Gelir dağılımı odaklı ekonomi: Ekonomik psikoloji

Mehmet Abidin Kartal

Dünyada hangi alanda olursa olsun, yapılan bütün bilimsel çalışmaların, ekonomik, sosyal, siyasi faaliyetlerin hedefi insanın mutluluğu ve huzuru içindir. Yapılan ilmi çalışmalar, siyasi, ekonomik faaliyetler, sosyal hizmetler insanın mutluluğunu ve huzurunu hedeflemektedir. İnsanın özgürlüğünü ve haklarını içeren milli ve milletlerarası siyasi, ekonomik ve hukuki alandaki düşünceler, gelişmelerde aynı hedefe yöneliktir.   

Bugün insanın mutluluğu ve huzuru için yapılan çalışmalar ve faaliyetler insanın yaratılışına aykırı olduğu için, insan mutlu edilemiyor. İnsanın yaşadığı her ortamdaki haksızlıklar, adaletsizlikler, gayri meşru ilişkiler, tecavüzler, ülkeler arası savaşlar, zulümler, ekonominin daha fazla kazanmaya odaklı olması, adil gelir dağılımı odaklı olmaması, ekonomik ve siyasal olarak güçlü olan toplumların, güçlüysem haklıyım anlayışı,  zayıf toplumları sömürmeleri, ekonomik hırsları insanlığı ağlatıyor, dünyayı cehenneme çeviriyorlar. Bugün dünyada yaşanan olaylar bunlardan ibarettir. Sonuç, insanlar ve toplumlar huzursuz ve mutsuz.

Ekonomi tarihi incelendiğinde, insanla servetler arasındaki ilişkileri inceleyen bu ilmin gerektiğinden fazla maddî meselelere yöneldiği, çoğu zaman mikro iktisadın temel ünitesi olan insan unsurunu, insanın psikolojisini  ihmal ettiği görülmektedir. Gerçekten, ekonomi ilminde servetler kolayca ele alınabilecek bir konudur. İnsan davranışlarına, psikolojisine oranla ölçülmeye daha elverişlidir.

Ekonomik faaliyetlerin ilk ve son hedefi  insanların ihtiyaçlarını karşılamak ve mutluluğunu arttırmaktır. Diğer bir ifadeyle ekonomik faaliyetleri meydana getiren dürtücü güç insanların ihtiyaçlarıdır. İhtiyaçlar ise, bir yandan nüfusun artışından, diğer yandan medeniyetin ve insan psikolojisinin gelişmesinden dolayı sürekli bir çoğalma göstermekte, âdeta sınırsız olma gibi bir özellik taşımaktadır. Elde edilen gelirin insan ihtiyaçlarını karşılamak için adil dağıtılmaması ekonomik ve sosyal krizlerin gündeme gelmesine sebep olmaktadır.

Ekonomik faaliyetlerin insan ihtiyaçlarını karşılama hedefi, insan psikolojisini gündeme getirmiştir. Bundan da ekonomik psikoloji ilmi doğmuştur. İkinci Dünya savaşından sonra, önce Fransa, ABD arkasından gelişmiş ülkelerin çoğunda ekonomik psikoloji ilminin ilerlediği görülmüştür.[1]

Ekonomik unsurların davranışları incelendiğinden, bir ana kavram daha ortaya çıkmaktadır: ekonomik canlılık kavramı. Maddî kaynaklara sahip olan toplumların, ancak tutum ve davranışlarında yeterli bir çalışkanlık ve rasyonellik bulunması şartıyla olumlu sonuçlara varabilecekleri bilinen bir gerçektir. Psikoloji ilminde ekonomik canlılık kavramı ekonomik hayata yöneltilmiş fikrî güç niceliği olarak tanımlanabilir.

Ekonomik psikoloji yalnızca ekonomik hayatta görülen olayları  incelemekle yetinmez. Ekonomi ile psikolojinin bir araya gelmesi, onun kendine has gayeleri olmasını sağlamıştır. Bu gayelerden biri, ekonomide olduğu gibi gelirleri “en yüksek seviyeye ulaştırmak (maximer)” olmayıp “fikrî güçleri” ve olumlu bir kişiliği geliştirmektir. Servetler insanlar için yaratılmış, fakat insanlar servet için yaratılmamışlardır. Varlık durumları yüksek olan çevrelerde insanların zenginliklerini arttırmaktan vazgeçmesi, muhtaçlara dağıtılması daha iyi sonuçlar meydana getirecektir. Prof. Dr. Pierre Louis Reynaud, ekonomik psikolojinin ana gayesini böyle tarif etmektedir.[2]

“Servetler insanlar için yaratılmıştır. Zenginlerin servetlerini arttırmaktan vazgeçmesi daha iyi neticeler meydana getirecektir.” Bu Batılı iktisatçı, kapitalist sistemin toplumda dengeyi sağlayamadığını, maddî imkânlardan vazgeçmenin, servetin  ihtiyaç sahiplerine kanalize edilmesinin dengeli toplum için ideal bir düşünce olduğunu ekonomik psikolojinin gayeleri arasında ifade etmektedir.

Ekonomik Psikoloji ve 21. Asır

Ekonomik psikolojinin gayeleri bugün Batıda ve diğer birçok ülkelerde temenniden öteye gitmemiştir. Ekonomik psikoloji ilminin gayelerini, 21. asırda Prof. Thomas Piketty,  “21. Asırda Kapital” isimli eserinde ekonominin “kâr odaklı” değil, “adil gelir dağılımı odaklı” düzenlenmesi görüşüyle tekrar gündeme getiriyor. Gelir dağılımındaki uçurumu ortadan kaldırmak için dar gelirli kesimlere gelir transferi zaruretinden bahsediyor.  Gerekli gördüğü en acil tedbir,  zengin çevrenin elindeki büyük servete  “ek vergi” konmasıdır

Ekonomik psikoloji ilminin bize verdiği en önemli ders, uzun bir devre ele alındığında, az ya da çok oluşun sermayelerin, endüstrilerin değil, değerli insanların toplumun kaderini değiştirmede en önemli etken olduğunu göstermiştir. Öyleyse fakirliğe karşı mücadelenin başarılı olması bu olumlu kişilerin mümkün olduğu kadar iyi bir surette çevreye yayılmasıyla sağlanabilir.[3]

Dünyada bugün geçerli olan kapitalist ekonominin olumsuz yönü, manevi  ilkelerden yoksun olmasıdır. Toplumlara ve insana huzur getiremeyişinin en önemli nedeni budur. Kapitalist ekonomi bir üretim ekonomisi olduğu kadar, bir tüketim ve israf ekonomisidir. Üretimi yapan müteşebbisler  hırs ve açgözlülükle doymaz bir hayvan derecesine indirgemiş, toplumun büyük kısmını meydana getiren tüketicileri de israfa ve savurganlığa teşvik ederek maneviyattan yoksun tek boyutlu bir insana dönüştürmüştür. Bu durum, hem kapitalist ekonomiyi periyodik krizlerle karşı karşıya getirmiştir, hem de ekonominin iki tarafında yer alan üreten ve tüketen kesimleri mutsuz bir hayatı yaşamak zorunda bırakmıştır.

Kapitalist ekonominin öncülerinden Adam Smith, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözünü,  serbest teşebbüsü cesaretlendirmek için söylemişti. Fakat bu serbestlik, “hırs”ın tuzağına düştüğü her fırsatta “bırakınız soysunlar”a  dönüştü. Kapitalizmin yol açtığı krizler, kontrolsüz hırsın kaçınılmaz sonucu olarak yaşandı ve yaşanıyor.[4]

“ Krizlerin, aşırı kâr kaygısından kaynaklandığını düşünen Nobel ödüllü Fransız akademisyen  Prof. Thomas Piketty, “21. Asırda Kapital” isimli eseri, Batı’nın yerleşik ekonomik yargıları hakkında ezber bozan, gerçekten önemli tespit ve ikazlar içeriyor. Hakkındaki değerlendirmelere bakılırsa, bu eser, hırs ve hevesleri kışkırtan Batı sistemini hem sorguluyor hem eleştiriyor. Buna göre,

-Fransız akademisyen, Batı ekonomisinin “kâr nasıl artar” arayışına dayandığını söylüyor.

-Ekonomi büyüyor, fakat gelir, orantısız şekilde zengin tabakaya gidiyor. O derece ki, nüfusun %1’i servetin % 50’sini alıyor.

– Yazara göre sefalet ve adaletsizlik, doymak bilmeyen “kâr” iştahından kaynaklanıyor.

– Büyük sermaye, büyüyen ekonomiden kendisine düşen “arslan payına”  el koymakla  yetinmiyor; gelirlerini “daha da” artırmak için dar ve orta gelirli kesimleri, kapasitelerinin çok üstünde borç altına sokuyor. Gelire uygun olmayan yüksek miktarlı bu kredi borçları ödenemeyince, iflaslar başlıyor ve bankalar batıyor. ABD merkezli 2008 krizi, bu ortamda kaçınılmaz hale geliyor.

– Bu dramatik sonucu gözleyen Prof. Piketty,  “21. Asırda Kapital” isimli eserinde ekonominin “kâr odaklı” değil, “adil gelir dağılımı odaklı” düzenlenmesini öngörüyor. Gelir dağılımındaki uçurumu ortadan kaldırmak için dar gelirli kesimlere gelir transferi zaruretinden bahsediyor.  Gerekli gördüğü en acil tedbir,  zengin çevrenin elindeki büyük servete  “ek vergi” konmasıdır. Böylece zenginlerin servetine, sosyal adalet amaçlı bir sorumluluk yüklenecek ve tüketim gücü zayıf kesimlere “kaynak” aktarılacaktır. Gelir dağılımındaki dengesizliği gidermek için bu akademisyenin, bir şans yakaladığı, Fransa Başbakanına  danışmanlık yaparak düşüncelerini hayata geçirme fırsatı bulduğu ve bu yönde kanunlar çıkarttığı ifade ediliyor.

Gelir dağılımında sosyal adalet öngörüsü, elbette dikkate alınmalıdır. Faiz oranlarıyla oynayarak parasal düzenlemelere hasredilmiş arayışlar, yaşanan krize çözüm olmadı ve olmuyor. Aksine, yeni bir krizin gelmekte olduğu, son günlerde sıklıkla seslendiriliyor. Gelir dağılımında sefalete varan bozukluk, sosyal adalet odaklı tedbirleri gerektiriyor.

Ekonomide katma değeri üreten emektir. Sermayeyi büyüten de emektir. Bunun içindir ki, Fransız akademisyen çareyi, emek-sermaye ilişkisinde makul dengenin gözetilmesinde arıyor. Emeği ile geçinen dar gelirli çevrelere, zenginlerden alınan ek vergiyle kaynak transfer edilerek, kitlelerin geçim sıkıntısına bir ölçüde çözüm bulunabileceğini savunuyor.

İşte burada, “insan, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.” diyen  Bediüzzaman’ın insan odaklı öngörülerini gündeme getirmenin tam vaktidir. Lemaat adıyla 1921 yılında yazdığı bir eserinde Bediüzzaman, dünyada en önemli sosyal probleminin ne olduğu sorusuna cevap olarak: “Say’in (emeğin) sermaye ile mücadelesidir” diyordu. Hatta yeni yaşanmış 1917 Ekim Devrimini de dikkate alarak, emek-sermaye arasındaki mücadelenin, çözüm üretilememesi halinde, “ihtilal” boyutlarında bir insanlık krizine dönüşeceğini söylüyordu. Emek-sermeye arasındaki ilişkide Kur’an’ın emeği üstün tutan ayetinden hareketle “sa’y  asıl esastır” diyerek tercihini emekten yana yapıyordu. Hatta “servet-i insaniye zalim ellerde toplanmaz” diyerek servetin, “tahakküm” aracı yapılmasının sakıncalarına işaret ediyordu.

Emek-sermaye çatışmasına son vermek için, “acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?” sorusuna iki şıklı cevap veriyordu. Birinci şart olarak, İslam’ın etkin bir sosyal adalet  kurumu olan “zekat”ı gündeme getiriyor ve ona evrensel bir çözüm misyonu yüklüyordu. Faizin, yani “riba”nın yasaklanmasını da ikinci etkili çözüm olarak görüyordu. Hatta  bu cevabının devamında, “şu ribâ taşını altından çeksen, şu zâlim medeniyet kasrı çökecektir” öngörüsünde bulunuyordu. Kişi ve kurumların, hatta bir çok ülke maliyesinin faiz yükü sebebiyle nasıl batağa saplandığı, bir çok devlette kamu maliyesinin iflas ettiği taze örnekleriyle düşünüldüğünde, bu sözlerin anlamı ve önemi daha iyi kavranacaktır.

Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Fransız ilim adamının “ek vergi” yoluyla servete yüklediği hukuki sorumluluk ile Bediüzzaman’ın “zekat” yoluyla servete yüklediği sorumluluk, aynı sonucu, yani gelir adaletini amaçlamaktadır. Fransız akademisyen, kendi kültüründe  servete sosyal sorumluluk yükleyen “ zekat” gibi bir kavram ve kurum olmadığı ve bilmediği için çareyi, iktidar gücünün formel ve yasal  düzenlemesinde aramaktadır.

Nobel ödüllü bu akademisyen başta olmak üzere, gelir dağılım adaletsizliğinden kaynaklanan sefalete, gerçekçi ve kalıcı bir çözüm düşünülüyorsa, herkes Bediüzzaman’ın şu sözünü mutlaka dikkate almalıdır:“Desatir-i hikmet nevamis-i hükûmetle; kavanîn-i hak revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz.”

Yani, iktidarların çıkardığı yasalar, ilmin, hikmetin ve fıtratın öngörülerine uygun olmazsa ve müeyyide ile uygulanma gücüne sahip kılınmazsa, etkili olamaz. Hukuki düzenlemelerin olumlu sonuç vermesi, hikmete uygunluğu yanında, toplumun manen gönüllü katılımına ve rızai kabulüne bağlıdır.

Fransız akademisyenin gelir dağılımında adaleti sağlamak için siyasi otoritenin servet üzerinde kanunla “ek vergi” getirme öngörüsü, hukuki boyutlu teklif olmakla beraber, bir iman esası ve dini mükellefiyet olan “zekat”ın  servete yüklediği sosyal, ekonomik ve manevi müeyyide boyutuyla kıyaslandığında oldukça yüzeysel, cılız bir  çözüm teklifidir. Servete kanun yoluyla “ek vergi” salınması teklifini, hiç düşünülmemiş ve bilinmedik bir formül gibi heyecanla karşılayan Batı kamuoyunun, bu tutumuyla ne kadar çaresizlik içinde olduğu çok açık görülüyor.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin dar gelirlilere “kaynak” transferi yoluyla kapatılması için “yardım  köprüsü” kurulması elbette gereklidir. Sosyal yardımların kanun yoluyla hayata geçirilmesi şüphesiz bir çözümdür. Fakat gelir adaletini sağlamada kanun gücü, tek başına yeterli ve etkili bir enstrüman değildir. Zekâtın bu konudaki farkına dikkat çeken Bediüzzaman, “zekat İslam’ın köprüsüdür” mealindeki hadisi, bu bağlamda şu ifadelerle  açıklıyor: “Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.”

Yukarıdaki ifadelere göre, İslam’ın sosyal adalet amaçlı düzenlemesi sadece maddi müeyyide ile sınırlı değildir. Yardıma gönüllü bir katılım için şefkat ve merhamet temelinde insani bir boyut mutlaka bulunmak gerekir. Mesnedini inançta bulan bir yardımlaşma öngörüsü, kanunun amaçladığı “cebri” müeyyideyi aşan, “rızaya” dayalı bir tesire sahiptir. İki yardım öngörüsü arasındaki bu fark görmezden gelinemeyecek kadar belirleyici ve etkilidir. Bediüzzaman’ın “muavanet” kavramıyla inanç kökenli zekata yüklediği rızaya dayalı müessiriyet, insanlığın yaşadığı “isyan ve ihtilal felaketlerinin ilacıdır.” O, böyle bir yardımlaşmayı, sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık için gerekli görmektedir. “Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli, ribâyı kaldırmalı” sözü bunun açık göstergesidir. Sınıf çatışmalarının yoğunlukla yaşandığına ve bunun ihtilallere yol açtığına dikkat çekmekte ve çözümü, etkili olacağına inandığı tedbirlerin uygulamasında aramaktadır. İslam’ın beş temel şartından birisi olan zekat, Onun nazarında, sorun çözücü olarak özel bir önem taşımaktadır: “Eğer, ezkiya zekâvetlerinin zekatını ve ağniya, velev zekatın zekatını milletin menfaatine sarf etseler” toplum süratle kalkınacaktır. Dikkat edilirse Bediüzzaman, bu ifadeleriyle sadece zenginleri mal varlıklarıyla toplumsal dayanışmaya davet etmekle yetinmiyor, aydın kesimlerin de bilgi ve tecrübeleriyle kalkınma çabalarına katkı yapmaya davet ediyor.

Batı sermayesi, katma değeri üreten emeği, her zaman otoritesi altında tutup yönetmek istedi. Sermayenin sağladığı gücü, emeği sömürmenin aracı olarak asırlarca kullandı. Emek-sermaye arasındaki kavga hep buradan beslendi. Yöntem değişse de sömürme realitesi değişmedi. Bediüzzaman, insanların, “taht-el arz madenlerde” sağlıksız koşullarda, “kut lâyemut”, yani ölmeyecek kadar bir ücretle boğaz tokluğuna çalıştırılarak emeğin sömürüldüğünü, bunun 1789 “Fransız İhtilal-i Kebirine” yol açtığını söyler.

Prof. Piketty’e göre, bu sömürünün son örneği 2008 krizinde yaşandı. Emeği ile geçinen insanları, altından kalkamayacakları kadar borçlandırarak ellerindekini geri almak isteyen “hırs”, bankalar eliyle soyguna dönüştü. Sonuç, kâr hırsının sevkiyle gelir dengesinin aşırı bozulması ve kitlelerin fakirleşmesi oldu. Şimdi küçük bir azınlığın elindeki büyük servetten, “ek vergi” ile pay almanın hesabı yapılıyor.

Toplumlardaki gelir adaletsizliğini “ek vergi” ile çözmek mümkün olsaydı, ne bir ihtilal ve ne de bir kriz yaşanırdı. “Zalim ellerde toplan”mış “servet”in, sadece arzi ve maddi şartlarda vergilendirilmesi, gelir adaletsizliğine çözüm değildir. Gelir dağılımındaki problem, insan kimliğinin, yani fıtratın derinlerinde yatıyor. Yapılması gereken, serveti, zengin-fakir tabakalar arasında rıza ile paylaşmayı ibadet haline getiren bir anlayışın benimsenmesidir. Bu ise, zekat ve benzeri yardımlaşma vasıtalarıyla insani boyutlu yardım “köprü”lerinin kurulmasına bağlıdır. ”[5]

Sözün özü

İslâm’ın ekonomi görüşünde, ekonomik psikolojinin gayeleri, uygulamada temelden halledilmiştir. Burada ekonomik adalet, adil gelir dağılımı bir nevi servet vergisi olan zekât ve onun yavruları fitre ve sadaka-i cariye ile ortadan kaldırılmıştır. Zekât müessesesi servetin yalnız zenginler arasında yer değiştiren bir unsur olmamasını sağlamaktadır.

Yukarıdaki tespitler ve Prof. Piketty,  “21. Asırda Kapital” isimli eserinde ekonominin “kâr odaklı” değil, “adil gelir dağılımı odaklı”[6] yaklaşımı, toplumdaki sosyal ve ekonomik ilişkileri insanın yaratılışına göre düzenleyen ve ahlâkî  ilkeleri içerisinde barındıran zekât ve benzeri yardımlaşma kurumlarının uygulanmasını gündeme getirmektedir. Bu kurumların işlemesi için toplumun ille de dinî kurallarla yönetilmesi gerekmiyor. İnsanoğlu, en azından bu dünyadaki mutluluğu, huzuru  için bile olsa, İslâmiyet’in zekât ve benzeri yardımlaşma kurumlarını gözden geçirmelidir.

 

Not: Bu makale Stratejik Rekabet  Dergisi, Aralık 2019, sayı. 14 cilt. 2’de (üç ayda bir yayınlanır) yayınlanmıştır.

[1] – Reynaud, Pierre Louis. (çeviri: Doç. Dr. Mahmut Tevfik Birsel) Ekonomik Psikoloji, İzmir İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi Dergisi, Ocak, 1966, Sayı: 1, s. 19

[2] – a.g.d, s. 19

[3] -a.g.d, s. 23

[4] -http://www.risalehaber.com/prof-piketty-bu-kopruden-gecmeli-16047yy.htm

[5] -Mürsel, Safa. Prof. Piketty bu ‘Köprü’den geçmeli,’ Risale Haber, 14.05.2014

[6] – Piketty, Thomas. Çeviri : Hande Koçak, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014, s. 627

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: