Geleceğin Yıldızları

O, yerdeki yıldızlarla meşguldü. Göktekiler yüksekte olsalar da, önemli olan yerdekileri yüceltmek değil miydi?

Kırpılıp kırpılıp yere atılan, çöp yığınları haline getirilmeye çalışılan bu yıldızlara yazık oluyordu, yazık!..

Anne ve babalar adeta yalvarıyordu: “Hocam, ne olur kurtarın evlatlarımızı, onların ellerinden de, gönüllerinden de tutun. Kur’anla tanıştırın, İslâmla barıştırın. Biz başa çıkamıyoruz, bari siz eğitin…” Mânevî değerlerden yoksun bir gençliğin geleceğimiz adına ne felaketlerin habercisi olduklarını görmemesi mümkün müydü? Hey!.. Edipler, eğitimciler, öğretmenler!

Âciz kalan, çaresizliğini haykıran bu insanlara ne demeliydi acaba?

Hangi sistemin, hangi zor şartların boyunduruğu altında olduğunun farkındaydı. Çareler tükenmezdi asla…Doksan dokuz pencere kapalı olsa da, yüzüncü pencereden giren bir güneş gibi ısıtabilirdi gönülleri, okşayabilirdi yüzleri.

Herkes görevini yapıyordu. Onun misyonu çok başkaydı. Gönüller fethetmek, kıtalar fethetmekten zordu belki, ama olsun. Değil mi ki, İlâhî yansımanın akisleri orada kendini gösteriyordu. Rahmet esintileri, o kıyılardan eserek okşuyordu duygularını. Mevlânalar, Yunuslar, Bediüzzamanlar hep oraya talip olmuşlardı. Cisimlerden önce kalplerin fethi gerekiyordu. Öteden beri yaptığı iş bu değil miydi zaten? Öyle ise tasalanmaya ne gerek? Mülkün sahibi vardı işleyip süsleyen, gönülleri Esmanın nakşıyla evirip çeviren. Ve kendisine yönelen kalpleri hidayet üzere sabitleyip rotasını rızaya ve Cennet’e endeksleyen sonsuz kudret, nihayetsiz rahmet, engin bir şefkat sahibinin emir ve iradesiyle işler yürümüyor muydu?

Ruhları karartan, gönülleri bunaltan menhus zihniyetin çirkin yüzünü görememiş, Süfyanizmin kâbus gibi çöken kara bulutlarının farkına varamamış, iyi ile kötüyü, şer ile hayrı, tahrip ile tamiri, siyah ile beyazı birbirinden ayırt edememiş olabilirlerdi.

Bunlar yerdeki yıldızlardı. Geleceğin yıldızları… Hakk’ın hâkimiyetini kuracak, küfrün kalelerini bir bir yıkacak, gönüller ülkesinin fatihleriydiler. Ama Fatihler kolay yetişmiyordu. Önce akideleri, inançları sağlam olmalıydı. Peygamber ahlâkı öncülük etmeliydi onlara. Sünnetin hayatla, hayatın Sünnetle bağdaşması, kaynaşması ve anlaşması gerekiyordu. Ki; taze fidanlar savrulmasın kasırgalarla, zihinler bunalmasın Şeytan ruhluların üfürmesiyle, inançlar sarsılmasın şirk ve küfrün fısıltılarıyla…

Üzülmemek elde değildi. Baksanıza hâla, belli gün ve haftalarda aynı teraneler, ithamlar, uyduruk masallar, hayali uydurmalar, suçlamalar, ve de asılsız, boş, sıkıcı bir sürü laf ve bilgi kirliliği…Yok kara çarşaflar yırtıldı (!), örümcek kafalılar temizlendi (!) , şuralar kapatıldı, bunlar hayata geçirildi, bilmem daha ne herzeler!..

Milleti ve milletin inançlarını, kutsallarını, köklü mazisini, haşmetli tarihini, mânevî değerlerini yok sayarak nereye varılabildi ki, bundan sonra da varılabilsin.

“Havamızı kirletmeyin, tarihe iftira etmeyin, olayları saptırmayın, insanların haklarına saygılı olun, inançsızlıklarınızı inançlara hakaretle sergilemeyin, dürüst olun, hakperest olun, yanıltmayın, yalan söyleyip iftira etmeyin. Birilerini yüceltme adına birilerini karalamayın, tarihi doğru okuyun, doğru okutun. Allah aşkına; yağcılık, yaltakçılık yapmayın. Doğruları haykıramıyorsanız bile, bari susun. Susun ki; melekler sizi müfteri, yalancı, riyakâr ve ayrılıkçı olarak kayda geçmesin!” diye tam haykıracakken, birden bir ses: “Sen işine bak, onlar işini yapıyor… Zamanı gelince… Sen şimdi gönüller fethine dön, patlamaya ve tahribe hazır mayınları ayıkla, bilgi kirliliğini temizle ve görevine devam et!..”

Kulaklarında o ses yeniden yankılandı:”Allah için yavrularımızı kurtarın, onları manen ve ahlâken öldürmek isteyenlere fırsat vermeyin. Zamanın cazibedar fitnelerine karşı iman hakikatlarıyla onları korumaya alın. Alevleri göklere yükselen, evlatlarımızın da içinde bulunduğu yangını söndürün, lütfen söndürün, ne olur Allah rızası için, Peygamber aşkı için söndürün!”

Gözünü sonsuz ufka dikmiş, derin düşüncelere dalmıştı. Parmakların kalktığını gördü.

Hocam, anlattıklarınızı özetleyeyim mi?”

Elbtte evlâdım, buyur, dinliyorum

İman, bir çeşit Cennet Tûbâsının çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Cehennem Zakkumunun tohumunu saklıyor, barındırıyor. Demek ki, selâmet ve emniyet/güven, sadece İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz dâima, İslâm dinini ve mükemmel imanı ihsan ettiği için Allah’a hamd olsun, demeliyiz.”

“Teşekkür ederim. Çok güzel ifade ettin evlâdım. İnancım ve kanaatim odur ki; Yerdeki yıldızlar nurlanacak, yükselecek ve geleceğin yolunu aydınlatacak inşallah…”

Nurlu rehber ve şaşmaz önderimiz olan Peygamberimiz (s.a.v) için çek bir salavât:

“Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammadin ve alâ âli Seyyidina Muhammed.”

 İsmail Aksoy