Fizikî Varlık ve Hareketlerimiz, Ânlık Var – Yok edilişlerle Gerçekleşiyor

Bu Yazımızda; merak edipte, sorusunu sormadığımız; bu sebepten cevabını gör(e)mediğimiz, görsekte farketmediğimiz “cevapların”, sorularını arıyoruz.
 
Bu sefer; “sır”rın, kendini, en büyük kamufle ve gizleme yöntemi olan “alenî ve  aşikâr (meydanda)” olmasından; bu sebepten “sır” olduğu bile bilinmemesinden yola çıkarak; kâinattaki “varlık ve hareket”in, nasıl yaratılıp, somut vücud ve mevcudiyet kazandığı, konusuna çalıştık…
 
Gördük ki (en azından ben öyle gördüm), Rabbimiz’in varlıkla ilişki ve nedenselliği; bir ustanın evi bitirdikten sonra, evle irtibatı kesilmesi ve münasebeti kalmaması nevinden değil.
 
Çünkü: Varlık ve hareketi’nin; somut vücud ve devamlılık ve istikrarı, Rabbimiz’in, “ânlık yaratma ve yok etmeleri”yle sağlanıyor!…
 
Diğer evren ve âlemler hakkında fazla bir bilgimiz yok ama bulunduğumuz boyuttaki, maddî mahlûkatın, “fizikî vücud ve hareketleri”, ân’lık var – yoklar”la gerçekleştiğini, hepimiz görüyor ve tecrübe ediyoruz, fakat farkında değiliz.
 
Farkında ol(a)mamazın sebebi: İçinde bizle birlikte, tüm varlık yok edildiğinden, bu “yok ediliş ve yokluğa” şahit olamıyoruz. Halbuki fizikî, somut varlığımızın, “ân’lık var – yoklar”la gerçekleştiğini farketmek, zor değil.
 
Şöyle ki: Bulunduğumuz “şimdiki ân/zaman”dan; “1 saniye”, hattâ “1 ân” önceki ve sonraki zamana gidemediğimiz; yani “ân”lık bile olsa, “geçmiş” ve “gelecek zamana” gidemediğimiz ma’lûm. Demek ki; bizim “fizikî vücud / somut mevcudiyetimiz”, sadece, o daracık “şimdiki ân/mekân”da; yani “ân’lık!”
 
Misalen: “Şimdiki ân/mekân”da sandalyede oturan bir insan (meselâ kendimizi)tasavvur edelim. Bu kişi, “şimdi” sandalyeden kalkıyor olsun. Bu kişinin “yeni şimdi”de, sandalyeden kalkma hareketinin yaratılması için; oturuyor olduğu “önceki şimdi”sinin silinmesi ve yok edilmesi gerekiyor.
 
Yani “oturuyor olduğu şimdiki ân/mekânı”nın, “geçmiş ân/mekân” yapılması gerekiyor ki; yeni gelen “şimdiki ân/mekânı”nda, “ayakta durma”pozisyon/durumuna yer açılsın. Tıpkı; “şimdiki ân/mekân”a benzeyen Sinema Beyaz Perdesinde, “ânlık resim kareleri”nin biri giderken, diğer “ân/mekân resim karelerinin” gelmesi gibi.
 
Eğer bu kişinin, “an”da bulunan “sandalyede oturma fizikî pozisyon ve vücudu” silinip, yok edilmeseydi; “sandalyede oturan önceki ben” ve “sandalyeden kalkmış şimdiki ben” olarak; 2 ayrı fizikî ve somut Ayhan’ın birbirine bakıyor olması gerekirdi! Reâlitede böyle birşey olmadığına göre; o hâlde, içinde bizle birlikte, tüm mahlûkatın “varlık ve vücudu, hareket ve devamı;” her “ân” tekrar tekrar “var – yok edilmeleri”yle gerçekleşiyor demektir!
 
Yani: Yaşadığımız evrendeki “varlık ve hareketi”; bilgisayar ekranındaki piksellerin yanıp – sönmesiyle, ekrandaki cursorun hareket ettiğini görme algılamamız gibi ve bilgisayar dil ve işleyişindeki “0 – 1, var – yok”, yani “sinyal gelsin – gelmesin” komut / mantığıyla gerçekleşiyor.
 
Veya sinemada, “Şimdiki Ân / Mekân”a benzeyen “Beyaz Perdesi”ndeki “varlık ve hareket”in oluşma mekanizmasıyla, birebir aynı gerçekleşiyor; reel evrenimizdeki varlık ve hareket.
 
Çünkü: 1 Uzay–Zaman’da, 2 Nokta olamayacağı gibi; 1 Nokta’da da, 2 Uzay–Zaman Olamaz. Çünkü: Matematikte “doğru”nun, “bölünemeyen en küçük noktalar”dan oluşması gibi; “zaman” denilen dairevî süreçte, “bölünemeyen en küçük ân/süre noktaları”ndan oluşur. “Zaman” denilen olgunun teşahhus ve zuhuru ve böylelikle “süre”nin akması; “ân” denilen, hareketin olmadığı “fotoğraf karesine” benzeyen bu “süresiz nokta”ların, tekrarlı bir şekilde, ardarda “var – yok” edilme süreç ve devamlılığıyla sağlanır.
 
Bir sinema ve fotoğraf karesine benzeyen; yani “zaman/süre”nin akmadığı ve “hareket”in gerçekleşmediği, o donuk “en küçük ân”da bulunan “fizikî vücud” ve vücudumuzun yeni “hâl / pozisyon / durum” ve “hareketi;” birbirlerine kesikli ve boşluklu bağlanan “süresiz şimdiki ân/mekân”ların, ardarda yaratılma ve yok edilmeleriyle gerçekleşir.
 
Başlangıçta, renksiz ve hareketsiz bir “film şeridi”nde bulunan resim varlıkların, “şimdiki zaman – mekân” (uzay – zaman’a) benzeyen “sinema beyaz perdesinde”, ışık vurunca; zahire çıkıp, vücudlanması ve renklenmesi ve hareket bulması gibi; varlıkta, İlm-i İlâhî’den, “şimdiki zaman – mekân”a gelip, Kudret-i İlâhî ona vücud giydirip, renklendiriyor; aynı varlık, “geçmiş ân/zaman”a geçerken de o vücudu çıkarıp; yeni gelen “şimdiki ân/zaman”da, yeni maddî vücud giydiriliyor.
 
Zaten mantıken: Aynı cins iki cismin, aynı “ân/zaman”da, aynı “uzay/mekân”ı paylaşmasının mümkün olmaması gibi; iki “şimdiki ân/mekân”ın da, aynı “ân / zaman – uzay / mekân”da olmaları mümkün değil. Yani: İçinde tüm mahlûkatın bulunduğu “şimdiki ân/mekân”, içindekilerle birlikte yok ediliyor ki, yeni “şimdiki ân/mekân” gelsin, yaratılsın. Yani varlığın “fizikî vücudu” ve bu vücudun “hareket ve yeni durumları”; Rabbimiz tarafından, her ân yeniden yaratılıp – yok ediliyor.
 
Zamanın olmadığı, yani sürenin akmadığı ve hareketin gerçekleşmediği; ardarda yaratılıp – yokedilen ve birbirlerine kesikli/kesintili bağlı olan, bir fotoğraf karesi gibi donuk “ân uzay–zaman birim/noktaları” derken; Quantum Fiziğinde geçen, “quantlaşma ve taneciklenmenin olmadığı en küçük uzay-zaman/mekân-süre ve basamağı” anlatan “Planck Sabiti (Uzunluk-Süresi)” de, aynı şeyi anlatır.
 
Yani: Evrenimizdeki “Planck Uzunluğu”nu (uzay / mekânını), monitörlerdeki “piksel”lere benzetirsek; evrenimizi oluşturan piksellerin yanıp – sönme süresi de, “Planck Süresi” (zaman / ân’ı) oluyor. Bu süre de, reel evrenimiz ve içindeki bizlerin, “ânlık var – yok edilme süresi” oluyor. Yani “fizikî (somut) vücud” ve “hareketlerimizin;” tıpkı bir bilgisayar ve TV ekranlarındaki gibi, “görüntü tazeleme / yenileme / tepkime / fps / tarama hız ve frekansı” var!…
 
Evrende “hareket”in olmadığını söyleyen Parmenides’in ve Elealı Zenon’a atfedilen “ok” ve “Aşil-Kaplumbağa” paradoksunun çözümü de; bu “sürekli ve sonsuz olmayan;” yani “süreksiz ve sonlu, kesikli / kesintili ân noktaları”nda…
 
Geçmiş mutasavvıf ve âlimlerimizin eserlerinde de geçen, bu “Fenâ – Bekâ Nazariyesi”; yani devamlı ve her ân yaşadığımız bu “var – yok”ların farkına varmak ve bunu, kuracağımız aksiyom ve teorilerin merkezine yerleştirmek; varlık ve evren anlayışımızda devrim açacak niteliktedir! Bu vak’â / konu; sonuçları itibariyle neye yol açtığı, hangi felsefî veya bilimsel paradigmaları büktüğü veya kırıp, geçersiz bıraktığı üzerinde, araştırmalar yapmak ve öngörülerde bulunmak için, bereketli bir arazi olarak duruyor…
 
Gerek varlık – varlık arasındaki ve gerekse varlıkla – Rabbimiz arasındaki bağlantı ve illiyetin keyfiyeti; eşyanın ontolojisi ve bizim bu ontolojiyi, “epistemolojik” olarak nasıl algılayıp / anlamdırdığımız çerçevesinde; merkezî bir öneme sahip. Varlığın, yatayda kendi arasındaki ilişki ve dikeyde Rabbimiz’le ilişkisinin ne şekilde olduğu; öğrendiğimiz bilgi ve inanç ve yaslandığımız temel önkabül ve değerlerimizle de yakından bağlantılı…
 
Meselâ “yağmur”u; Bilimsellik Felsefesi’ne göre tasvir ettikten sonra; eklektik ve montajcı bir tavırla, cümlemizin sonuna: “İşte bütün bunları yapan Allah’tır” demenin, inandırıcı olmadığı ortada! Başta anlatılan “yağmur” tasvirinden, böyle bir mantıksal sonuç çıkmadığı; yani cümlenin başı ile sonu arasında, arada mantıksal bir boşluk olduğu ortada! O zaman demez mi öğrenci bize: “Madem bütün bu işleri yapan ve yağmur’u ni’met olarak gönderen Allah; o hâlde biraz önce yağmuru anlatırken, neden hiç Allah’ın adı geçmedi. Rabbim, bu işin neresinde!?”
…………..
Bilim’in, başta “Ateist ve Materyalist Bilimsellik Felsefesi”nin terkedilip; araştırma ve gözlem, ölçüm ve deneylerimizi, “İslâmî B/ilim”in paradigmalarıyla yapmanın etkisi; bence (dünya merkezli evren anlayışından, güneş merkezli anlayışa geçmek veya Newton Fiziğinden, Relâtivite Fiziğine ve Quantum Fiziğine geçmek gibi) devrimsel olacaktır.
 
İslâmî B/ilim’e geçersek, nasıl ki; eskiden “madde ve enerji”nin, birbirinden ayrı ve bağımsız varlıklar olduğu kabul edilirdi veya “uzay ve zaman”ın. Ve bunların, birbirleriyle ilişki ve bağlantısı da bilinmezdi. Aynen öyle de; “ruh ve beden” ve “madde ve manâ” veya “bilinç”in de; aynı şeyin farklı tezahürleri veya farklı şeylerin aynı görünümleri olduğu da, birgün anlaşılabilecek inşâallah

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: