi. Takdir-i Huda’ya rıza ile boyun eğdi. Bu cihetten “ Murteza ”   ( Allah’ın her takdirinden râzı olan ) lakabını aldı.

Bazıları ise idareciliğin külfetini, ciddi sorumluluğunu, işin esasında hizmet ve meşakkat yeri oluşunu derinlemesine düşünerek içlerindeki bu nefsânî ateşi, tefekkürün kudsi nurlarıyla söndürdü. Zaman da onları haklı çıkardı. Bu konuya sahabeden Ebu Zerr’i (RA) misal verebiliriz. Bir gün Hz. Peygamber’e (ASM) arkadaşı Ebu Zerr (R.A.) gelip kendisini bir yere yönetici tayin etmesini ister. Hz. Peygamber (ASM) der ki:  “Ey Ebû Zer, sen zayıf bir kimsesin! Bu bir emanettir, kıyamet günü zillet ve pişmanlığa yol açar. Ancak hakkıyla elde edip kendine düşen sorumluluğu yerine getiren kimse bundan müstesnadır.[2] Hem kıyametin ne zaman kopacağını soran bir kişiye de der ki: “İş, ehline verilmezse kıyameti beklemek lazımdır.[3] Hz. Peygamber’in (ASM) bu mühim uyarıları, yaralı fıtratları tedavi edici ve teskin edicidir.

Bazıları ise baktılar ki bu his, çok huysuz ve güçlü bir ata benziyor, onu kontrol edemiyor ve onu öldüremiyorlar. Bu tarz kişiler marifetullahın verdiği pencere ile şöyle düşündüler: “Makam, bir hakikattir. İsm-i Kayyum’un gereğidir. Hem Allah’ın isimlerine aynalıktan ibarettir. Maddi dünya aynalığı ise, sınırlı ve dardır. Allah’ın mülk âlemi var olduğu gibi melekût, ceberût ve rahamût denilen manevi âlemleri de var. Öyleyse sonsuz makamların olduğu, aynı makama sayısız kişilerin aynı anda sahip olabildiği mana âlemlerine dikkatimi ve gayretimi yoğunlaştırayım.” Birçok aklı başında kişi sırr-ı ihlas ile bu şekilde, içlerindeki bu susmaz meyli hakka yöneltti. Günden güne gelişerek çaplarına göre aşk dolu bir “kutub”, şevk dolu bir “gavs” ve nur âbidesi bir “ferîd” oldular. Bu hissin bir veriliş sebebini tahakkuk ettirdiler.

12) Güçlülük ve Güç Tutkusu… Çocukluk zamanında ya baskıcı bir ailede ana–baba zulmüne maruz kalmış veya ömrünün bir devresinde güçlü bir kişinin haksızlığına uğramış ve bu zulmü sindirememiş veya çeşitli gerekçelerle içinde bu his uyanan fıtratlar bu tarz durumlarla yaralanırlar. İçlerinde bir hınç, bir kin ve intikam hissi hâsıl olur ve zaman içinde gittikçe bıçak gibi bilenirler. Bu durum onları madde ve güce aşkla yönelen ve saldıran bir hâlet-i rûhiyeye sokar. Doymak bilmeyen bir hırsla dünyaya dalarlar. Ellerine mal ve mülk geçtikçe kendilerini ispat ettiklerini zannederler. Kur’an böyle kişilerin psikolojisini şöyle anlatır: “Yazıklar olsun yüz göz hareketleri yaparak insanlarla alay edenlere ve insanların kusurlarını araştıranlara! Onlar, mal ve mülk biriktirir ve devamlı onları sayarlar. Mallarının kendilerini ölümsüz kılacağını zannederler. Halk içinde bu yönleriyle bilinecek hale düşerler.[4]

İslam ve dünya tarihine baktığımızda görürüz ki kendi fıtratında bu yönde bir yaralanma olduğunu hisseden aklı başında kişiler kendilerini tedavi için farklı farklı yollar ve usuller takip etmişler.

Bazıları gördüler ki güç ve servet arttıkça, insan onu kontrol edemiyor. Bilakis insan malın esiri oluyor. Oysa insanı asıl insan yapan unsur, onun iradesidir. Bu yüzden bu kişiler irade güçlülüğünü tercih ettiler. Ve iradelerini sınırlayan, güç ve servet talebinden vazgeçtiler. Allah dostlarından Belh Hükümdarı İbrahim bin Edhem’in (KS) hayatında bu tercihi görüyoruz.

Bazıları ise, Hz. Peygamber’in (ASM) “İnsanların en kuvvetlisi olmayı arzu eden Allâhü Teâlâ’ya tevekkül etsin.[5] hadisini kendine rehber edindi. Allah’ın kâinatta koyduğu kanunları öğrenmeye ve onunla kendi güç ve iradesini bağlamaya yöneldiler. Çünkü elde ettikleri ilim ve tevhid onlara gösterdi ki, insanın bulunduğu ve bulunacağı bütün âlemler Allah’ın mülküdür. Hem Onun tasarrufu altındadır. İblis’ten tâ Cebrail’e (AS) kadar, firavunlardan Musalara (AS), zerrelerden güneşlere kadar her şey Allah’ın irade ve kudretine bağlıdır. Bu şüphesiz ilim ve iman ile tevekkül gemisine binip iradelerini ve takdiri, Hakîm olan Allah’a bıraktılar.

Bazıları ise imanın verdiği nurla gördüler ki asıl güçlülük, kendini öfke krizlerinde ve şehvet galeyanlarında dizginlemektedir. Hem bir zâlimin nefsini kıracak bir surette yüzüne karşı hakkı söylemektedir. Bundan dolayı onlardan her biri kendi içlerine döndüler ve nefisleriyle boğuştular. Sonra da halkın nefis ve benlikleriyle savaştılar. Bu konuya en iyi misal Yezîd’in zulmüne karşı kıyam eden Hz. Hüseyin’dir (RA).

Bazıları ise tecrübeleriyle gördüler ki içlerindeki bu servet ve güç tutkusu susturulmuyor. Buna mukabil aşkla yöneldikleri dünyanın zenginlik ve gücü ise, gelip geçiyor. Asıl servet, ukba zenginliği; asıl güçlülük, manevi ve uhrevi güçlülüktedir. Hem Kur’anda ve sosyal hayatta gördüler ki “Allah, genelde mülk ve kudreti, isteyene değil istediğine veriyor.”[6]Bu geçici ve kısıtlı maddi makamların ve dağıtımı sadece İrade-i İlâhiye’ye ait servetlerin talebi için, gayr-ı meşru yollara tevessül ederek Âhiretini de berbat etmek bir akılsızlık ve bir gaflettir. Bunun üzerine onlar bütün duyguları ve imkânları ile Allah’a ve Âhirete yöneldiler. Âhiret zenginliğinin kaynağı olan ibadet, taat ve dine hizmete kendilerini verdiler. Dönemlerinin en âbid ve en zâhidi; nefis ve benliklerine karşı en mukatil ve mücâhid kişileri olarak galip geldiler.

[1] Hz. Risalet, bu ünvanı, Hz. Ali’ye (KV), Hayber’de gösterdiği kahramanlıktan dolayı vermiştir.

[2] Müslim, İmaret, 16.

[3] Buharî, İlim, 2.

[4] Hümeze Sûresi, 2.

[5] Hâkim, Müstedrek.

[6] Âl-i İmran Sûresi, 26.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: